8 Mart 2017 tarihli Adalar Gerçek gazetesindeki söyleşinizin başlığı “Sandıktan güçlü bir Hayır çıkacak”. Bunu hem Adalar hem ülke geneli için söylüyorsunuz. Sonucu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bingöl Erdumlu: Şarta bağlı olarak, yani iradi faktör kullanılırsa, “kabullenmişlik-çaresizlik” havası kırılırsa güçlü bir ses olarak Hayır’ın çıkacağına inanıyordum. Hem Adalar’da hem Türkiye’de, güçlü bir vatandaş inisiyatifiyle, bu iradi faktörle, güçlü bir Hayır sesi çıktı. Ses diye vurguluyorum, çünkü iş oranlara gelince, 53 güçlü müdür, değil midir, o tartışılabilir.
O söyleşide şu tanımı yapıyorsunuz: “Basit bir tek adam rejiminin ötesinde, ama Yeni Osmanlıcı kılıkta, ama yeni İttihatçı kılıkta, ama İslâmcı kılıkta olsun, özü itibariyle faşist bir sistem kurulmak isteniyor.”
Faşist sistemler hep tarihi bir ideolojik öge olarak kullanmışlardır. Mussolini Roma İmparatorluğu’nu yeniden “ihya etmek” istemiştir. Hitler, Wagner’e de atıfla, Almanların Hıristiyanlık öncesi pagan dönemlerinden hareketle ari ırk olduğunu, dünyayı yönetme hakkı olduğunu iddia etmiştir. Ama sonunda kurdukları sistem o günle ve kapitalizmle, kapitalizmin kriziyle ilgili bir sistemdir. Faşist imparatorluk kuran her toplumda gerçek veya kurmaca şaşaalı bir dönem anlatısı olmuştur. Bizde de bugün bunalımdaki neoliberal sistem içinde hem globalliğin parçası hem de bölgesel bir güç olmak isteyen AKP ve Erdoğan’ın tutunacağı Osmanlıcılık olacaktır. İttihatçılığa benzetmemin sebebi, onlar da yayılmacı siyasete kalkışmıştı, onlarda Turancılık öne çıkıyordu, bunlarda Osmanlıcılık. Ama aynı kafa. Meselenin özü şu: Kapitalizmin gitgide buhrana girdiği bir dönemde, Türkiye’de de sıkışan neoliberal sistem faşist bir yönetime geçmeye çalışıyor. Bunun pazarlanması Osmanlıcılık, Osmanlı-Türk sentezi, ama arkasında kapitalizmin bunalımı ve bu bunalımı tek adamla, faşist diktatörlükle aşmaya çalışan sermaye kesimleri var.
Kapitalizmin gitgide buhrana girdiği bir dönemde, Türkiye’de de sıkışan neoliberal sistem faşist bir yönetime geçmeye çalışıyor. Bunun pazarlanması Osmanlıcılık, Osmanlı-Türk sentezi, ama arkasında kapitalizmin bunalımı ve bu bunalımı tek adamla, faşist diktatörlükle aşmaya çalışan sermaye kesimleri var.
Söyleşinin devamında şöyle diyorsunuz: “AKP çok büyük bir çıkmazda, Hayır çıkarsa büyü bozulacak, yokuş aşağı iniş başlayacak.” Hayır çıktı; büyü bozuldu mu, yokuş aşağı iniş başladı mı?
Sonuç, onlara göre 51-49, bize göre 55-45 veya 53-47. Ama sayıların dışında çok önemli bir şeyi kaybetti iktidar: Nitelik olarak Türkiye’nin dinamosu olan bölgelerde kaybetti. İktidara gelişleri de büyük şehirlerde olmuştu. İlk başta Bayburt’u ele geçirmedi. İstanbul’u ele geçirince oradan kadrolaştı. Herkes bilir, Türkiye’de büyük şehirlere hâkim olmayan iktidar geçicidir. Hep böyle olmuştur. Biraz geriye gidelim: Demirel’i Demirel yapan Isparta’dan aldığı oy değildir. ‘65 ve ‘69 seçimlerini yüzde 50 civarında oyla ve milli bakiye sistemine rağmen kazandı. Çünkü büyük şehirleri de kazandı. İstanbul’da yüzde 60’a yakın oyu vardı. Ama dört yıl sonra, ‘73’te İstanbul’u Ecevit CHP’si kazandı. ‘77’de de büyük bir farkla, yüzde 66’ya yakın bir oyla kazandı. Ecevit neydi, niye çıktı, oralara girmeyelim. Bu süreci Adalet Partisi’nin ‘65-‘69’daki yükselişine ve ‘69-‘73’teki düşüşüne benzetiyorum.
Demokrat Parti dönemine de benzetilebilir. ‘57 seçimlerinde yokuş aşağı gidiş başlamıştı. ‘54’teki yüzde 58,5, ‘57’de 48,5’e düşmüştü. CHP ise 35’ten 41,5’e çıkmıştı. 27 Mayıs araya girmese, ‘61 seçimlerinde DP iktidarı sandıkta kaybedebilirdi. Ve 7 Haziran misali, bir koalisyon tablosu ortaya çıkabilirdi. Sonrası ne olurdu bilinmez, ama herhalde her şey başka türlü olurdu.
Onu bilemeyiz. Ne söylesek spekülasyon. “27 Mayıs yapılmasa, ‘61 seçimlerini CHP kazanırdı” diyenler oldu hep. Ben bu kadar net bakamıyorum. ‘60’ların CHP’sinin sırtındaki mirasla ‘70’lerde Ecevit’in, ‘80’lerde SHP’nin verdiği umudu verebileceğini sanmıyorum. Koalisyon ihtimaline gelince, üçüncü partiler çok zayıftı. Dediğiniz tablo çıksa, sistem tıkanırdı. Nasıl açılırdı, bugünden bakıp bir şey söylemek zor. Şimdiki süreç ANAP dönemine de benzetilebilir. Yokuş aşağı inme nerede başlıyor? İstanbul’un, Ankara’nın kaybıyla başlıyor. Bunlar geri döndürülebilir süreçler değil. Demirel de, Özal da geri çeviremedi. Buna benzer bir süreç yaşıyoruz. Ama bu sürecin kendi özgüllükleri de var.
Nedir onlar?
Demirel’in ünlü sözüdür: “Şapkamı alır giderim.” Gitmiştir, altı defa gidip yedi defa gelmekle övünmüştür. Bir başka ünlü sözü “bulun 226’yı, düşürün”dür. Meclis 226’yı bulup düşürmüştür, o da şapkasını alıp muhalefete geçmiştir. Sonuçta meşruiyetçidir. Özal da öyleydi. İkisi de “bu sonucu kabul etmiyorum, yeniden seçime gidiyoruz” dememiştir. Şimdi durum tam aksi yönde. Gitmemek için elinden geleni ardına koymayacaktır. Meşruiyetini kaybetmiştir, ama gitmemeye kararlıdır. Bu sürecin Demirel ve Özal dönemlerinden farkı bu.
