Koronavirüs yayılmaya başladığından beri Türkiye’de toplam vaka sayısı 200 bini geçti, 11 Temmuz itibarıyla en az 5 bin 344 kişi hayatını kaybetti. 1 Haziran’da kısmi karantinanın azaltılmasının ve büyük çaplı yeniden açılmanın ardından günlük vaka ve yoğun bakımda yatan hasta sayılarındaki artış tedbirlerin kaldırılmasını tartışılır hale getirdi.
2 Haziran’da 800’ün altına düşen günlük doğrulanmış yeni olgu sayısı, 12 Haziran’da 1000’in üstüne, 15 Haziran’da ise 1500’ün üzerine çıktı. Temmuz ayı itibarıyla hâlâ günlük ortalama bin yeni vaka açıklanıyor. 6 Haziran’da 600’ün altına düşen yoğun bakımda yatan hasta sayısı bir ay içinde yüzde 95 artışla 7 Temmuz’da 1152’ye, 3 Haziran’da 261’e düşen entübe edilen hasta sayısı ise yüzde 53 artışla 7 Temmuz’da 400’e yükseldi. 13 Haziran’da 14’e kadar düşen günlük doğrulanmış ölüm sayısı 18 Haziran’da 20’nin, 23 Haziran’da ise 25’in üzerine çıktı ve son üç haftadır günde ortalama olarak yirmi hasta hayata veda ediyor.
Türkiye’de ilk vakanın açıklandığı tarihin üzerinden dört ay geçti. Türkiye ve dünya genelinde salgının seyrini, yaz ortasındaki rakamların geleceğe dair ne söylediğini konuşmak üzere halk sağlığı uzmanı Prof. Dr. Kayıhan Pala ve ABD Pittsburgh Üniversitesi’nden Dr. Ergin Koçyıldırım’a bağlanıyoruz…
Türkiye, koronavirüsle mücadelede 1 Haziran’daki “normalleşme”den bu yana nerede hata yapıyor, bu artış hızlı normalleşmenin sonucu mu?
Kayıhan Pala: Olgu ve ölüm sayılarındaki artış 1 Haziran’da gerçekleştirilen büyük çaplı yeniden açılmanın olumsuz sonuçlarını gösterir niteliktedir. Pandemi belki bir yıldan daha uzun süre boyunca etkisini bütün dünyada sürdürme potansiyeline sahip. Hastalığın etkisi sona ermeden “normalleşme” kavramının kullanılması pandeminin olumsuz sonuçlarının toplum tarafından yeterince güçlü bir biçimde algılanamamasına yol açtı. “Hızlı” ya da “yeni” olarak nitelendirilen normalleşme yerine, kamuya açık alanlar başta olmak üzere, işyerlerinin çalışmaya başlamasını “yeniden açılma” kavramı ile tanımlamak ve hastalığın bulaşmasını engelleyecek veya azaltacak önlemlerle başlangıçta sınırlı olarak işyerlerini açmak uygun bir yaklaşım olurdu. Covid-19 pandemisi kısa sürede sonlanamayacak. Bu nedenle iyi planlanmış bir yeniden açılma zorunluydu ve yeniden açılma öncesinde Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından önerilen ölçütlerin karşılanması gerekirdi. Ancak Covid-19’un bulaşması tam olarak kontrol altına alınamadan erken açılma kararı verildi.
Toplumsal hareketliliği artıran lise ve üniversite sınavlarının etkisini temmuzun ikinci haftasından sonra görmeye başlayabiliriz. Haziran sonu itibarıyla, asemptomatik olanlar da içinde olmak üzere, 200 binin üzerinde aktif hasta olduğu tahmin edilebilir.
Ergin Koçyıldırım: Türkiye, ekonomik sebeplerle, yeniden açılıma şartlar ne olursa olsun başlamak zorunda kaldı. Başından beri kendine has karantina yöntemleri, tedavi protokolleri ve veri paylaşma yöntemleri kullandı. Ancak yeniden açılımın bir an evvel başlamasında amaç, sarsılan ekonomik durumu düzeltmekti. Diğer ülkelere yardım yapmakla övünen iktidar, yine kendi vatandaşından yardım toplamak yoluna gitti. Bu yardımlara bakınca da çok sembolik miktarlarda olduğu görülüyor. Yeniden açılım döneminde elimizde yeterli bir veri olmadığı için de bu adımların doğru ya da yanlış olduğu hakkında kesin yorum yapmak imkânsız.
