Kitapta ele aldığınız döneme (2002-2022) geçmeden önce bugünkü manzaradan söz edelim biraz. Şu anda üniversite ortamındaki genel atmosferi nasıl görüyorsunuz? Üniversitenin genel bir fotoğrafını çeksek, odağında bugün ne olur?
Cem Özatalay: Aslında kitapta ele aldığımız 2000’lerin ilk yıllarında başlayan dönemin içindeyiz hâlâ. Tabii Gezi dönemini, hemen öncesi ve sonrasını da dahil ederek, istisnai bir zaman aralığı olarak görebiliriz. Kendi üniversitem Galatasaray Üniversitesi’nden söz edecek olursam, Gezi’nin öncesi ve hemen sonrasındaki demokratik ortamın bir süre daha devam ettiğini söyleyebilirim. Gezi sırasında tüm üniversite bileşenleriyle birlikte GSÜ Meclis’i oluşturmuştuk, sözümüzün üniversite yönetimi tarafından dinlenmek zorunda olduğu bir ortam söz konusuydu. Bu sürecin başlangıcını Gezi öncesine, 2010’a, öğrencilerimizden Cihan Kırmızıgül’ün yargılandığı meşhur “poşu davası”na kadar götürebiliriz. Siyasetle alâkasız diyebileceğiniz öğrenciler ve akademisyenler bile duruşmalara gider olmuştu. Bizim üniversitede bu demokratik hava 15 Temmuz sonrası bozuldu.
Bu Suça Ortak Olmayacağız bildirisinin (11 Ocak 2016) hemen ertesinde değil, bir süre sonra yani, öyle mi?
İmzadan sonra, güç dengesi hemen değişmedi; bir süre daha lehimize bir ortam devam etti. Fakat darbeyi takiben ilan edilen OHAL’den sonra bence üniversiteler tamamen kaybedildi. Şahsen o zamandan bugüne üniversitenin kapısından girmek istemediğim çok zaman oldu. Bir yandan, aralarında çok sayıda arkadaşımın da bulunduğu birçok akademisyenin üniversitelerden ihraç edilmiş, istifaya ya da emekliliğe zorlanmış olmasının üzerimde yarattığı manevi yükten ötürü, diğer yandan da bizzat gördüğüm muameleden ötürü… Özellikle de Ağır Ceza Mahkemesi tarafından hakkımızda dava açıldığı 2017 Ekim ayından itibaren üniversitedeki imzacılar olarak ciddi anlamda mobbinge uğradık, görevlendirme taleplerimiz reddedildi, konferanslara gönderilmedik… Gerekçe olarak da üniversite yönetiminin teröre yardım yapar duruma düşmek istememesi gösterildi. Terörist olarak yaftalandık. Bu ortamda üniversite içerisindeki güç dengesi adım adım değişti, demokrasinin esamisi kalmadı.
Emine Sevim: Benim durumum biraz daha karmaşık. Araştırma görevlisi olarak çalıştığım Munzur Üniversitesi’ndeki işimden ihraç edildim. O sırada yüksek lisans öğrencisiydim, şu anda Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde doktoraya devam ediyorum. Bugün durduğum yerden üniversiteye hem öğrenci hem de ihraç edilmiş akademisyen gözüyle bakıyorum. İçinde miyim, dışında mı? Tam kavrayamadığım, fakat iki tarafı da sürekli gözlemlediğim bir konum bu. Bu arada, Cem’in de sözünü ettiği OHAL’le birlikte yaşanan kırılmayı anlamak açısından o dönem hazırlanan raporları incelemek çok faydalı. Örneğin, İzmir’den arkadaşların katkılarıyla kaleme alınan Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) raporlarında da İnsan Hakları Okulu raporlarında da mikro kozmoslarda dönen baskı hikâyelerini, yıldırma, sözleşme kesme, ihraç etme, ihraç etmeden önce tehdit etme gibi envai çeşit hak ihlalini görmek mümkün.
Öğrencilerin günümüzdeki durumuna dair izlenimleriniz nasıl?