Demirel’in ünlü sözüdür: “Şapkamı alır giderim.” Altı defa gidip yedi defa gelmekle övünmüştür. Sonuçta meşruiyetçidir. Özal da öyleydi. Şimdi durum tam aksi yönde. Gitmemek için elinden geleni ardına koymayacaktır. Meşruiyetini kaybetmiştir, ama gitmemeye kararlıdır. Bu sürecin Demirel ve Özal dönemlerinden farkı bu.
Referandum sonucuna dönersek…
Hemen ekleyeceğim bir şey var: Büyük ölçüde gençleri kaybetti. En büyük Hayır oranı oradan çıktı. Tam da kazanmak istediği kesimi, birtakım vaatlere rağmen kaybetmesi çok önemli. Eğitimli zümre zaten Gezi’de sinyali vermişti. Eğitimli zümreyi kaybettiğinde ancak faşizmle durabilirsin, durabildiğin kadar. Rıza yaratamazsın. Rıza çok önemli bir kavram… Burjuva demokrasisinde “ben kazandım” diyeceksin, herkes de ikna olacak. “Tamam, bu kazandı, bir dahaki seçimi bekleyeceğiz” denecek. Bu sefer bu rızayı yaratamadı. Bu durumda geriye zor kalıyor. Zorla, korkutarak rıza alma… Zor faktörü 7 Haziran’dan beri işin içinde var. 7 Haziran-1 Kasım arasında yüzde 9’luk bir kitle kaydı. Bunların hepsine son bir vaat: “Kaos çıkar. Ben gelirsem engellerim.” Kontrollü olarak kaosu kendisi çıkardı. Suruç, Ankara bilgi dahilinde yapılmış olaylar. 12 Mart döneminden bu işler nasıl kotarılır biliyorum. Benzer yöntemler kullanılıyor, bunun “kara operasyon” diye genel bir deyimi de var, bir de “false flag” denir. Bir başkası yapmış gibi ya da bir başkasının yaptığı, ama senin de kontrol ve bilgin dahilinde yapılan şeydir. Bu konuda bir yazı yazmıştım, ona bakabilirsiniz.[1] Bu yalnız Türkiye’de değil, dünyada da kullanılan bir teknik, günümüzde ağababası ABD’dir. Erdoğan rejimi Haziran’la Kasım arasında bu tekniği uyguladı. Adıyaman’daki, Antep’teki IŞİD hücreleri kontrol altında tutulan, bilinen kişiler. Göz yumuyor, sonra tepeliyor.
Hatta teşvik ediyor, yönlendiriyor...
Tabii arasında bu ilişki var. Merkezinden değil de filanca yerdeki Türk elemandan başlatın diye emir veriliyor. IŞİD niye merkezi olarak sahip çıkmadı o olaylara? Reina’ya sahip çıkıyor, ona niye sahip çıkmıyor? Bunlar “o tarafa üç tane bomba atarım” diyenlerin yapabileceği işler. Bunlar 12 Mart’tan, 12 Eylül’den bilinen uygulamalar.
15 Temmuz’a da, giderek yaygınlaşan bir şekilde, “kontrollü darbe girişimi” deniyor. Sizce de öyle mi?
Kesinlikle öyle. Bunu ben söylemiyorum. Ahmet Şık neden içeride? Basında Fuat Uğur diye –eski TKP’li– bir silahşörleri var. Ahmet Şık, o Fuat Uğur’un 15 Temmuz’dan evvel, ta nisan ayında yazdığı bir yazıya dikkat çekti ve birkaç gün gündemde tuttu. Fuat Uğur ta nisan ayında darbe hazırlığı olduğunu söylüyor. Ve diyor ki: “Devlet de bunu biliyor, pusuya yattı bekliyor, yapsınlar da tepeleyelim diye.” Esas önemli olan, “onları” tepelemek değil, onlar vasıtasıyla başka kimleri tepeleyeceği. Bu OHAL nereden çıktı? Onları tepelerken döndü dolaştı sola, demokratlara, Kürtlere geldi. Teorik olarak emindim. Kanıtı da kendileri verdi. Fuat Uğur bunun böyle olduğunu kanıtlıyor.
“İster hile yapsınlar, ister başka bir şey, son âna kadar, en son oya kadar uğraşmak, mücadele etmek zorundayız” diyorsunuz. Malûm, hile oldu, ortaya bu sonuç çıktı. Şimdi mücadele nasıl seyretmeli?
Herkes şunu söylüyordu: “Hile hurda yapar.” Önemli olan bizim onu hileye zorlamamız ve kanıtlamamızdı. Öbür türlü rıza üretiyor. Çok iyi çalışıp hileye zorlamasaydık, gene meşruiyet kazanacaktı. Biz rıza vermedik. Kaybetti. Bunu bütün dünya biliyor. Kendisi de biliyor. Suratı beş karış! Zaten kazanacak gibi olsaydık, “o mühürsüz oylar iptal nedenidir” diyecekti. Önemli olan adamı deşifre etmek, güçsüzleştirmekti. Kaba gücü kullanabildiği kadar kullanır. Rızayla elde ettiği güç kaba güçle elde edebileceğinden çok daha büyük, biz onu kırdık.
Birçok yerde meclisler var. Bir de çeşitli inisiyatifler, platformlar, kadın örgütleri, LGBTİ… Bütün bu oluşumların birbirleriyle eş uyumlu hareket edeceği bir platformdur, bir “şeydir” bunun adı. Böyle geniş bir oluşumu oluşturmanın tam zamanıdır. Biz istediğimiz için değil, hayat bunu getiriyor.