Açıklamalarınız nedeniyle hakkınızda bir soruşturma başlatıldı. Bu konuda neler söylersiniz?
Pala: Ben bir halk sağlıkçısı ve bir bilim insanıyım. Topluma karşı sorumluluklarım var. Pandemiden önce ve pandemi sırasında bu sorumluluklarımı elden geldiğince yerine getirmeye çalıştım, bundan sonra da yerine getirmek için uğraş vereceğim. Hakkımda açılan soruşturma sürecinde dayanışma gösteren herkese teşekkür ediyorum.
Mayıs ayında “hazirandaki hızlı açılmayla birlikte ay ortasında vakaların yükseldiğini görebiliriz” demiştiniz. O dönemde sürece dair öngörülerinizin gerçekleştiğini düşünüyor musunuz?
Pala: Ne yazık ki epidemiyolojik yöntemlerle dile getirdiğimiz öngörüler gerçekleşti. Toplumsal hareketliliği artıran lise ve üniversite sınavlarının etkisini de temmuz ayının ikinci haftasından sonra görmeye başlayabiliriz. Bakanlık tarafından yürütülen seroprevalans çalışmasında 132 bin kişinin test sonuçlarına göre PCR testi ile bulunan taşıyıcılık oranı yüzde 0,24 olarak açıklandı. Bu durumda, haziran sonu itibarıyla, asemptomatik olanlar da içinde olmak üzere, 200 binin üzerinde aktif hasta olduğu tahmin edilebilir. Eğer zamana bağlı üreme sayısı 1’in üzerinde seyredecek olursa, önümüzdeki günlerde olgu sayılarında ciddi bir azalma gerçekleşmeyebilir.
Hanede yaşayan ortalama kişi sayısının yüksekliği, çalışma koşulları bakımından kişisel koruyucu malzeme ve yeterli fiziksel uzaklığın sağlanamaması ve toplu ulaşımı kullanmak zorunda kalınması hastalığın bulaşması açısından önemli risk etmenleri.
Sağlık Bakanlığı’nın paylaştığı rapora göre, son haftalarda ortalama vaka sayısına baktığımızda Güneydoğu’da ciddi bir artış var. Taziyeler, asker uğurlamaları, düğünler sebep olarak gösteriliyor. Sizce bu veri bize anlatıyor?
Pala: Bakanlık tarafından 1 Temmuz’da yayınlanan rapora göre, son yedi gün içindeki Covid-19 yeni olgu görülme sıklığı (100 bin nüfusta) en yüksek Güneydoğu Anadolu bölgesinde (24,7). Bu bölgeyi İstanbul (19,2) izliyor. Hastalığın Güneydoğu Anadolu bölgesinde son yedi gündeki görülme sıklığı, Sağlık Bakanı tarafından ülkemizin Wuhan’ı olarak nitelendirilen İstanbul’u geride bıraktı. En düşük görülme sıklığı ise Batı Marmara bölgesinde (100 binde 2,1). Raporda ayrıntılar yer almadığı için hastalığın görülme sıklığında bölgeler arasında gözlenen farklılığın nedenleri hakkında bilgi edinilemiyor. Ancak hastalığın görülme sıklığının kalabalık yaşam ve yoksunluklara bağlı olarak artış gösterdiği biliniyor. Hanede yaşayan ortalama kişi sayısının yüksekliği, çalışma koşulları bakımından kişisel koruyucu malzeme ve yeterli fiziksel uzaklığın sağlanamaması ve kalabalık bir biçimde toplu ulaşımı kullanmak zorunda kalınması Covid-19 hastalığının bulaşması açısından önemli risk etmenleri. Taziyeler, asker uğurlamaları, düğünler ve benzeri etkinliklerin de etkisi olmakla birlikte, hastalığının görülme sıklığını artıran sosyal belirleyicilerin önemi gözardı edilmemeli.
Normalleşme sonrası yeni vakalarda yaş ortalamasının düştüğünü görüyoruz. Genç nüfus normalleşme uygulamaları nedeniyle daha fazla hastalanıyor. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?
