Ömrünü İstanbul’un yaşamını, semtlerini, folklorunu ve elbette insanlarını anlatmaya adamış, edebiyatın birçok türünde ürün vermiş verimli bir yazardı. Soyadı gibi yaşadı. Kitaplarının dışına taşan geniş külliyatı bugün hâlâ derlenip yeniden gün ışığına çıkmayı bekliyor. Osman Cemal Kaygılı’yı 75. ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz…
Bir şehir büyük, görmüş geçirmiş, her türden yaşamın sürdüğü, mekânı bol ve ahalisi rengarenk olunca, yazanı da çok oluyor. Her hali veya kişisi şu ya da bu şekilde kâğıda dökülüp arşivine ilave ediliyor. İstanbul da böyle bir şehir.
Çok gerilere gitmeye gerek yok. 20. yüzyıl edebiyatımıza, özellikle ilk yarısına baktığımız zaman pek çok yazarın İstanbul’da yaşananları anlattığını görüyoruz. Önemli bir bölümü Galata, Beyoğlu, Şişli gibi modernleşmenin taklit edilmeye çalışıldığı semtlerde olup bitenleri, bir bölümü ise Suriçi’nde yaşananları anlatmış. Ama Osman Cemal Kaygılı dışında hiçbir yazar şehrin kapılarının dışına çıkmamış, buralarda sürüp giden hayatı yazmamış.
İsmail Lütfü, “Merd Çingene Şecaat Arzederken Sirkatin Söyler” başlıklı yazısında Osman Cemal için şunları söylüyor: “İstanbul’u, İstanbul’daki gündelik yaşantının insanlar arasındaki yansımasını anlatır. Kaybolmakta olanı saptar, bunu yaparken de en yakası açılmadık yerlerden başlar. Osman Cemal’in nüfuz ettiği alan İstanbul’un dış mahallelerinde yaşayanlar, toplumun kendi dışına itmek için çaba sarfettiği serseriler, bıçkın delikanlılar, tulumbacılar, çingeneler gibi şehrin banliyölerinde oturan halkın en aşağı ve marjinal kesimleridir.”
Yetimlik, kâtiplik, edebiyat
Osman Cemal, 4 Ekim 1890 tarihinde İstanbul’da, Eğrikapı dışındaki Yenimahalle’de doğar. Babası Mustafa Efendi mahallenin bakkalıdır. Ancak anne babasını küçük yaşlarda kaybeder. Akrabalarının yardımıyla okul hayatını sürdürür. İlkokuldan sonra Eğrikapı Merkez Rüştiyesi’ne ve ardından Menşe-i Küttâb-ı Askeriyye’ye (askeri katip yetiştirme okulu) girer. Henüz 16 yaşındayken bu okulu bitirip Bâb-ı Seraskerî’nin Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye dairesinde kâtip olarak çalışmaya başlar. Açılan bir sınavı kazanarak 1909 yılında terfian Kıtaat-ı Fenniye Müfettişliği kâtipliğine tayin edilir. I. Dünya Savaşı’na kadar sürgün yılları hariç bu görevde kalır.
“İstanbul’u, İstanbul’daki gündelik yaşantının insanlar arasındaki yansımasını anlatır. Kaybolmakta olanı saptar, bunu yaparken de en yakası açılmadık yerlerden başlar. Osman Cemal’in nüfuz ettiği alan İstanbul’un banliyölerinde oturan halkın en aşağı ve marjinal kesimleridir.”
1913 yılında Tepebaşı Tiyatrosu’nda İttihat ve Terakki aleyhinde düzenlenen bir gösteride fazla taşkınlık (!) yapması üzerine Mahmud Şevket Paşa’ya yapılan suikaste karıştığı şüphesiyle Cemal Paşa tarafından hazırlanan 800 kişilik listeye alınıp Sinop’a sürgüne gönderilir. Sürülenler arasında Refik Halit ve Refi Cevat dabulunmaktadır. Sürgün yıllarında ve yetişmesinde bu iki yazar ona yardımcı olur.
Sinop’tan dönüşte müfettişlikteki görevine tekrar başlar. I. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine seferberlik ilan edilince seyyar tümenlerde kâtiplik yapar. Hastalanınca İstanbul’a döner ve cüzi bir maaşla emekli olur. Henüz 27 yaşındadır.