Şimdi ne olabilir? Oy haritası var ya, o haritadan üç bölge çıkıyor. Üçe bölünmüş bir Türkiye: Bir, Trakya’dan İskenderun’a kadar uzanan bir Güney Avrupa-Akdeniz ülkesi. İkinci Türkiye, Orta ve Doğu Anadolu –onun da denize çıkışı Karadeniz–, bir Ortadoğu ülkesi. Üçüncüsü de Kürt ülkesi. O da Ortadoğu, ama aynı zamanda başka Kürt bölgeleriyle sınırdaş. Bu bölgelerden en az ikisini kontrol ettiği için gücünü sürdürüyordu. Türkiye’de bütün iktidarlar bu üçten en az ikisini kontrol eder. Şimdi bu iktidar bir tanesine sıkıştı. Oradan yönetmesi çok zor. Kürt bölgesini şimdilik ayrı bir yere bırakalım –o salt Türkiye içinde incelenebilecek bir şey değil. Türkiye’nin niteliksel olarak çok önemli olan bölgesi, Trakya’dan İskenderun’a kadar giden bölge. Onu biz kazandık. Nitelik olarak da Orta Anadolu’ya göre çok ağır basıyor. Bir de Ankara, Eskişehir, Dersim gibi cepler var. Onlar da çok önemli, ama şimdi bir yana bırakalım. Şimdi şöyle bir sorun çıkıyor: Hayır Cephesi’nde taban olarak en büyük olanı CHP. Fakat Fikri Sağlar’ın disipline verilmesi, Böke’nin istifası, Baykal’ın bizatihi varlığı, manipülasyonları filan, CHP’nin öncü değil, tam tersine sırta kambur olacağını gösteriyor. Nesnel olarak böyle. Hayır cephesinin niceliksel gelişmesi de önemli, ancak niteliksel olarak başka bir güce ihtiyaç var. Bu cephede sözüne güvenilebilir yeni bir mihrakın oluşması gerekiyor.
“Türkiye’de bir boşluk, bir eksiklik var” dediğiniz bu mu?
Bu! Akla Podemos’lar filan geliyor. Bunu durup dururken söylemiyorum. “Bir “Güney Avrupa-Akdeniz ülkesi” derken de aklımda belki bu var; Yunanistan, Portekiz örneği var. Sosyal demokrat partilerin giderek daraldığı, küçüldüğü, fonksiyonlarını yitirdiği ve yeni oluşumların günün mantığına uygun olarak, çoğulcu, yatay örgütlenmeler yarattığı bir andayız. Bu, Türkiye’de de böyle bir şeyin tarihi olarak sıçrama yapacağı andır – değerlendirebilirsek tabii.
Bu çoğulcu, yatay örgütlenmeleri siyasal olarak nasıl tanımlarsınız?
Dünyada örnekleri var, Latin Amerika’da, El Salvador’da, Nikaragua’da… Nikaragua’dakine bizzat tanık oldum. Devrimci hareketler birleşiyor, çoğulcu bir yapı kuruyor. Sandinist örgütlenmesini –Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni– üç örgüt oluşturuyor. Ama Türkiye için konuştuğumuz ihtimalin herhangi bir yerin kopyası olacağını düşünmüyorum. Bizde öyle prestijli devrimci örgüt yok –Kürt örgütün durumu ayrı, bu tanıma girmiyor. Türkiye’de ne var? Koşut oluşumlar var. Demokrasi için Birlik diye bir girişim oluştu. Öbür taraftan, eski deneyimlerden de yararlanarak, tek başına çok anlamlı olmayan kimi partiler Haziran Hareketi’ni kurdu. Ama öbür taraftan, birçok yerde meclisler var. Bir de çeşitli inisiyatifler, platformlar, kadın örgütleri, LGBTİ… Bütün bu oluşumların birbirleriyle eş uyumlu hareket edeceği bir platformdur, bir “şeydir” bunun adı. Tabii ki CHP’nin tabanından da gelenler olur, belki Müslümanların bir kısmı da –örneğin kendilerini antikapitalist diye adlandıranlar– gelebilir. Sonuç olarak, bu boşluğu doldurmanın zamanıdır. Bunu derken, THKP-C’den beri elli senedir herhangi bir siyasi harekette, örgütte yer almış biri değilim. Ama bugün böyle geniş bir oluşumu oluşturmanın tam zamanıdır. Biz istediğimiz için değil, hayat bunu getiriyor. Şimdi biz birbirimizi niye burada, Hayır Meclisi’nde bulduk da birlikte çalışıyoruz? Her yerde var bu.
O büyük işçi hareketi sendikal mücadelenin önünü kesen o yasaları geri püskürttü, ama siyasi bir ifade bulamadı. 15-16 Haziran kişiliğimi şekillendiren, bilincimize kazınan bir harekettir. Müthişti. Sınıf hareketinin bana katkıları çoktur. Kafayı üşütmediysem, sağlıklıysam, bunu sınıf hareketine borçluyum.
Şöyle söyleyeyim: Türkiye’nin yakın tarihinde çok orijinal olaylar oldu. Bunlardan biri Gezi’dir, biri de Hayır hareketinin ortaya çıkmasıdır. Bunlar yakın tarihteki olumlu misaller. Ama bir de, elli yıllık bir geçmiş var, olumsuz misallerle doludur. Bütün bu olumsuzluklardan da artık olumluluk üretebilecek bir birikimdeyiz gibi geliyor. Daha geniş perspektifle bakıp yatay, demokratik, çoğulcu bir mihrak oluşabileceğini düşünüyorum. En azından denemeye değer. Bu dönem olmazsa ne zaman? Bir Haziran Hareketi var, solun bir tarafını toparlıyor, bu iyi bir şey. Biz de, eğer çekebiliyorsak, HDP’yi ya da Kürt siyasi hareketini, en azından İstanbul’daki, Diyarbakır’daki Kürtlerin önemli bir kısmını da bu bütünlüğe çekebilelim. En azından iki parçada etkin olmak lâzım. Bayburt’ta etkin olamayız. Orta Anadolu’yu tabii ki önemsememiz lâzım, ne var ki sol yapımızla, hele tarihi kökenlerimizle oralarda kolay etkili olamayız. Bizim esas ağırlık kazandığımız yerler metropoller ve deniz kenarları. Buna ikinci bir müttefik, “bu üç bölgenin ikisini tutmak” diyorum ya, tabii ki Kürt halkıdır. Ama Kürt hareketinin çok başka, girift ilişkileri de var. Onu da gözden kaçırmamak lâzım. Birebir çok kolay kurulacak ilişki değil. Biz önce kendi işimizi yapmak zorundayız. Ama tabii ki herkes bulunduğu yerden görür. Benim bulunduğum yerden gördüğüm bu: Kendi irademizi kendimiz oluşturmak durumundayız.
Bir de, Selahattin Demirtaş’ın bulunduğu yerden nasıl görünüyor, ona bakalım. Kasım 2016 sayımızdaki söyleşide şöyle diyor: “Muhalefeti bütünlüklü olarak bir cephede birleştirmek giderek zorlaşıyor. Ama biz bu konuda tartışmak zorundayız. Hem CHP’yle hem Haziran’la hem de Kemalist solla. Birbirimizden vazgeçemeyiz.”