Koçyıldırım: Hastalığın genç nüfusta daha az öldürücü olması, çok uzun süredir belli yaş gruplarının evde kalmak zorunda olması, üniversite ve liselere giriş sınavları gibi milyonları evden çıkmak zorunda bırakan durumlar hastalıkla ilgili algılarda değişikliğe sebep oldu. Havaların güzel gitmesi, Sağlık Bakanlığı ve Bilim Kurulu’nun salgının kontrol altına alındığına dair demeçleri özellikle genç nüfusun hastalıkla ilgili endişeleri bir yana bırakıp normal yaşantılarına devam etmelerine sebep oldu.
Prof. Dr. Mehmet Ceyhan, “Gördük ki siz vakaları, ayrıca onların temaslılarını bulup izole ettiğinizde de bu belirtisiz kişiler bulaştırmaya devam ettiriyor. Belli bir sayının altına inmenizi önlüyor” dedi. Artışın nedeni bu belirsiz kişiler ve “süper bulaştırıcılar” mı? Böyleyse, Türkiye’nin test stratejisini değiştirmesi gerekmez mi?
Pala: Olgu sayısını azaltabilmenin yolu bulaşı zincirinin kırılmasından geçiyor. Literatürde yer alan bilgiler hastalığa yakalanan herkesin (asemptomatik olgular da içinde olmak üzere) temas ettiği kişilere hastalığı bulaştırabilme potansiyeli olduğunu açık olarak ortaya koyuyor. İyi işleyen bir sağlık sisteminin hastalığı semptomlu ya da semptomsuz geçiren her olguyu bulabilmesi, temaslılarının hasta olup olmadığını belirlemesi ve olası/kuşkulu hastalar da içinde olmak üzere her hastanın bir başka kişiye hastalığı bulaştırmasını önlemek için hastaların sağlıklı kişilerden ayrılmasını sağlaması beklenir. Hastaları bulabilmenin yolu da yalnızca olası hasta tanımına girenlere değil, hem risk grubunda yer alan herkese hem de temaslılara test yapılmasını gerektirir. DSÖ de test yapmanın önemine vurgu yapıyor. Ancak Sağlık Bakanlığı bu yaklaşımı pandeminin en başından bu yana benimsemiş değil.
Vaka sayısı, test sayısı ile doğru orantılıdır. Ne kadar çok test yapılırsa o kadar çok vakaya ulaşılır. Bir anlamda, yapılan testler salgının yaygınlığını ve bulaştırıcılığını anlayabilmenin ve buna bağlı olarak önleyebilmenin önemli bir yoludur. Hastalığın tanısına yönelik olarak Türkiye test stratejisinde “semptomu olanlara test yapan” ülkeler arasında sınıflandırılıyor ve bin kişi başına düşen test sayısı Avrupa’daki bazı ülkelerden düşük seyrediyor. Asemptomatik kişileri bulabilmek için hastaların temaslılarına ve başta sağlık çalışanları olmak üzere pandemi sırasında zorunlu olarak görev yapanlar ile risk gruplarındaki kişilere –belediyelerde atık toplama işçileri, güvenlik görevlileri, gıda satış yerlerinde çalışanlar, pazarcılar, huzurevlerinde kalanlar, vb.– test yapmak uygun bir yaklaşım olabilir. Ancak asemptomatik kişileri bulmak yetmez, bu kişilerin sağlıklı kişilerden ayrılması büyük önem taşıyor.
Etkili bir aşının bulunması söz konusu olmayabilir. Aşı bulunsa bile 2020’de kullanıma girebilme olasılığı çok düşük. Bulunup üretilmesi halinde bile ekonomik ve organizasyonel nedenlerle aşıya erişimin herkes için kolay olmayabileceği öngörülüyor.
Virüse karşı bağışıklık, ilaç ve aşı tedavi yöntemleri üzerine hep konuşuluyor. İspanya’da bağışıklık kazananları tespit etmek amacıyla yürütülen bir araştırmada nüfusun sadece yüzde 5,2’sinin antikor geliştirdiği tespit edildi. Bu oran hâlâ birçok ülkede yüzde 2-3’lerde. Bilim kurulu üyesi Seçil Özkan Türkiye’deki bağışıklık kazanma oranının binde 8 olduğunu söylüyor. Aşı olmadan bağışıklık artık imkânsız denebilir mi?