Cem: Öğrenciler de ülkenin değişimlerine paralel olarak değişiyor tabii. 2010’lardaki öğrenci profili farklıydı. Belki bunun jenerasyonel bir boyutu da var. Bu konuda özel bir araştırma yapmış değilim ama, şöyle bir tahminde bulunabilirim: 2010’ların başında üniversitelerde öğrenim görmeye başlayan ve bir kısmı o dönem Gezi’ye aktif şekilde katılmış olan gençlerin önemli bir kısmının anne babaları ‘80’lerde gençliklerini, politik sosyalizasyonlarını yaşamış, ‘90’larda çocuk sahibi olmuş kişiler. Dolayısıyla, bu anne babalar 1970’lerin atmosferini ilk gençliklerinde de olsa solumuş, o ortamı ve sonrasında yaşanan darbeyi bir biçimde hissetmiş ve çocuklarına duyarlılıklarını bir ölçüde aktarmışlar. Bence o kuşağa mensup gençler bir hayli duyarlıydı. Bugün üniversite çağında olan kuşağın –ki belki de Muharrem İnce’nin 2023’teki cumhurbaşkanlığı adaylığına dair bir umut besleyebilmeleri nedeniyle “Muharrem İnce kuşağı” demeli onlara– anne babalarıysa 1990’larda gençliklerini yaşamış, politik sosyalizasyon süreçlerini kat etmiş, 2000’lerin başlarında çocuk sahibi olmuş kişiler… Malûm, ‘90’lar pek hoş bir dönem değildi: Bir tarafta kirli bir savaş, öte tarafta Televole’ler, “eller havaya” durumları… Beyaz yakalıların kendilerini ayrıcalıklı hissettikleri, Beyaz Türklüğün ortaya çıktığı bir dönem… O dönemin eğitimli gençlerinin Kürt olmayan, Alevi olmayan, kimliği nedeniyle ayrımcılığa uğramayan kesiminde siyasete katılmamak hâkim eğilimdi. Elbette o dönemde yetişen anne babalar da muhalif bugün, iktidardan ve genel anlamda Türkiye’den hiç memnun değiller, ama siyasetle kurdukları ilişki önceki kuşaklarınkine benzemiyor. Daha gündelik, bireysel çıkarları kollayan bir tavrın ağır basması söz konusu, “bir yolunu bulup çocuğu yurtdışına yollayalım” tavrı yaygın örneğin. Bu demek değil ki bugünkü gençler tamamen duyarsız, ama 2010’lardaki öğrencilerde toplumsal ve siyasi duyarlılık oransal olarak daha fazlaydı ve genel tavır daha ortaklaşmacıydı. Bugün de bir politizasyon var gibi, ama tam olarak itirazını sese dönüştüren bir politizasyon değil bu; çok bireysel, kolektivist değil. Albert Hirschman’ın çıkış-ses-sadakat modeline referansla söyleyecek olursak, Gezi kuşağı daha çok ses çıkarma tavrını benimsiyorken, bugünkü gençler çıkış tavrına yatkın.
Bugün en çarpıcı olan, öğrencilerin taleplerinin giderek “yaşam hakkı”na kadar düşmüş olması. Daha geniş bireysel hak ve özgürlüklere ya da “başka bir üniversite”ye yönelik siyasal, sosyal, kültürel talepler değil, nasıl hayatta kalabiliriz, nasıl ölmeyiz kaygısıyla dile getirilen talepler bunlar.
Öğrencilerle ilgili en sarsıcı gündemlerden biri geçtiğimiz günlerde (16 Şubat 2024) ilk duruşması görülen Aydın’da Kredi ve Yurtlar Genel Müdürlüğü’ne (KYK) bağlı Güzelhisar Kız Öğrenci Yurdu’nda meydana gelen (25 Ekim 2023) ve 22 yaşındaki Zeren Ertaş’ın hayatını kaybettiği asansör “kazası”ydı. Ayrıca, bu olaydan önce ve sonra okuduğumuz yurtlarda intihar eden öğrenci haberleri… Giderek daha sık adını duyduğumuz Barınamıyoruz hareketi… Kitabınızın ilk bölümünde aktarılan deneyimlerden biri 2019’da ODTÜ içindeki Kavaklık arazisine inşa edilmek istenen KYK yurduna karşı yürütülen direniş. KYK yurtlarında bugünlerde yaşananlar, Aydın’daki olay üzerine hemen hemen bütün şehirlerde öğrencilerin sokakta ve sosyal medyada yükselttiği, kısa süre sonra da sönen tepki bize ne söylüyor?
Emine: Bugün en çarpıcı olan, taleplerin artık giderek “yaşam hakkı”na kadar düşmüş olması. Daha geniş bireysel hak ve özgürlüklere ya da “başka bir üniversite”ye yönelik siyasal, sosyal, kültürel talepler değil, nasıl hayatta kalabiliriz, nasıl ölmeyiz kaygısıyla dile getirilen talepler bunlar. Bugün KYK’deki acı vakaları tartışabilmek için bence olayların biraz öncesine bakmak gerek. Örneğin, depremzede öğrencilere yeterli destek sağlanamadığı gibi diğer illerdeki öğrenciler yurtlarından çıkarıldı, yurtlar başka amaçlarla kullanıldı, onun öncesinde de üniversiteliler neredeyse üç sene boyunca online eğitime mahkûm olmuşlardı. Dolayısıyla öğrencinin üniversiteyle ve KYK yurduyla kurduğu ilişki bambaşka artık. Bugün yurtta kalan öğrenci deprem hafızasını da taşıyor, okula gidip gelemediği dönemin hafızasını da taşıyor, civarda ev bulamayacağı için sokakta kalma korkusunu da yaşıyor; sonuçta bir yaşam savaşı veriyor.