Güzel söylemiş, doğru. Birbirimizden vazgeçemeyiz. Ama, benim bulunduğum yerden gördüğüm “birbirimiz” Demirtaş’ın saydıklarıyla sınırlı değil, onun ötesinde. O üç unsurun yanısıra, o unsurların her birinin içinden filizlenen, ama onların ötesinde bir içeriğe sahip olan potansiyel bir mihrakı, sözünü ettiğim oluşumu da hesaba katmalıyız. Cezaevinden son mesajında (20 Mayıs), bir adım daha atarak, “giderek zorlaşan” birleştirmenin nasıl olacağına dair bir öneride bulunuyor Demirtaş. Geniş bir cephenin birleşebileceği zemin olarak “ortak vatan” ve “cumhuriyet değerlerini” belirtiyor. Buna katılıyorum. Tabii, cumhuriyet değerlerini de içerik yönünden tartışmak lâzım. Cumhuriyet değerleri sabit değil. Anayasalardan bakarsak, 1924’ün, 1961’in, 1982’nin değerleri farklı. Sınırları ‘61 Anayasası’nın daha ötesinde, genişletilmiş bir demokrasi anlayışını, üstünde birleşebileceğimiz cumhuriyet değerlerinin içeriğine katmalıyız.
Az önce atıf yaptığınız Gezi’nin yıldönümündeyiz, geriye dönüp baktığınızda o günler nasıl görünüyor? Gezi olurken nasıl görüyordunuz?
Çok olumlu gördüm. Ama sonradan o forumlardan bir şey çıkacağını düşünmüyordum. Çünkü forumlara katılan sol hareketlerin –tabii Gezi’ye önemli katkıları oldu, direnç kattılar ama– Gezi’nin ruhuna uygun, kitlesel bir şey yaratabilmeleri mümkün değildi. Yapılarına aykırı. Onun için Gezi, hemen akabinde bir şeye dönüşür gibi gelmedi bana. Ama bakın, şimdi yavaş yavaş pişen bir şey var. Bu daha farklı.
Bir daha o eski AKP olabileceğini düşünmüyorum. CHP de bir şeylerin altında kalacakmış gibi. Hâlâ devlet mekanizmasıyla –o devlet çoktan gitti– bir şeyleri engellemenin peşinde, gerçeklikten kopmuş bir CHP var. Dünyada neoliberalizmin altında kalmış sosyal demokrat partiler çoğunlukta. CHP hangi özelliğiyle kendini koruyacak ki!
Daha farklı kılan ne? Arkasındaki Gezi ve 7 Haziran tecrübeleri mi?
Bunun içinde çok şeyin payı var. Yalnız Gezi’nin, 7 Haziran’ın değil, daha evvelki pek çok olumsuz deneyimin de payı var. Şu çok olumlu: “Hazır otuz-kırk kişi bir araya geldi, biz burayı ele geçirelim, yönetelim” denmiyor. Bu zihniyet kolay doğmuyor. ÖDP deneyi, Gezi sonrasındaki forumlar… O forumlarda herkesin kendi örgütüne adam toplamaya çalışması… Bunların biraz aşındığını düşünüyorum. Bütün bu birikimlerden bir evrim çıkmaz mı? Daha iyi şeyler yapılabilir. En azından denemek lâzım.
Siz aynı zamanda sendikal mücadeleden geliyorsunuz. Bu seneki 1 Mayıs’la ilgili izlenimleriniz nasıl? Geçen seneki 1 Mayıs’tan çok daha kalabalık olmasının yanısıra, rekabetten ziyade dayanışmanın ve yüksek bir sorumluluk duygusunun hâkim olduğu göze çarpıyordu.
1 Mayıs’ların en olumsuz örneğini, görevim gereği –DİSK Örgütlenme Dairesi görevlisi olarak –‘77’de yaşadım.[2] Oradan bakınca cennet!
Bugüne kadarki en olumlu örnek sizin için hangisi?
Yasal olarak yeniden kutlanmaya başladığı 2009’daki. O gün çok mutlu oldum. Farklı örgütler, eğilimler bir zenginlik olarak bir araya geldi. Dedim ki “bayağı bir mesafe almışız”. 12 Eylül öncesine göre bakarsak, mutlaka bir evrim oldu. Onun devamı olarak görüyorum son 1 Mayıs’ı da. Gözleminize katılıyorum, ama onda da referandum sürecinin payı var. Herkes şunu biliyordu: Farklılıklarımıza rağmen, ancak hep birlikte olursak bu iktidarla baş edebiliriz. Hakikaten birlikten güç doğacağını gördük. Bunlar klasik, şablon laflar, ama öyle oldu. Ancak bu koşullarda adamı gerilettik. Onun verdiği moral de alana yansıdı. Herkes birbirine daha sevecen bakıyordu. Dayanışma, birlikte bir şeyi kotarmanın verdiği karşılıklı özgüven ve güven vardı. Bu anlamda daha iyi bir 1 Mayıs’tı, hem kalabalık hem de moralliydi. Birkaç yıldır 1 Mayıs’lara vazife gibi gidiyorduk. Hem gelen az oluyordu hem de kendimizi iyi hissedecek, coşkulu olacağımız bir ortam yoktu. Ama bu sene gol atmanın, kazanmanın morali alana yansıdı. Herkeste biz kazandık, bu adamı yendik duygusu vardı.
Emek cephesi, emek örgütleri çok sert bir saldırıyla, kıdem tazminatının gaspıyla karşı karşıya. Sendikaların durumu malûm. Yine de, her sene olduğu gibi, 15-16 Haziran’ın yıldönümü yaklaşırken, “emek cephesi güçlü bir karşı çıkış yapabilir mi” sorusu akla takılıyor. 15-16 Haziran’ı yaşamış biri olarak güncel durumu nasıl görüyorsunuz?