Pala: Hastalığın toplumsal bağışıklık yoluyla salgın yapabilme özelliğini yitirmesi beklentisi bugün için gerçekçi görünmüyor. Bu nedenle, bağışıklık için etkili bir aşıya duyulan gereksinim açıkça ortada.
Koçyıldırım: Toplum bağışıklığı bölgeden bölgeye değişiklik gösteriyor. New York’ta bu oran yüzde 25 civarında. Toplum bağışıklığı her yeni vakanın tespit edilmesiyle artıyor. Ancak istenilen düzeylere gelmemesi muhtemel. Aşı bu sorunu çözebilecek tek çıkış kapısı olarak görünüyor.
Avustralya’nın ikinci büyük kenti Melbourne’de koronavirüs vakalarındaki artış nedeniyle karantina önlemlerine geri dönüleceği açıklandı. İran’da, Brezilya’da, Hindistan’da, Meksika’da virüs yayılmaya, can kaybı sayıları artmaya devam ediyor. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Koçyıldırım: Zamanında karantina tedbirlerini tam ve doğru şekilde uygulayan ülkeler ve bu ülkelerin bölgelerinde, dünyanın birçok başka bölgesinde gerçekleşen hasta sayılarındaki yeniden yükselmelerin olmadığını görüyoruz. Sosyal mesafe, maske ve el temizliği bunda bir etken tabii ki. Alınan tedbirleri gevşettiğiniz anda yeniden artışlar görülüyor. Ancak, örnek vermek gerekirse, New York gibi zamanında pandemi merkezi olan bir kentte yeniden açılım sabırlı ve emin adımlarla yapıldı. Onca protesto ve sokak gösterisine rağmen hasta sayılarında artış görülmedi.
ABD’de Dr. Anthony Fauci, salgınla mücadelenin iyi yürütülmediğini, “derhal eğilmek gereken ciddi bir durum” olduğunu söyledi. Trump da ölüm oranlarını göstererek “başarılı” olduğunu savundu. ABD’de neler yaşanıyor?
Koçyıldırım: ABD’de, özellikle Florida, Texas ve Arizona’da rakamlar çok ürkütücü boyutta. Bu bölgeden doğru veri akışı da sağlanamıyor. Dr. Fauci son iki aydır Trump’a bir resmi bilgi veremiyor. ABD’de de ekonominin eski haline dönebilmesi için, başta Trump olmak üzere, cumhuriyetçiler valilere baskı yapıyor. Okulların açılması konusunda bir tartışma sürüyor. Çocukların evde kalarak sağlıksız beslenmeleri, sosyal iletişimden uzak olmaları, fiziksel aktivite azlığının da tetiklenmesiyle oluşan durumun koronavirüs salgınından daha ağır olduğunu savunan Amerikan Pediatri Derneği örneğin, tıbbi olarak okulların açılmasını öneriyor.
Oxford Üniversitesi’nin üzerinde çalıştığı aşının sene sonuna kadar piyasaya sürüleceği söyleniyor. Farmakolog Prof. Dr. Mehmet Berktaş, aşının Türkiye’ye en iyi ihtimalle ancak 2021 sonunda ulaşabileceğini, en az kırk-elli ay daha bu hastalığa maruz kalacağımızı söylüyor. Aşı çalışmaları için neler söylersiniz?
Pala: İletişim halinde olduğumuz konuyla ilgili bilim insanları aşı konusunda üç konuyu dile getiriyor: İlk olarak, etkili bir aşının bulunması söz konusu olmayabilir. SARS ile birlikte 2003’ten bu yana koronavirüslerle çalışan bilim insanlarının bir bölümü hastalık etkeni virüse karşı aşı geliştirmenin kolay olamayabileceğini belirtiyorlar. İkinci olarak, aşı bulunsa bile 2020 içinde kullanıma girebilme olasılığının çok düşük olduğu bildiriliyor. Ve üçüncü olarak, aşının bulunup üretilmesi halinde bile ekonomik ve organizasyonel nedenlerle aşıya erişimin herkes için kolay olmayabileceği öngörülüyor. Kısa sürede aşıyla bu hastalıktan korunmanın söz konusu olmadığı, bu nedenle de bulaşma zincirinin kırılmasının giderek daha fazla önem kazandığı anlaşılıyor.