KYK yurtlarına özellikle kadın öğrencilerin hayatlarını biçimlendirmek, onları zapturapta almak gibi bir işlev de yükleniyor mu? Büyük çoğunluğu yetişkin olan bu öğrencilerin kılık kıyafetine karışılması, giriş çıkış saatlerinin çok sıkı denetlenmesi, din sohbetleri gibi etkinlikler düzenlenmesi yurtlara ideolojik bir işlev yüklendiğini de göstermiyor mu?
Cem: Barınamıyoruz hareketinden öğrencilerim olmuştu, öncesinde yurtta kalıyorlardı, ancak bu harekete katıldıktan sonra kalamaz oldular. Çok net olarak “makbul öğrenci” yetiştirme stratejisinin ağır bastığını görüyoruz. Bu strateji makbul görülmeyenlerin derhal dışlanması dinamiğini de içeriyor. En ufak bir eyleme katıldınız mı, yurttan atılabilirsiniz. Ben öğrenciyken, yani ’90’lı yılların ilk yarısında, örneğin üniversiteden alınıp işkence görebilirdiniz, tutuklanıp birkaç ay cezaevinde kalabilirdiniz, bütün bu riskler vardı, ama hüküm giymediğiniz sürece, çıktığınız zaman okula devam edip mezun olabilirdiniz. Bugün öğrencilerin en ufak bir eylemi, hatta bir sosyal medya paylaşımı bile “disiplin” soruşturmasına konu olabiliyor. Böyle bir durumda da haklarını bir bir kaybediyorlar, yurttan atılıyorlar, hatta üniversiteyle ilişkileri bile kesilebiliyor. Yurttan atıldığınızda da kiralar artık çok yüksek olduğu için barınamama sorunuyla karşı karşıya geliyorsunuz. Sözünü ettiğiniz ODTÜ’deki KYK yurdu karşıtı eylemlerin de “makbul öğrenci” meselesiyle ilgili bir yanı var. Kampüsün içine bir bina dikiyorsunuz, oraya o kurumda okumayan öğrenciler gelip gitmeye başlıyor, onların seçimi de birtakım partizanlık ilişkileri üzerinden yapılıyor, böylece oranın dokusunu içeriden, bir Truva atı sokmuşçasına değiştirebiliyorsunuz.
İşin başka bir önemli boyutu daha var bence. Kredi Yurtlar Kurumu ve yurtları aslında birer bina ve birer inşaat demek. Son yıllarda, rektörlerin ve yardımcılarının profilleri ortak bir örüntüyü yansıtıyor. Eğer üniversitede hukuk fakültesi varsa mutlaka bir hukukçu yönetimde yer alıyor. Zira hukukun otoriter statükonun devamı için etkin kullanılması önemseniyor. Bir diğer olmazsa olmaz ise inşaat işlerinden anlayan bir yönetici. Eskiden, yani 2010’lardan önce o kadar da olmayan bir şey bu. Yeni dönemde sürekli ihalelere çıkılıyor, bir yerler onarılıyor, bir yerlere ilaveler yapılıyor, birtakım taşeron firmalara iş veriliyor. Sonuçta inşaat her üniversitede sürekli olarak gündemde ve önemli bir faaliyet.
Bugünün üniversite fotoğrafının bir başka önemli boyutu da KHK’larla üniversiteden ihraç edilen BAK’çılar. Bazı akademisyenler göreve iade edilirken bazıları edilmiyor. Barış İmzacıları’nın göreve iade edilme/edilmeme sürecini nasıl yorumluyorsunuz?
Cem: İmza süreci ve sonrasında yaşananlarla ilgili hep birtakım örüntüler çıkarmaya çalıştık. Her aşamada “Ne yaparsak ne oluyor? Sonuç nereye varır?” gibi sorular sorduk. Örneğin, bazı özel üniversiteler akademisyenleri işten çıkarırken bazısı çıkarmadı. Bazı devlet üniversiteleri hemen uzaklaştırma cezaları verirken bazıları göstermelik disiplin soruşturmaları açıp konuyu kapattı. Özellikle OHAL döneminde ihraçların başlamasından itibaren, örüntüsüzlük, kuralsızlık, keyfilik daha da bariz bir hal aldı; bir dekanın ya da başka bir yöneticinin isminizi listeye eklemesiyle üniversiteden atılabiliyordunuz. Bu kez de “Herkes mi atılacak?” sorusunu sormaya başladık. Bugün atılanların göreve iadesi konusunda da benzer bir belirsizlik, keyfilik durumu hâkim. Aslında bütün faşizmlerin ortak özelliği bu: Yarın ne olacağını bilememe hali, sürekli olarak “Her an başıma bir şey gelebilir” duygusu… Ancak yine de neoliberalizm öncesi “eski” faşizmlerde bir tutarlılık, ortak bir örüntü bulabilirdiniz. Sanıyorum neoliberalizm günümüzdeki “yeni” faşizme de karakterini veriyor. Zira neoliberal zihniyetin ayırt edici yönü her türlü güvenceye, korunaklılığa son verme eğiliminde olması. 50d asistanlık statüsü bunun bir örneğiydi. Özel üniversitelerde zaten senelik sözleşmelere dayanan belirsizlik üzerine kurulu bir işleyiş vardı. Sonuçta, devletin cezalandırma mekanizmalarındaki keyfilikle ve de piyasanın dayattığı eğretilikle karakterize olan “yeni faşizm” akademiyi de tamamen güvencesiz bir yer haline getirmiş durumda.