1970’te, 15-16 Haziran olduğunda, İstanbul’un içi ve yakın bölgeleri sanayi bölgesiydi. Kartal’da, Silahtarağa’da, Maltepe’de bir fabrika yoğunluğu vardı. ‘67’de DİSK’in kurulduğu, ‘70’e kadar gelinen süreçte kendini bir güç olarak hissettiği, örgütlü olduğu, fabrika işgallerinin yaşandığı bir dönemden söz ediyoruz. DİSK ha dediğinde İstanbul’da 40-50 bin sanayi işçisini harekete geçirebiliyordu. Harekete geçince de Türk-İş’teki işçiyi eyleme çekebiliyordu. Şimdi İstanbul’un nüfusu çok arttı, ama bu tip büyük fabrikaların olduğu, şehrin merkezine yakın yerler yok. Fabrikaları Çerkezköy’e çektiler, Tuzla tersanelerini Yalova’nın ötesine çekmeye çalışıyorlar. Bilinçli ya da bilinçsiz ağır sanayiyi İstanbul’dan uzaklaştırdılar. Ama bu “İstanbul’da sanayi bitti” demek değil. İşçi deyince de salt sanayi işçisi gelmesin aklımıza. Niteliği değişse de İstanbul’da milyonlarca ücretli çalışan var. Mesela Gezi’nin temeli olan kalifiye emek var. Beyaz yakalı, eğitim düzeyi yüksek, entelektüel birikimi de olan genç, dinamik, kültür olarak da bu iktidara çok yabancı bir kesim bu. O anlamda 15-16 Haziran başka biçimlerde yenilenecek belki. Gezi’yi böyle de görmek lâzım. İsyan eden insanlar kim? Erdoğan’ın düzeninde yeri olmayanlar. Nitelikli bir işgücü bu. Gezi’de olduğu gibi, referandumda Hayır’ın çıkmasında da bu insanların önemli bir rolü var. Öte yandan, çalışanlar kadar çalışma şansı olmayan çok büyük bir kitleyi de düşünmek lâzım. “İşgücü” deyince onların içinde işsiz insanlar da var. ‘70’lerde sendikacıydım, örgütlenme yaptım, grev yönettim. Şu an biraz uzağındayım, DİSK’in bu kesimlere yaklaşımı nedir, pek bilemiyorum. Fakat İstanbul’da niteliği değişse de çok önemli bir işçi kesimi var. Sanayinin yapısı değişti diye işçi hareketi olmaz denemez. Bunu kim yapar, nasıl örgütler, bilemiyorum açıkçası.
Oy haritasından üç bölge çıkıyor. Üçe bölünmüş bir Türkiye. Bu bölgelerden en az ikisini kontrol ettiği için gücünü sürdürüyordu. Türkiye’de bütün iktidarlar bu üçten en az ikisini kontrol eder. Şimdi bu iktidar bir tanesine sıkıştı. Oradan yönetmesi çok zor.
Bütün bu verilere bakınca, ‘70’tekinden daha büyük bir nicelik ve daha yüksek bir nitelik göze çarpıyor. Buna rağmen, ‘70’in gerisinde sayılırız. Bu alanda nasıl bir boşluk, eksiklik görüyorsunuz? ‘70’de olan neydi, bugün olmayan ne?
O dönemde olup da bu dönemde olmayan şu: Yükselen bir DİSK vardı, İstanbul’un göbeğinde, Silahtarağa’da, Kartal’da, Boğaz bölgesinde örgütlü, işyeri düzeyinde temsilcileri sol, sosyal demokrat olan bir nüve vardı. Şimdi “hadi Kartal’da bir hareket örgütleyelim” dense şüpheli. Bütün dünyada sendikalı işçi sayısında bir azalma var, ama DİSK’in de Birleşik Metal-İş ve Genel-İş dışında –bunlar eskiden de DİSK’in ana sendikalarıydı– hatırı sayılır bir örgütlenmesi görünmüyor. DİSK iki-üç sendikaya dayanıyor. Eski Maden-İş’in Otomobil-İş’le birleşip oluşturduğu Birleşik Metal-İş’ten ve Genel-İş’ten geliyor işçi sayısı. Bunu aşacak bir planlama yapmaları lâzım. Bu işe uygun sendika kurmazsın da başka bir şey kurarsın, işçi birlikleri vb. Şimdi çok başka bir Türkiye var, başka bir işçi sınıfı var. Bu işçi sınıfı bizim alıştığımız İngiliz anahtarlı, balyozlu değil, Türkiye’nin sosyal yaşamında çok önemli olan, özellikle İstanbul’da genç, kalifiye bir işçi kesimi var. Bir de yine genç olan ve çok kötü koşullarda çalışan, özellikle inşaat sektöründe çok büyük rakamda insanlar var. Taşeron işçi olarak çalışıyorlar ve büyük ölçüde örgütsüzler. Yine çok kötü koşullarda ve baskı altında, devlet bünyesinde çalışan sağlık ve eğitim emekçisi kesimler var. Ne DİSK’in içindeyim ne KESK’in, onun için şöyle yapılmalı diyemiyorum. Ama çok önemli bir alan, illâ ki uğraşılması gerekir. Belki de uğraşıyorlar. Belki güçleri yetmiyor.
O iki tarihi günü hızla gözden geçirelim mi? 15 Haziran’da DİSK’in seferber ettiği 75 bin işçi var. Toplamda 150 bin kişi sokağa dökülüyor. İşçilerin yanısıra TİP, Dev-Genç, sol-sosyalist muhalefet…
Sokağa çıkan işçilerin bir kısmı da DİSK’in işçisi değil. İlk gün Silahtarağa’dan gelen kola Eyüp’te katıldık biz. Oradan TEKEL’e –şimdiki Kadir Has Üniversitesi– gittik, yirmi-otuz kişi girdi içeri ve oradaki işçiler dahil oldu yürüyüşe. TEKEL işçileri DİSK üyesi değil. Türk-İş rakip sendika olduğu halde onun tabanını da seferber edebiliyorsun. Bir de böyle bir gücün, prestijin var. Şimdi o yok.
O günlerde hangi sendikadaydınız? O iki günü siz nasıl geçirdiniz?
15-16 Haziran öncesinde elektronik mühendisi olarak Ereğli Demir-Çelik’te çalışıyordum, Maden-İş üyesiydim. Araya altı ay kadar bir cezaevi dönemi girdi. Şimdiki Türk Metal o zaman federasyondu; Ereğli Metal-İş vardı. Maden-İş yetkiyi alamadı, biz de gidip yetkiyi alan Türk Metal’e bağlı Ereğli Metal-İş’te çalışmaya başladık. Sonuçta ikili bir yapı çıktı. Çünkü sosyalist ve sosyal demokrat işçilerin katılımıyla Toplu Sözleşme, Grev, Dayanışma Komitesi’ni kurmuştuk. O süreç oradaki statükoyu bozdu. Satacaklarını biliyorduk, ama greve de sürüklendiler. O komite vasıtasıyla ekonomik-demokratik talepler doğrultusunda yaptığımız başarılı bir çalışmadır. Bizi oraya bir Bolşevik partisi yollamış değil, “nasıl yapalım, bir şey yapalım” derken el yordamıyla yaptığımız bir iştir. 22 Ağustos 1970’te Aliağa grevinde öldürülen sendika başkanı arkadaşım Necmettin Giritlioğlu da o komitedeydi. Daha sonra Metal-İş işçinin gözünden düştü, onun yerini DİSK Maden-İş aldı ve işyerine girdi.
Onlarca yerel Hayır Meclisi’nden bahsediliyor. Böyle nüveler olmadan olmaz. Önce nüveler, “kritik kütleler” oluşacak ki, uygun zamanda daha büyük bir kitleye dönüşecek.