Koçyıldırım: Her zaman hastalığın ortadan kaybolma ihtimali var. Aşının bulunma ihtimali de buna eklenince, sosyal mesafe, maske, ellerin yıkanması gibi tedbirlere dikkat etmekten başka çare yok. Her ülke koronavirüsle mücadelede kendi ülkesine öncelik verecektir. ABD, Avrupa, Çin ve Rusya bu yarışın içinde. Kaldı ki karşılıklı güvensizlikler sebebiyle her öncü ülke, kendi geliştirdiği aşıyı kullanmaya başlayacaktır. Türkiye gibi aşıyı dışarıdan almak zorunda kalacak ülkelere bu aşıların girmesi diğerlerine göre geç olacak. Adil dağıtım meselesine gelince, aşı konusunda nasıl adil olunur, bunu bilmiyorum. Başka ülkelerin öncelik ve adil dağıtımını tartışmadan önce, eğer Türkiye yerli ve milli aşı geliştirebilen ülkelerden birisi olsaydı acaba öncelikleri ne olurdu diye düşünmek lâzım.
“Salgın geri geldi” deniyor. Hiç gitmedi ki geri gelsin. Bu salgının daha uzun süre bizimle birlikte olacağını ve yeni yaşam biçimlerine kendimizi alıştırmamız gerektiğini anlamamız gerekiyor.
DSÖ 4 Temmuz tarihli açıklamasında, Covid-19 hastalarının tedavisinde, sıtma hastalığına karşı etkili olan hidroksiklorokin ilacı ile HIV virüsüne karşı kullanılan lopinavir ve ritonavir ilaçlarının denemelerini durdurduğunu açıkladı. Klinik bulgular ve araştırma sonuçları ilaç tedavisi hakkında ne söylüyor?
Pala: Bugüne kadar yapılan araştırmalar hastalığa karşı etkili bir ilacın henüz söz konusu olmadığını, bazı ilaçların hastalığın seyri sırasında olumlu etkilerinin olabileceğini ortaya koyuyor. Ülkemizde yaygın olarak kullanılan hidroksiklorokin ile ilgili son yayınlar, ilacın Covid-19’a olumlu bir etkisinin olmadığı, hatta bazı yan etkiler nedeniyle hastalara zarar verebilmesinin söz konusu olduğu yönünde.
Peki önümüzdeki süreçte bizi ne bekliyor sizce?
Pala: Temmuz ve ağustos aylarında, DSÖ’nün de belirttiği gibi, hastalık etkisini sürdürecek gibi görünüyor. Bilindiği gibi, pandemi sırasında bütün dünyada günlük olgu sayısı en yüksek olarak haziran ayında gerçekleşti. Son birkaç aydır gerek ülkeler içinde, gerekse de ülkeler arasında yolculukların da başlamasının etkisiyle yaz aylarında ciddi bir azalma olması beklenmiyor. Eylülden itibaren mevsimsel grip olgularında artış olabileceği öngörüsü, pandeminin etkisini derinleştirme ve bazı ülkelerde ikinci dalganın yaşanması potansiyelini gösteriyor. Bu nedenle çeşitli ülkelerde şimdiden toplumsal hareketliliği azaltacak bazı önlemler –uzaktan eğitim modelleri, büyük katılımlı sınavların iptali, büyük katılımlı toplantılardan vazgeçilmesi, vb.– tartışılıyor. Ülkemizin de bilimsel bir izdüşümle risk değerlendirmesi yaparak çeşitli senaryolar üzerinden eylem planları yapması gerekiyor.
Koçyıldırım: “Salgın geri geldi” deniyor. Salgın hiç gitmedi ki geri gelsin. Bu salgının daha uzun süre bizimle birlikte olacağını ve yeni yaşam biçimlerine kendimizi alıştırmamız gerektiğini anlamamız gerekiyor. Ancak şunu da unutmamalı ki, gezegenimiz nice salgınlar, afetler ve nüfusu etkileyecek olaylar geçirdi. Sonunda her defasında yaşam yine kendi dengesini bulmuş ve ona geri dönmüş. Bu sebeple olumlu düşünmekte her zaman fayda var.