Emine: Benim bu konuda spesifik bir örneğim olacak. KHK’lar sonrasında itiraz için OHAL Komisyonu adı altında bir ara mercii devreye soktular. Bütün dosyalarımız buraya teslim edildi. Aynı dönemde bir de şöyle bir kural uyduruldu: Olur da OHAL Komisyonu sizi işinize iade ederse aynı yere dönemeyeceksiniz, bunun yerine üç tercihte bulunacaksınız. Bu kural bizi o kadar uzun süre uğraştırdı ki… Yıllarca bunu tartıştık, dönersek nereleri tercih ederiz, atıldığı fakülteye dönmek isteyen nasıl dava açar, sürekli bunları konuştuk, konuyla ilgili bir külliyat oluşturduk. Sonuçta ne oldu? Bu kural uygulanmadı, çünkü Komisyon hepimize ret verdikten sonra konu İdare Mahkemesi’ne intikal etti, eski yerimize dönüp dönmeyeceğimiz konusunda tartışmaya gerek kalmadı. Böylelikle yıllarca aslında hayali bir konu üzerine politika üretmiş duruma düştük. Dolayısıyla, bu keyfilik ve belirsizlik büyük bir zaman ve enerji kaybı anlamına da geliyor. Mücadeleyi çok zorlaştıran bir şey bu. En zoru da karşımızda bir muhatabın olmaması. Uzun uzun ne yapabileceğimizi tartışıyoruz, fakat sorularımızın hiçbirinin muhatabı yok. Bir hayaletle dövüşmek gibi.
Üniversiteden atılanların göreve iadesinde de belirsizlik, keyfilik hâkim. Neoliberalizm “yeni” faşizme de karakterini veriyor. Devletin cezalandırma mekanizmalarındaki keyfilikle ve piyasanın dayattığı eğretilikle karakterize olan “yeni faşizm” akademiyi de tamamen güvencesiz bir yer haline getirdi.
Kitapta ele alınan temalarla da ilişkili olarak, geçtiğimiz aylarda yaşanmış çarpıcı sahnelerden biri geliyor aklımıza. 9 Eylül Üniversitesi’nde yemek zamlarını protesto eden öğrencilerin videoları dolaşmıştı sosyal medyada. Eylemi yapan öğrenciler yaka paça gözaltına alınırken, aynı salondaki, hatta aynı masadaki öğrencilerin büyük kısmı yemeğini yemeye devam ediyordu. 1970’li yıllarda düşünülemeyecek bir sahne bu. Bu durum bize neyi gösteriyor? Korku mu, kaygı, kayıtsızlık ya da çaresizlik mi?
Cem: Sadece öğrenciler üzerinden bakmayalım, bütün üniversiteleri o yemekhane gibi düşünelim. Neticede 400’ü aşkın arkadaşımız, meslektaşımız işten atıldı, ama bizler devam ettik çalışmaya. Tamam, bazılarımız arkadaşlarımızı yalnız bırakmamaya çalıştı, ama birçoğumuz da hayatına devam etti. 1980’lerde, 1402’likler döneminde dekanlar da dahil birçok hoca istifa etmişti, ama BAK olayında bunun çok az örneği görüldü. Dolayısıyla akademisyenlere bakıldığında da böyle bir durum var. Bunun nedeni nedir tartışmak gerek. Acaba neoliberal rekabet düzenini içselleştirmiş bir öğrenci ve akademisyen kuşağı mıyız biz? Bir tür sosyal Darwinciliği mi kabul ediyoruz? Sistemin kurmak istediği yapı da bu aslında. Ama buna karşı, kitapta da araştırmaya çalıştığımız türden, dayanışmayı zorlayan bir ivme de var. Ne olursa olsun insanları ortalıkta bırakmamaya yönelik bir dinamik de çıkıyor ortaya: Tutuklanan öğrencisinin peşinden koşmaya çalışan akademisyenler, atılan arkadaşını yalnız bırakmayan insanlar, bunlar elbette çoğunluk değil, ama varlar. Kitaptaki asıl derdimiz de bu tür deneyimlerin altını çizmek, onların unutulmamasını sağlamaktı.