15-16 Haziran olduğunda daha oraya gelmemiştik. Henüz Türk Metal vardı. Ben de cezaevinden yeni çıkmıştım, Ereğli’ye gitmiştim. DİSK’e ve sendikal mücadeleye ket vuracak kanunların çıkarılmasına karşı İstanbul’da eylem hazırlığı yapılıyor haberi gelince, bir arkadaşımla, THKP-C’nin kadrolarından Cengiz Zabcı’yla –Paris’te öldü ya da öldürüldü daha sonra– kalktık İstanbul’a gittik. İstanbul’da nereye gideceksin? İTÜ’nün kantinine. Orası zaten karargâh gibi –Gümüşsuyu’nda Elektrik Fakültesi’nin olduğu yer. İTÜ’lü bir-iki arkadaşla birlikte Eyüp’e gittiğimizde, Silahtarağa’da yürüyüş kolu oluşturanlar Eyüp’e varmıştı. Eyüp merkezde karakolun, kaymakamlığın önüne gidildi. Orada gösteriler yapıldı. Sonra “Hadi TEKEL’e gidelim” dendi. Oralardaki diğer fabrikalarda da epey dolaşıldı. Bunların çoğu DİSK’e bağlı işyerleri değildi. Ama o bölgede başı çeken Demirdöküm vardı, ki onlar Maden-İş’e direnişle gelmişlerdi. O gün döndük dolaştık, akşama doğru şimdi Bilgi Üniversitesi’nin kampüsü olan Silahtarağa Santrali’ne gittik. Hâlâ orada termik santral üniteleri durur. Orada elektrik santrali işgal edildi, konuşmalar yapıldı. Gecenin sonunda dağıldık.
Ertesi gün, esas karşıda bir şeyler olabilir diye Kadıköy’e geçtik. Bostancı’nın eski bir köprüsü vardır, yürüyüş kolu tam oradan inerken biz de katıldık. Bayağı büyük bir kitle, 30-40 bin kişi hareket halinde. Ortalıkta polis, asker yok. Beyazıt ve Boğaz tarafından gelen kollar da var, birleşip 100 bin kişilik bir kitle yapıp şehir merkezini işgal edeceğiz. Amaç buydu. Karşıya geçemeyince Kadıköy Kaymakamlığı’na yöneldik. İşyeri temsilcilerinde sopa filan vardı, ama geri kalan kitle boştu. Çatışmaya giden bir kitle değiliz, ama bir yerde önümüzü keseceklerini de biliyoruz. Kurbağalıdere’de, Fenerbahçe Lisesi’nin oradan Yoğurtçu Parkı’na doğru yol daralır, polis orayı tutmuş. Adamlarla göğüs göğüse geldik, çatışma başladı. Çatışma dediğim kavga; sopalı, coplu, tekmeli, yumruklu… Polis copla girişiyor, sen de sopayla ona… Bende sopa da yoktu, sadece yumruklaştım. Geri çekildiler. Orada bir duraksama oldu. Biz yeniden toparlanıp yürümeye geçtiğimiz anda da ateş açtılar. Telsiz konuşmaları daha sonra ortaya çıktı: “Kadıköy’e sokmayın, ateş edin” emri geliyor. Ateş edildiğinin tanığıyım, yanımda bir çocuk vuruldu. Anlatırım hep: Çocuğun kanı üzerime sıçramış, Cengiz (Zabcı) “sen yaralısın” dedi. “Bir şeyim yok” dedim. Üzerimde mavi bir gömlek vardı. Fiske fiske kan lekeleri… Sonra, zannediyorum o çocuk felç oldu. Yan sokakların birinde, Kızıltoprak civarında arabaya bindirdik, Haydarpaşa Hastanesi’ne gönderdik. Sonradan yaralı ve ölülerin listesine baktığımda, belkemiğine kurşun yemiş bir lise talebesi gördüm. Muhtemelen o çocuk. Göğsünden, başından filan yara almamıştı, ama kımıldayamıyordu.
Kaç yaşındaydınız?
‘70, ‘44, 26 yaşındaydım. Üç kişiydik –ben, Cengiz, Cengiz’in kuzeni Hakkı (Zabcı). Bizi oraya birileri yollamış değil. Kafamıza esiyor, gidelim diyoruz.
Henüz THKP-C yok…
Yok. Kuruluşumuz ‘70 Kasım’ı. Henüz kuruluş aşamasındayız, ama iyi kötü koordine hareket ediyoruz. Kimimiz Siyasal’da, kimimiz ODTÜ’de, kimimiz Ereğli’de, kimimiz İzmir’de, THKP-C’yi inşa etmeye aday bir çevreyiz. 15-16 Haziran sonraki tartışmalarımızda, kuruluş aşamasında ve sonrasında, belirleyici bir yer edindi. Başka türlü de olamazdı, çünkü Gezi gibi bir tepe noktasıydı.
16 Haziran akşamında durum neydi?
Akşam saatlerinde sıkıyönetim ilan edildi. Ertesi günden itibaren hızla 2-3 bin kişi işten çıkarıldı. DİSK’in yöneticileri, o iki gün boyunca aktif olmuş işçi temsilcileri tutuklandı, sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı. DİSK’in yanında duracak, bu birikimi değerlendirecek bir siyasi odak –TİP dahil– yoktu. Sonuçta, o günün koşullarında o büyük işçi hareketi sendikal mücadelenin önünü kesen o yasaları geri püskürttü, ama siyasi bir ifade bulamadı. Nasıl Gezi bir şeye dönüşmedi, 15-16 Haziran da öyle…
16 Haziran gecesi ne yaptınız?
Çok mutlu bir şekilde Ortaköy’de kafaları çektik. Bilincimize kazınan bir harekettir. Müthişti. Sınıf hareketinin bana katkıları çoktur. Kafayı üşütmediysem, sağlıklıysam, bunu sınıf hareketine borçluyum. Sonra, Aliağa’da Necmettin’in (Giritlioğlu) başkanı olduğu Yapı İşçileri Sendikası’nın direnişine katıldım, ağustos ayında, Necmettin’in öldürülmesinden sonra, bir dönem YİS’in başkanlığını yaptım. Sonrasında, 1976’da, DİSK’in Örgütlenme Dairesi’ne girdim. Bunların hepsi bir süreçtir ve iyi ki o süreçlere katılmışım. 15-16 Haziran kişiliğimi şekillendiren olaylardan biridir. O iki gün THKP-C’nin tüm iç tartışmalarını, iç çatışmalarını ve yapısında doğan ayrılığı da derinden etkiledi.