Osman Cemal’in hikâyeciliğini inceleyen Mustafa Apaydın yazarın bu dönemiyle ilgili şu detayları verir: “Emekliye ayrıldıktan sonra sur dışında bulunan Otakçılar mahallesinde (Edirnekapı yakınları) babadan kalma eve yerleşti. Bir ara geçimini sağlamak amacıyla inek besleyip süt sattı. Fakat bu işten anlamadığı için kısa sürede iflas etti. Otakçılar mahallesinden ömrünün sonuna kadar ayrılmadı. Babadan kalma evi yanınca yine aynı mahalleden bir ev kiralayarak orada yaşadı.”
Osman Cemal pek çok işe girip çıkmış. İçlerinde neler yok ki? Bahar ve yaz aylarında dağlardan kocayemiş toplayıp satmak, Haliç vapurlarında biletçilik, pazarlarda satıcılık… Kısacası geçinmek için herhangi bir sanatçının yapmasının mümkün görülmediği pek çok işi denemiş. Yazılarının yayınladığı dönemde de gazete ve dergilerden gelen para yetmediği için öğretmenlik yapmış.
Daha öğrenciyken edebiyata heves eden Osman Cemal mizahi metinler yazıp bunları çeşitli dergilere göndermiş ve bazıları yayınlanmış. Edebiyat araştırmacısı Tahir Alangu, “yazarlığı meslek yapması, Babıâli’de sürekli olarak çalışması Alay adındaki mizah dergisiyle başlamıştır (1920)” diyor. Dönemin belli başlı mizah dergileri ve günlük gazetelerinde sık sık yazılarının çıkması ona haklı bir şöhret kazandırmış. Alay’ın ardından Sedat Simavi’nin Güleryüz ve Refik Halit’in Aydede mizah dergilerinde yazıları yayınlanmış. 1922’de yayın hayatına başlayan Yusuf Ziya’nın Akbaba dergisinde düzenli olarak yazmış, halk nezdinde “bir Akbaba yazarı” olarak bilinmiş.
“Osman Cemal’in kitaplarında yer alan hikâyelerinin, hikâyeciliğini yeterince temsil etmediği açıktır. 1920-1943 yılları arasındaki mizah dergilerinin çoğunda ve günlük gazetelerin önemli kısmında yazılarına rastlanan bir isimdir. Hikâyelerinin tam sayısını vermek bugün için imkansız gibidir.”
1923’te ilk hikâye kitabı Altın Babası yayınlanır. 1925’te art arda hikâye kitapları çıkar: Perili Bostan, Tekin Olmayan Kedi, Gonca’nın İntiharı, Eşkıya Güzele ve Çingene Kavgası. Bu kitaplardaki hikâyeleri onun çalışmalarının sadece bir bölümünü oluşturuyor. Mustafa Apaydın bu hususta şunları söylüyor: “Osman Cemal’in kitaplarında yer alan hikâyelerinin, hikâyeciliğini yeterince temsil etmediği açıktır… Yazar 1920-1943 yılları arasında yayın hayatına atılan mizah dergilerinin çoğunda ve günlük gazetelerin önemli bir kısmında yazılarına rastlanan bir isimdir. Özellikle mizah dergilerinde, mizah hikâyeleri yayımlanmıştır. Bu hikâyelerin tam sayısını vermek bugün için imkansız gibidir.”
1930’lara doğru hikâye yazmaktan uzaklaşır, daha çok gazetelerde fıkralar ve ya da haftalık sohbet yazıları yazar, özellikle romanlarını tek tek tamamlayıp tefrika eder. Nadiren hikâye kaleme alır. Osman Cemal’in beş romanı bulunuyor. Bunlardan üçü kitap olarak yayınlanmış, ikisi ise tefrika edildikleri gazete sayfalarından alınıp kitaplaştırılmayı bekliyor.
Çingeneler, Aygır Fatma, Bekri Mustafa
Yazarın en tanınmış romanı Çingeneler, 1935 yılında Haber gazetesinden tefrika edilip daha sonra kitaplaştırılmış. Önsözünden gerçek bir olaydan yola çıkılarak yazıldığını okuyoruz. Anlatılan öykü kısaca şöyle: Musikişinas İrfan bir yaz gecesi Topçular semtinde harmancı Çingenelerin çadırları arasında dolaşırken Nazlı adlı bir kadının ninni söylediğini duyar, ona âşık olur ve her gün oraya gitmeye başlar. Tanışırlar, evine getirir, fakat Nazlı çevresini, kırları özler ve geri döner. İrfan bir süre Sulukule ve Ayvansaray’daki çalgıcı, şarkıcı ve oyuncu Çingeneler arasında yaşar. Bu sırada karşılaştığı Sulukuleli Çakır Emine, İrfan’a gönül verir. Müzisyen bu kez onu evine getirir. Ama Emine’nin başka bir âşığı daha vardır ve iki erkek arasında kavga çıkar. Adam ölünce İrfan hapse düşer, on yıl yatar. Bu arada annesi ölür, malı mülkü satılır, tek başına kalır. Tahliye olduktan sonra Sulukule’nin arkasındaki kale kovuklarında yaşamaya başlar. Bazen Çingene eğlentilerine gidip keman çalar, üç beş kuruş para kazanır. Bütün bu yaşadıklarını yazdığı bir hatıra defteri vardır, defteri eski bir dostuna bırakır ve yeniden ortalıktan kaybolur. Dostu bir süre sonra onun sokakta ölü bulunduğunu öğrenecektir.