Emine: Bu hikâyenin rengini değiştiren bir etken daha var. Özellikle 2008 ve sonrası dönemde, özel üniversitelerin patlama yapmasıyla, Bologna sürecinin somutlaşmasıyla, teknokentlerin gelişimiyle ve nihayet pandemi zamanı uzaktan eğitime geçilmesiyle katmerlenen bir şirket istilası söz konusu üniversitelerde. Üniversite-sanayi iş birliğiyle ilgili YÖK belgeleri sermayeye nasıl alan açıldığını açıkça ortaya koyuyor. Bütün bu gelişmeler de bu tür dayanışmaları neredeyse imkânsız kılıyor. Yalnızlaşma da bunun bir parçası.
Biraz da kitabın hazırlık sürecinden söz edelim isterseniz.
Cem: Kitabı yapma fikri akademisyenlik kariyeri hem üniversitenin neoliberal dönüşümünün doğurduğu adaletsizliklerle karşı karşıya kalmak, hem de –belki de daha çok da– bunlara boyun eğmemekle, bunlara karşı sesini çıkarmakla geçmiş olan Serdar Değirmencioğlu’na ait. Aslında kişisel tanışıklığımız yoktu kendisiyle. O da imzacıydı ve imzanın hemen akabinde çalışmakta olduğu özel üniversiteden atılmıştı. Sanıyorum beni BAK’taki yazışmalardan tanıyordu. Bana ulaştı ve üniversitelerdeki direniş ve dayanışma deneyimlerini anlatan bir kitap hazırlama fikrinden söz etti. O dönem elimden geldiğince BAK içindeki dayanışma faaliyetlerinde yer almaya gayret ediyordum. Öneriyi hemen kabul ettim. Yalnızca akademisyenlik dönemimi değil, kendi öğrencilik dönemimi de düşündüm. Üniversite işgali dahil birçok eylemde yer almıştım. Ancak, kayıt altına alınmadığı takdirde birçok şey unutulup gidiyordu. Serdar’ın 2000 sonrası verilen mücadeleleri, sergilenen direniş ve dayanışma pratiklerini bir kitapta bir araya getirme önerisi bu nedenle aklıma yattı.
En başta bir dönemlendirme söz konusu muydu?
Evet, 2000’li yılları, yani kabaca AKP dönemini ele almayı düşünmüştük. Uzarsa cumhuriyetin kuruluşuna kadar gider yoksa bu hikâye.
400’ü aşkın arkadaşımız, meslektaşımız işten atıldı, ama bizler devam ettik çalışmaya. Bazılarımız arkadaşlarımızı yalnız bırakmamaya çalıştı, ama birçoğumuz da hayatına devam etti. Neoliberal rekabet düzenini içselleştirmiş bir öğrenci ve akademisyen kuşağı mıyız? Bir tür sosyal Darwinciliği mi kabul ediyoruz?
Editoryal ekip nasıl oluştu?
Benim önerimle Emine de dahil oldu. Belli bir yaşın üzerindeki iki erkek olarak üniversitedeki dayanışma ve direnişi doğru temsil etmediğimizi düşündüm. Emine’yi Dersim’deki işinden atıldıktan sonra, Kampüssüzler hareketi bağlamında tanımıştım. Sonrasında, Emine İstanbul’a geldiğinde, imzacı akademisyenler olarak Kadıköy’de Nuriye Gülmen ve Semih Özakça için yaptığımız dayanışma eylemleri sırasında uzunca sohbet etme şansımız oldu. Emine hem bizden daha genç kuşaktan hem de akademik hiyerarşi açısından başlangıç aşamasına daha yakın. Temelde üçümüz de birbirimizi yakından tanımıyorduk. Bu açıdan ilginç bir hikâye. Birlikte iki sene kitap için neredeyse haftalık rutin toplantılar içeren mesai yapmamıza karşın sürgün olduğu için Serdar’la da sadece bir kez yurtdışında yüz yüze oturup konuşma, tanışma şansına sahip olabildik.
Emine: Dayanışma Akademileri’nde sürdürdüğümüz, Kampüssüzler’le başlayıp Birarada Derneği’ne doğru giden faaliyetlerde bazı arkadaşlarla akademiye eleştirel yaklaşan çalışmalar kurgulamaya başlamıştık. Sonradan Eleştirel Akademi Okumaları başlığını alacak olan bir çalışma kapsamında meseleye hem siyasi iktisat hem tarih hem de felsefe açısından yaklaşıyorduk. Buna ilaveten, Dersim’de göreve başladığım dönemde üniversitenin kenti nasıl etkilediğini araştırmıştım. Dolayısıyla, Serdar ve Cem bana kitap fikriyle ilgili yazdıklarında zaten bu konulara bir ilgim vardı. Bununla birlikte, özellikle kadın-erkek beraber çalışma konusunda çekincelerim vardı. Fakat, gönül rahatlığıyla ortaya koyabildiğimiz ortak bir politik hattın olduğunu ve her şeyin bunun üzerine inşa edilebileceğini düşündüm. Son 20 yılın deneyimleri üzerine bir çalışma yapılması fikri sonuçta bana bayağı önemli geldi.