“Şimdi yavaş yavaş pişen bir şey var. Bu farklı” dediniz. O “pişen şey” nedir, geçmiştekilerden farkı ne, biraz daha açar mısınız?
Yaşımın da katkısıyla gözlemlediğim, Türkiye’de bugüne kadar varolan politik yapılarla izah edilemeyecek olan, ama sadece bize özgü de olmayan oluşumların yarattığı yeni bir durum var. Ben de “eski”den geliyorum, kendi hareketlerimizin olumsuzluğunu gördüğüm için –ama olumsuzluğun da getirdiği bir katkı var– ben de bu yaşta oradaki ve buradaki yeni oluşumlarda bir şey yakalıyorum. “Yavaş yavaş pişiyor” dediğim şeyin ilk işaretini Hrant Dink’in cenaze töreninde gördüm. Türkiye’den yirmi yıl uzak kaldıktan sonra –86’da gidip 2006’da döndüm–, Hrant Dink’in cenazesinde 100 bin kişiyi görmek, benim için çok umut vericiydi. 1 Mayıs’ın yasallaşmasıyla kitleselleşen mitinglerdeki hava da öyleydi. Ardından Gezi…
Adalar Hayır Meclisi’ni örnek vereyim. Bu insanların birkaç yıl önce bir araya gelebileceğini düşünemezdim. Ama bugün bir hiyerarşi yaratmadan pekâlâ bir araya gelip –tabii Erdoğan’ın da rolü var– bir şeyler yapar hale geliyorlar. Bu dar bir oluşum, kitlesel değil, ama böyle nüveler oluşmadan olmaz. Onlarca yerel Hayır Meclisi’nden bahsediliyor. Böyle nüveler olmadan uygun koşullarda büyük bir şeye dönüşmesi düşünülemez. Önce nüveler, “kritik kütleler” oluşacak ki, o uygun zamanda –bu CHP’yle ya da Türkiye’de olacak işlerle de ilgili– daha büyük bir kitleye dönüşecek. Bunlar yeni olgular! Gezi sonrasında da oldu böyle şeyler, forumlar yapıldı –tartışmaların nasıl kısırlaştığı biliniyor. Şimdi bunların biraz daha iyisi oluyor. Türkiye’de üç ayrı ülke gözüküyor demiştim. Bir Güney Avrupa-Akdeniz ülkesi var. Bir de muhafazakârlığıyla, Sünniliğiyle, yaşam tarzıyla Ortadoğu’yla akraba bir Orta ve Doğu Anadolu. Üçüncüsü Kürt bölgesi. “Farklı bir şey yavaş yavaş pişiyor” derken kastım Güney Avrupa-Akdeniz bölümü. Diğer iki bölümü ayrıca incelemek lâzım. Metropolleri de içeren cepler olarak Ankara, Eskişehir ve Dersim’de de pekâlâ bahsettiğimiz tarzda yeni oluşumlar ortaya çıkabilir.
Bu yeni oluşumları nasıl tanımlarsınız?
Eski politik kültürlere uymayan bir özelliği var. Eski sol, sosyalist siyaset kültürünün tekçi, yukarıdan aşağı örgütlenen, merkeziyetçi bir üslûbu vardır. Bizim genel siyasi kültürde büyük ölçüde tekçi bir anlayış ağır basar. Başta biraz renkli olsa bile sonra tekçiliğe dönüşür. Hiyerarşiktir. Farklılıklar kabul edilmez. Dünyada bu konuda önemli değişimler oldu. Latin Amerika’da örnekleri var. Nikaragua, El Salvador, hatta başlangıçta Küba… Türkiye’de bir sürü farklı hareket vardı, ama hepsi birbirini reddeden, birbirini yok ederek büyüyebileceğini düşünen ve o anlamda da birbirine karşı tahammülsüz hareketlerdi; böyle bir kültür doğdu. Ve gelişmeyi tıkadı. Solun sıçrama yapabileceği dönemlerde bu kültür engelleyici oldu. 1977 dönemi öyle bir dönemdi; bu karakteristik o sürecin kavrulmasına yol açtı. Sonra ‘80 darbesi hepsini birden ezdi.
Sosyal demokrat partilerin giderek küçüldüğü, fonksiyonlarını yitirdiği ve yeni oluşumların günün mantığına uygun olarak çoğulcu, yatay örgütlenmeler yarattığı bir andayız. Bu, Türkiye’de de böyle bir şeyin tarihi olarak sıçrama yapacağı andır.
Bu olumsuz deneyimlerden çıkarılabilecek sonuçlar var. İnsanlar bu sonuçları çıkarıyorlar mı? Bence çıkarıyorlar. Mesela yasallaştığı dönemdeki 1 Mayıs’lara olumlu bir hava yansıyordu. İnsanlar farklılıkları kabul ederek o alana gelip bir arada bir şeyler yapıyor. O anlamda göreli bir iyileşme var. Bir de bütün bunların üzerine, solun kültürünün dışında, Gezi oldu. Eski hareketler Gezi’ye eklemlendi. Bizatihi o hareketi yaratan unsurlar değildi. Yeni bir kuşakla, yeni bir kültürle yapıldı Gezi. Çok farklı insanların bir arada katıldığı, farklılıkların –klişe lafla– zenginlik olarak algılanabildiği, cüzlerin anlam kazandığı bir kültür ortaya çıkıyor. Son zamanlarda, dünyanın birçok yerinde, özellikle Akdeniz ve Latin Amerika’da gördüğümüz yeni bir siyasi kültür bu. Bütün bunların Türkiye’de bir şeyler şekillendireceğini düşünüyorum. Bir de geleneksel siyasi yapı yıkılıyor. Onu da görmezlikten gelmeyelim. AKP çok yıprandı. Bir daha o eski AKP olabileceğini düşünmüyorum. CHP de bir şeylerin altında kalacakmış gibi geliyor. Bu gidiş oraya çıkar. Hâlâ devlet mekanizmasıyla –o devlet çoktan gitti– bir şeyleri engellemenin peşinde, bu kadar gerçeklikten kopmuş bir yönetimi olan CHP var. Dünyada neoliberalizmin altında kalmış sosyal demokrat partiler çoğunlukta. En son örnek Hollanda İşçi Partisi. Yüzde 40 oyu vardı, yüzde 7’ye indi. Fransa’daki Sosyalist Parti keza, yüzde 6’ya düştü. CHP hangi özelliğiyle kendini koruyacak ki! Sol hem kendi iç dinamiğiyle bir yere geliyor hem de ortaya çıkabileceği dış koşullar uygun. ‘77’deki gibi çok güçlü bir Ecevit olsa böyle şeyleri geciktirebilir. Artık orada da öyle bir şey yok, CHP’nin Fikri Sağlar’a bile tahammülü yok. İç ve dış koşullar bir sıçramayı mümkün kılıyor. Bu illâ olur demek değil. Ama bu sefer daha iyimserim. O geleneksel hareketlerden gelenler bile, hiç olmazsa Haziran Hareketi gibi bir oluşumda buluşabildiler mesela. Bu da bir başarıdır. Onun dışında da Hayır Meclisleri gibi yeni olgular var. Bütün bunlardan özgün bir şeyler çıkabilir. Türkiye’nin o Güney Avrupa-Akdeniz bölgesine benzer kısmında yeni, özgün bir şey çıkabilir. O da diğer bölgeleri, özellikle de Kürdistan’ı etkiler. Biz oradan bu tarafa etkileniyoruz. Bu sefer belki biz buradan orayı etkileyebiliriz. Orta Anadolu’da Allah bilir ne olur! (gülüyor)
Nikaragua’yı vurguladınız, oradaki birleşik mücadeleye bizzat tanık olduğunuzu söylediniz. Oradan çıkan dersler ne?