Roman yayınlandıktan sonra dönemin edebiyat dünyasında tartışmalara yol açmış. Ancak roman ve hikâyeciliğin gelişimi üzerine çalışanların ortak kanısı, yazarlarımızın hiç tanımadığı bir alt kültürün geleneklerine, hayat tarzına başarıyla eğilen bir eser olduğu şeklinde. Örneğin Tahir Alangu şunları söylüyor: “Topçular’daki evinin çevresinde oturan Çingenelerden başlayarak İstanbul civarındaki göçebe Çingenelere kadar uzanıyor, dillerine, yaşayışlarına, törelerine kadar inerek edebiyatımızın en dikkate değer eserini hazırlıyor… Bu roman, içinde anlatılanların doğruluğu ve kişilerin canlılıkları yüzünden büyük bir değer taşımaktadır.”
Naçizane fikrim, keyifle okunan, sıcak bir kitap ve Alangu hocamızın tespiti son derece isabetli.
“Topçular’daki evinin çevresinde oturan Çingenelerden başlayarak İstanbul civarındaki göçebe Çingenelere kadar uzanıyor, dillerine, yaşayışlarına, törelerine kadar inerek edebiyatımızın en dikkate değer eserini hazırlıyor… Çingeneler romanı, içinde anlatılanların doğruluğu ve kişilerin canlılıkları yüzünden büyük değer taşımaktadır.”
Yazarın bir başka romanı Aygır Fatma’da (1944) çocuklukta başlayıp gelişen bir aşkın öyküsünü okuyoruz. Ailelerin, çevrenin, yakın arkadaşların olay karşısındaki tutumu, çıkan gürültüler patırtılar, alınan olumlu olumsuz tavırlar, aracı Aygır Fatma’nın halleri, geçtiği yerlerin canlı tasvirleri, kenar mahalle yaşantısının ayrıntıları ve mutsuz sonuyla, dağınık bir halde ifade edilse de güzel bir roman.
Osman Cemal’in ömrünün sonunda yazdığı Bekri Mustafa (1944) o güne kadar fıkralarda, Karagöz oyunlarında, meddah hikâyelerinde ve ortaoyununda anlatılan ünlü halk kahramanının hayatının romanlaştırılmış hali olmaktan öteye gidemeyen bir kitap. Galiba yazarın en çelimsiz romanı!
Argo, revü, tiyatro
Osman Cemal’in bir de küçük sözlüğü var: Argo Lugatı. Az sayıda madde içeren bu çalışma 1932 yılında Haber gazetesinde tefrika edilmiş ve uzun yıllar sonra (2000’lerde) kitap halinde yeniden basılmış bulunuyor. Girişinde şu satırları okuyoruz: “Halk Bilgisi Derneği tarafından böyle bir lugat hazırlanmakta olduğunu evvelce gazeteler yazmışlar ve daha işin başlangıcında bazı kelime ve ıstılâhların (terim) yanlış olarak kullanıldığını kaydetmişlerdi. Ben ilerde böyle büyük ve esaslı lugat hazırlıyacaklara kolaylık olmak için bugün bizdeki argonun en ziyade kullanılan kelime ve ıstılâhlarını hep yerli yerinde olmak üzere ve misalleriyle beraber neşrediyorum.”
Velhasıl, “bana kül yutturamazsınız” diye yazar bir de sözlük hazırlamış.