Katkıda bulunan yazarları seçerken ne tür kriterleri gözettiniz?
Cem: Mücadele biçimleriyle ilgili çeşitliliğin olmasına dikkat ettik öncelikle. Üniversitedeki baskının farklı boyutlarını ve buna karşı direnmiş ya da dayanışma çalışmasına girmiş farklı insanları ve grupları yansıtmayı amaçladık.
Emine: Öte yandan, bir sınırlandırma da getirmedik. Başta bir açık çağrı hazırladık ve başvuran tüm yazıları kabul ettik. Ayrıca özel olarak yazı istediklerimiz de oldu, zira kitapta mutlaka olması gerektiğini düşündüğümüz, ancak çağrıya cevap vermemiş kişi ya da gruplara ulaşmak istedik. Buna karşılık, başta çağrımıza cevap verip sonradan yazı göndermekten vazgeçen ya da hazırlık sürecindeyken bırakmak durumunda kalan arkadaşlarımız da oldu.
Büyük eksiklik olduğunu düşündüğünüz temalar var mı?
Cem: Örneğin toplumsal cinsiyet konusunda çok zayıf kaldı kitap. Üniversitelerde özellikle YÖK toplumsal cinsiyet politika belgesini kaldırdıktan sonra tırmanan bir baskı ve sansür var. Üstelik son dönemde cinsel taciz ve saldırıya karşı öğrencilerin başvurabilecekleri eşitlik birimleri de işlevsizleştiriliyor ya da kapatılıyor. LGBTİ+’lara yönelen korkunç şiddete ise herkes tanık oluyor. Bu alanlardaki direnişleri temsil eden örnekleri dahil etmek için çok uğraştık, tek tek insanlardan rica ettik, fakat sonuç alamadık. Hazırlık sürecine giren bir-iki yazar oldu, ama onlar da yarım kaldı.
Tutuklanan öğrencisinin peşinden koşmaya çalışan akademisyenler, atılan arkadaşını yalnız bırakmayan insanlar, bunlar elbette çoğunluk değil, ama varlar. Kitaptaki asıl derdimiz de bu tür deneyimlerin altını çizmek, onların unutulmamasını sağlamaktı.
Editör yazılarından birinde insanların deneyimlerini yazmakta zorlandıklarına dair bir tespit var. Bu zorluğun sebebi neydi sizce?
Cem: Farklı sebepleri vardı bence. O sırada zor bir dönemden geçenler vardı örneğin. KHK’lı olmak ve ihraç edilmek ağır bir deneyim. Bazı durumlarda insanların aile hayatı derinden etkilendi, o kadar çok evlilik, birliktelik, dostluk yıkıldı ki… Ayrıca hayat karşısında genel bir yıpranmışlık ve tükenmişlik de söz konusuydu. Bazı kişiler o defteri kapatıp yeni bir sayfayı açmanın mücadelesini veriyordu. Bizim onlardan deneyimlerini yazmalarını istememiz, onları yaşadıkları travmatik sürece yeniden döndürmek anlamına geliyordu.
Emine: Bir zorluk da öfkeyi yansıtmakla ilgili. Olumsuz durumlara yol açan bir özneye ya da olaya odaklanıp her şeyi aynı duygu yoğunluğuyla aktarma isteği karşımıza çıktı örneğin. Bazen üretkenliği ya da farklı ifade imkânlarını sınırlandırıyor bu türden duygu yoğunlukları. Belki post-travmatik durumun bir parçası bu.
Cem: Yazarlarla yaptığımız toplantılarda çok ağır, çok zor anlar yaşadık. Sonuçta hazmedilmesi kolay olmayan birçok olay üzerine konuşmamız gerekiyordu. Elbette yazarların konunun duygusal boyutunu da yazması gerekiyordu. Ama bazen ortaya çıkan şey bir yazıdan ziyade bir iç dökme metni olabiliyordu. Bazen de değerlendirme çok öznel olabiliyordu. Çünkü insanlar sonuçlarından çok etkilendiklerinde başlarına gelen şeyi sanki tamamen kendileriyle ilgiliymiş gibi anlatma eğiliminde olabiliyorlar.
Neticede siz bireysel tecrübeyle toplumsal ve siyasal olanın kesişiminin anlatılmasını istiyordunuz, doğru mu?