Aslında bunu THKP-C’nin kuruluşundan başlayarak anlatmak lâzım.
THKP-C’yi enine boyuna konuşmak üzere bir sonraki oturuma bırakıp Sandinistlerden THKP-C’ye doğru gidelim mi? Önceki sohbetlerimizde etkilendiğinizi söylediğiniz filmden, Ateş Altında’dan başlayabiliriz.
Nick Nolte’nin başrolde olduğu Ateş Altında’dan neden etkilendim? Filmi[3] izlemeden önce de ‘78’de, ‘79’da da kim bunlar, orada devrim oluyor diye olup bitenlerden etkilenmiştim. Okuyabildiğim ve Ateş Altında’da gördüğüm kadarıyla şunu sezdim: Başlangıç noktaları benzer olan genç insanların arasında üç farklı görüş çıkıyor ve ayrılıyorlar. Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni kuranlar başlangıçta on kişi. Sadece biri hayatta kalıyor –Tomas Borge. Fakat süreçler içinde üçe bölünüyorlar. Kırsal alanda mücadele yönetmeyi düşünenler “uzun süreli halk savaşı” diyor, Borge de bu ekipten. Şehirlerde proletarya içinde örgütlenmeyi öne çıkaranlar ve bir de Ayaklanmacılar diye şehirli orta sınıfı, küçük burjuvaziyi de diktatörlüğe karşı harekete geçirmeye çalışanlar. Ortega kardeşler Ayaklanmacılar hareketinden. Bölünüyorlar, üç ayrı hareket haline geliyorlar. Fakat sonunda şunu başarıyorlar: Ancak güçlerini bir araya getirerek Somoza diktatörlüğünü devirebileceklerini görüyorlar, Ulusal Koordinasyon olarak birleşerek kendi uzmanlaştıkları alanlardaki eylemlerini birlikte ve koordineli yapmaya başlıyorlar. Biri, kırsal alandaki gerilla hareketiyle Somoza’nın güçlerini inceltirken, diğeri genel grev örgütlüyor, bir diğeri ayaklanma başlatıyor. Üçü birleşince Somoza’yı deviriyorlar. Bunlardan herhangi birinin ya da ikisinin devrim yapması pek mümkün değil. Ancak üçü bir araya geldiği zaman yapılabilecek bir şey.
Teşbihte hata olmaz misali, kabaca THKP-C, THKO ve TİKKO bir araya geliyor…
Ya da 1970’lerin ikinci yarısındaki Dev-Yol, Dev-Sol, Kurtuluş ayrımına benzetilebilir. İllâ birebir benzetmek gerekli değil, önemli olan yolları birleştirmeyi becerebilmiş ve başarmış olmaları.
Nikaragua’ya gidişiniz nasıl oldu?
‘80’lerin ikinci yarısında, Türkiye’den ayrılmayı düşünüyordum zaten. Nikaragua’ya gidip devrimi yaşamayı, en azından katılmayı düşünüyordum. Katılmayı düşündüğüm sıralarda, ABD’nin silahlandırıp desteklediği Kontra’larla çok ciddi bir iç savaş vardı. Gidişim, niyetlendikten dört sene sonra olabildi. Gittiğimde barış sağlanmıştı ve seçim yapılmıştı. Sandinistler seçimi kaybetmişti, ama ordu ve polis henüz onların elindeydi. Orada olduğum dönemde ciddi barikat savaşları vardı. Genel grev de oldu.
Yıl ‘90 mı?
Evet, bunlar ‘90 yazında yaşandı. Sonunda belli bir denge oldu, Kontralar geriledi ve sindi. Bu kısmen benim yaşadığım bir süreç. Burada esas söyleyeceğim, dikkatimi çeken iki durum çok önemli. Birincisi, çoğulcu bir zihniyetle, bu üçlü yapının bir arada hareket edebilmesi. Ve temel olarak da Stalinist bir yapıya dayanmaması. Sandinist hareket Meksika Devrimi’nden etkilenmiştir. Harekete adını veren General Sandino, ‘30’larda Meksika’da bulunmuş biri. Sonunda Nikaragua’da ABD’liler ve işbirlikçiler tarafından öldürülüyor. Sandino Meksika devriminde aktif olan Troçkistlerden ve anarşistlerden çok etkilenmiş, o özellikleri ülkesine taşımış. Sandinistlerin çoğulculuğa yatkınlıkları biraz da oradan. Neden etkilendin derseniz, birincisi bu: Çoğulcu yapı. Farklılıkların dayanışma içinde bir bütünlük sağlamaları.
Burada duralım. Sandinistleri, THKP-C’yi, Rotterdam’ı, Facebook profilinizdeki Bruegel’i, yayına hazırladığınız kitabın adı olan Altıncı Süit’i gelecek sayıya bırakalım.
Express, sayı 153, Haziran 2017
2. bölüm: Altıncı süit
[1] Kara Operasyon Nedir?
https://www.gunzileli.net/2015/10/14/bingol-erdumlu-kara-operasyon-nedir/
[2] 1 Mayıs 1977: https://www.gunzileli.net/2012/05/20/bingol-erdumlu1-mayis-1977/https://www.gunzileli.net/2012/05/20/bingol-erdumlu1-mayis-1977/
Ayrıca, bkz. 1 Mayıs 1977 – İşçi Bayramı Nasıl ve Neden Kana Bulandı, Korhan Atay, Metis, 2013.
[3] Nick Nolte’nin yanısıra, Gene Hackman, Jean-Louis Trintignant, Joanna Cassidy ve Ed Harris’in rol aldığı 1983 ABD yapımı. Yönetmen Roger Spottiswoode.