Çok yönlü bir kişi olan yazarın bir başka derlemesi de İstanbul’da Semai Kahveleri ve Meydan Şairleri (1937) adlı çalışmasıdır. İstanbul folkloruna dair önemli bilgiler içeren bu kitapta kaybolmakta olan bir kültürü, canlı tanığının kaleminden okuyoruz. Söze , “Ben burada âşık tarzı denilen saz şiirinin on dokuzuncu asrın sonlarına doğru çalgılı kahvelere intikaline müteakip geçirdiği safhaları ve oralarda yetişen ve bugüne kadar adları çoğumuza meçhul kalan maniciler, semaiciler, koşmacılar, destancılar ve kalendericilerden bahsedeceğim” diyerek başlayan Osman Cemal, bazı şairlerin eserlerinden örnekler de veriyor. (Bkz. Hicivler, kahkahalar, cinayetler, facialar)
Osman Cemal ayrıca tiyatroya meraklı bir yazar. Yalnızca piyes yazmamış, zaman zaman sahneye de çıkmış. Bir yazısında “Hususi cemiyetlerin ortaoyunlarında ekseriya Laz, Arapkirli, Rum, Çerkes gibi taklitlere çıkardım” diyor. Bir başka yazısında ise “İstanbul’da bir zamanlar meşhur olan revülerden Enver Kemal’in yazmış olduğu ‘Darılmaca Yok’ adlı revüde Arabacı ve Şair Celal Sahir; yine aynı yazarın ‘Haydindi Hopla da Gel’ revüsünde Zerdüşt rollerini” canlandırdığını yazıyor.
Osman Cemal ünlü röportaj serisinde seksenden fazla semti insanlarıyla, mekânlarıyla, özellikleriyle tanıtıyor. Üsküdar’daki dar sokakların tramvay caddelerinin açılmasıyla değiştiğinden, Topkapı Maltepe’sinde otuz çeşit üzüm yetiştiğinden, Eminönü Balıkpazarı’nın gördüğü ilgiden ama yollarının berbat olduğundan, Sulukule sakinlerinin artık nota bildiklerinden, Aksaray’da kala kala tek bir bostan kaldığından söz ediyor…
Mustafa Apaydın onun eser verdiği asıl alan tiyatro olmasa da bazı piyes ve revüler kaleme aldığını ifade ediyor ve şöyle devam ediyor: “En tanınmış ve basılmış tiyatro eseri ‘Üfürükçü’dür. Üç perdelik bir komedidir ve Halkevi sahnelerinde defalarca sahnelenmiştir… Yazarın kendisi de bu oyunda rol almıştır… Revü türünde en tanınmış eseri Muhsin Ertuğrul tarafından sahneye koyulan, yazarın da rol aldığı ‘İstanbul Revüsü’dür. Yazarın bir başka revüsü de Papağan dergisinde yayımlanan ‘Ramazan Revüsü’dür.”
Osman Cemal yazılarının büyük bir bölümü derlenmemiş, bazı kitaplarının yeni baskıları yapılmamış bir yazar. Şimdilik görebildiğimiz, zaman zaman bir kitabının yeni baskısıyla piyasaya çıkması. Umalım bu durum devam etsin ve merak edenler kolayca okuyup araştırmacılar kütüphanelerde sıkıntılı saatler yaşamasın.
Karış karış İstanbul
Köşe Bucak İstanbul yukarıda sözünü ettiğim yazılardan yapılan bir derleme. Şehrin semtlerini dolaşan yazarın röportajlarından oluşuyor. Bu röportajlar 26 Ocak 1931 tarihinden itibaren Yeni Gün gazetesinde yayımlanmış, ama yazar kitap haline getirmemiş. Yazıları derleyen Tahsin Yıldırım bunu telafi ediyor.
Röportajların yayımından önce Yeni Gün gazetesi şu açıklamayı yapıyor: “İstanbul’un henüz nasıl bir yer olduğunu, orada nasıl bir hayat geçirildiğini bilmediğimiz öyle semtleri var ki, pek çoklarımız buraların ismini bir defa bir ilân dolayısıyla, ancak gazete sütunlarında görürüz. Mesela Beyoğlu’nu hemen herkes bilir. Fakat bu herkesin acaba yüzde kaçı Kalyoncu’daki bir akşam manzarasını, Dolapdere’deki bir gece âlemini görmüş, seyretmiş, oradaki maruf tipleri tanımıştır? Gene mesela Kasımpaşa’nın ismini duymayan yoktur. Lakin oradaki hayatı, oradaki çarşı pazar âlemini kim bilir? İşte bunun için gazetemiz haftada bir iki gün İstanbul’un birçok semtlerine, oralardaki gece ve gündüz hayatına, buraların çarşı ve pazarına, buralarda yaşayan kimselere, maruf tiplerine dair gayet canlı, gayet renkli ve resimli yazılar neşredecek, İstanbulluları birbiriyle tanıştıracaktır.”