Cem: Evet, ama bu ikisi arasındaki dengenin tutturulabilmesi çok az yazıda mümkün olabildi. Bazı yazılarda bireysel deneyim hiç aktarılamıyordu, bazılarında ise bireysel deneyimin ötesine geçilemiyordu. Editoryal müdahalelerimiz tamamen bu dengeyi bir nebze olsun sağlayabilmeye yönelik oldu. Bazı müdahalelerimizde amacımıza ulaşabildik, ama kuşkusuz daha az başarılı olabildiğimiz durumlar da oldu.
Sonuçta içinize sindi mi kitap?
Cem: Bundan 10-15 yıl sonra Türkiye’deki üniversitelerin 2000’lerdeki durumunu incelemek isteyen bir araştırmacı bu kitabı bir kaynak olarak kullanır diye düşünüyorum. Ama sonuçta daha iyi olabilirdi tabii. Bitmiş olması önemliydi bence. (gülüyor) Yorucu bir süreçti, üçümüz aramızda sürekli uzaktan toplantı yapıyorduk, bir de tabii katkı sunan çok sayıda yazar vardı. İki yıl boyunca bu yoğunluğu sürdürmek yorucuydu.
Barış Ünlü kitaptaki yazısında “doğallığın bozulması, bazı kıymetli şeylerin yitirilmesi, o doğallık ve kıymetli şeyler üzerine daha fazla ve belki daha iyi düşünmemizi sağlayabilir” diyor. Süreyya Karacabey de önsözde “kırılma anlarında, aniden sizi dışarıda bırakan bir akışa her zaman baktığınızdan daha farklı bakarsınız” diyor ve kitaptaki yazıların odağında “akademiyi ‘kurtarmak’ ya da mevcut akademiden ‘kurtulmak’” olduğunu söylüyor. Ne dersiniz, üniversite içeriden ya da dışarıdan değiştirilebilir, dönüştürülebilir mi?
Emine: İçerisi ve dışarısı arasındaki ayrımın giderek karmaşıklaştığı bir dönemdeyiz. Biraz önce söylediğim gibi, benim üniversiteyle ilişkim hep değişip durdu. Ancak, tüm bu süreç boyunca bağımsız bir akademi ideali her zaman mevcuttu benim için. İçeride veya dışarıda olmamız fark etmeksizin, bu fikri her yerde savunmanın bir yolunu buluyoruz. Kendi adıma, üniversite dışındaki alanlarda kurduğumuz akademilerde kendimi daha özgür hissediyorum. Bu nedenle de bu ortamların akademik özgürlükler ve eleştirel bilgi üretimi için çok önemli bir zemin sağladıklarını düşünüyorum.
KHK’lı olmak ve ihraç edilmek ağır bir deneyim. Bazı durumlarda insanların aile hayatı derinden etkilendi, o kadar çok evlilik, birliktelik, dostluk yıkıldı ki… Ayrıca hayat karşısında genel bir yıpranmışlık ve tükenmişlik de söz konusuydu. Bizim onlardan deneyimlerini yazmalarını istememiz onları yaşadıkları travmatik sürece yeniden döndürmek anlamına geliyordu.
BAK sürecinde oluşturulan alternatif ortamlara biraz daha yakından bakarak bitirelim isterseniz. Akla ilk gelen Dayanışma Akademileri. Bu oluşumlar üniversite dışı arayışlarda nasıl bir model teşkil ediyor sizce?
Bu oluşumların hepsi OHAL döneminde kuruldu, ama öncesinde sendikalarda, meslek odalarında ve vakıf üniversitelerindeki dayanışma ağlarında süren mücadelelerle hep iç içeydi. Hukuki ve ekonomik dayanışma anlamında bu örgütlülüklerin katkılarının büyük olduğunu düşünüyorum. BAK esasen bir politik dayanışma alanıydı, fakat tutuklamalar, davalar ve işten atılmalar sırasında çok güçlü bir psiko-sosyal destek mekanizması işlevi gördü. Benim gibi pek çok lisansüstü öğrencisi için BAK-Dayanışma’nın yaşamsal önemi oldu. Dayanışma Akademileri’ndeyse daha çok akademik ve sosyal dayanışma örnekleri gelişti. İlk andan itibaren bu oluşumlarda eğitim faaliyetleri yürütülmeye başladı. Bunlar başlangıçta ihraç edilen akademisyenlerin derslerini üniversite dışında sürdürmesi faaliyeti olarak gelişti. Bunları birtakım çalıştaylar izledi. Amaç, Dayanışma Akademileri’nin bir araya gelip birbirlerinin çalışmalarından haberdar olmaları ve bu arada “başka bir akademi”nin pedagojisini, yöntemlerini ve imkânlarını yaratmalarıydı. Kampüssüzler hareketi de bu çerçevede faaliyet göstermeye başladı, alternatif pedagojik yaklaşımları tartışıp deneyen, eğitim alanını değiştirme iddiası taşıyan ve diğer Dayanışma Akademileri’ni bu yönde harekete geçiren bir gruptu. Eskişehir Okulu hukuk, edebiyat, toplumsal cinsiyet, göç gibi alanlarda atölye ve dersler yürüttü; Ankara Dayanışma Akademisi emek çalışmaları, kültürel çalışmalar ve medya araştırmaları gibi alanlarda online dersler ve akademik kürsüler oluşturdu; İzmir Dayanışma Akademisi göç okulu, kent okulu gibi programlar üretti; Kocaeli Dayanışma Akademisi ise Hayat Bilgisi okulu gibi geniş çaplı bir proje kapsamında eğitim faaliyetleri düzenledi. Ortak çalıştaylarda da özgürleşimci eğitim, eleştirel pedagoji, feminist-queer pedagoji, dünyada ve Türkiye’de gelişen alternatif/muhalif eğitim modelleri gibi konular hakkında araştırmalar ve tartışmalar yapıldı.
Bu akademilerde nasıl bir işleyiş oluşturuldu, bir kurumsallaşmaya gidildi mi?
Bu akademiler kuruluşlarından kısa bir süre sonra çalışmalarını sürdürebilmek için yasal ve resmi ilişkilerin kurulabileceği kurumsal yapılara ihtiyaç duydular. Örneğin, düzenli olarak ders vermek ya da burs/fon başvurusu yapabilmek için böyle yapıların gerektiği anlaşıldı. Bu ihtiyaçlara akademi üyelerinin hayatta kalma mücadeleleri de eklenince, kuruluşlarını takip eden neredeyse bir yıl içinde her Dayanışma Akademisi ya eğitim-araştırma derneği (KODA, Eskişehir Okulu, İDA) ya da eğitim kooperatifi (ADA) oldu. Tabii bu kurumsallaşma dayanışmanın ve direnişin rengini de değiştirdi. Dernek ve kooperatifler o zamana kadar sürdürülen çalışmaların dışında, bir yandan ulusal-uluslararası projelere yönelerek eğitim faaliyetleri düzenlemeye, bir yandan da dayanışma ekonomileri oluşturmaya çabalıyorlar.
Uluslararası alandaysa BAK-Almanya ve BAK-Fransa grupları dernekleşti. BAK-Almanya’nın kurduğu dernek Off-University adında, kredili derslerin ve sertifikaların verildiği, üniversitelerle ve STK’larla birlikte hareket eden bir çevrimiçi eğitim platformu oluşturdu. İzmir’de TİHV bünyesinde çalışmalar yürüten TİHV-Akademi eğitimden ziyade araştırma projelerine ağırlık verdi. Ankara’daysa daha önce Ankara Üniversitesi’nin bir parçası olan, fakat yürütücüleri ihraç edildikten sonra İHOP (İnsan Hakları Ortak Platformu) bünyesinde devam eden İnsan Hakları Okulu hem eğitim hem de araştırmalar yürütüyor. Bunların yanı sıra, tüm bu örneklerden biçimsel olarak farklılaşıp Mersin’de şirket olarak kurulan Kültürhane’yi, Ankara Üniversitesi KASAUM’dan (Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi) ihraç edilen akademisyenlerin KAOS-GL’nin desteğiyle kurduğu Aramızda Derneği’ni ve Dayanışma Akademileri’nin kolektif çalıştaylarının ürünü olan Birarada Derneği’ni sayabiliriz. Bunların her biri çok dinamik ve öğretici örnekler. Tabii bu dönemde sadece Dayanışma Akademileri değil, üniversite dışında bilgi üretebilmek için akademik oluşumlar kuran pek çok öğrenci ve akademisyen grubu var. Örneğin, lisans ve lisansüstü öğrencilerin dayanışma sağladıkları ve eleştirel bilgi ürettikleri Universus var. Köstebek Akademi de başından itibaren Barış Akademisyenleri’ne destek oldu ve muhalif bilginin kamusallaşması için etkinlikler düzenliyor. Katılımcıları arasında barış akademisyenlerinin bulunduğu başka dernek, kooperatif ve vakıflar da sayabiliriz: GAR (Göç Araştırmaları Derneği), SAV (Sosyal Araştırmalar Vakfı), ÜNİV-DER gibi… Buralarda üniversitelerde erişmenin zor olduğu, sansürlenen alanlar üzerine bilimsel araştırmalar üretiliyor. EKİN-BİLAR ve Özgür Üniversite gibi daha eskiye dayanan kurumları da bunlara ekleyebiliriz. Özetle, ortada bereketli bir direniş-dayanışma ve üretim olduğuna inanıyorum. Üniversitelerin kamusal niteliğini henüz yitirmediği dönemlerde de bu böyleydi, ama bugün eleştirel bilgi üretimi bakımından üniversite dışı alandaki örgütlenmelere daha çok ihtiyaç duyuyoruz.