Ve nihayet gazete bu işi yapacak kişiyi takdim ediyor: “Bu yazıları İstanbul’u karış karış ve çok iyi bilen, sonra yalnız İstanbul’un değil, memleketin bütün şive ve lehçelerini çok iyi tanıyan Osman Cemal Bey arkadaşımız yazacaktır.” Gazete nedense foto muhabirinin adını vermiyor!
Osman Cemal bütün bu mekânları tanıtırken oraların insanlarını da anlatıyor. Ayvansaray’ı okurken Haliç vapurları makinisti Bahri Usta’yla tanışıyoruz. Yedikule’de tramvaycılar kahvesine girdiğimiz zaman da karşımıza kahveci Hazaroz Efendi, bahçenin bir köşesinde mezecilik yapan Barbo Tano, şair-heccav Abdülbaki Feyzi Bey çıkıyor…
Yazar semtleri tanıtmaya Pendik’ten başlıyor. Okuyalım: “Yakacık’ta canınız sıkıldı mıydı atlayın eşeklere, koru mesiresinin içinden geçerken tutun zeytinlikler arasındaki keçi yollarını (Pendik’tesiniz)… Pendik iskelesindeki gazinolar akşamları pek keyifli olur. Bu gazinolarn en kalabalık olanı baştaki Giritli Niyazi Efendi’nin gazinosudur. Pendikli kibar takımı kadın erkek hep buraya çıkarlar. Beri baştaki Hakkı Efendi’nin Panorama gazinosunun da hatırı sayılır ha! Ortadaki Yusuf Efendi’nin Hoşgör çayhanesine gelince; buranın çayı, kahvesi, nargilesi pek meşhurdur. Bu çayhanenin en göze çarpan tipi yetmiş beş yaşlarındaki balıkçı Onnik Ağa’dır. Asıl Yenimahalleli olup eskiden İstanbul’da balıkçılık, tulumbacılık, semaicilik, hovardalık etmiş ve Boğaziçi’nde Marmara’da tam altmış sene kürek sallamış bir adamdır…”
Osman Cemal bu röportajlarda yukarıda yaptığı gibi seksenden fazla semti insanlarıyla, mekânlarıyla, özellikleriyle tanıtıyor. Örneğin, Üsküdar’daki dar, çapraşık sokakların tramvay caddelerinin açılmasıyla değiştiğinden, Topkapı Maltepe’sinde otuz çeşit üzüm yetiştiğinden, Eminönü Balıkpazarı’nın gördüğü ilgiden, ama semtin yollarının berbat olduğundan, Sulukule sakinlerinin artık nota bildiklerinden, Aksaray’da kala kala tek bir bostan kaldığından, Şehremini’deki havuzlu kahvenin yaz günleri semtin en ferah, en hoş yeri olduğundan söz ediyor…
Ancak bütün bu mekânları tanıtırken oraların insanlarını da anlatıyor. Ayvansaray’ı okurken Hayri Bey’in gazinosunun müdavimlerinden, Haliç vapurları makinisti Bahri Usta’yla tanışıyoruz. Cömert bir zat olan usta, yabancı biri geldiğinde hemen ona bir ikramda bulunuyor. Ara sıra gelen Sacid Bey ile Abdurrahman Bey’in dostları Sait Usta’nın bir özelliği de peşin para veren müşteriye kızması, kendisinden veresiye ekmek alınmasını istiyor…
Yedikule’de tramvaycılar kahvesine girdiğimiz zaman da karşımıza kahveci Hazaroz Efendi, bahçenin bir köşesinde mezecilik yapan Barbo Tano, şair-heccav Abdülbaki Feyzi Bey çıkıyor…
Osman Cemal, İstanbul’u kahvecileriyle, gazinocularıyla, bakkallarıyla, bahçıvanlarıyla, delileriyle, balıkçılarıyla, meyhanecileriyle, sarhoşlarıyla, sanatkârlarıyla, kısaca bu şehirde kim varsa onlarla dolaşıyor.
İçinden geldiği ve yaşadığı sur dışını, mütevazı insanların zor yaşamlarını, geleneklerini, bazıları çalakalem olduğunu söylese de renkli bir üslupla yazan Osman Cemal, bir süre sağlık sorunlarıyla uğraşır ve erken denebilecek bir yaşta, 9 Ocak 1945 yılında vefat eder.