12 Eylül’ün 40. yılında “yeni Türkiye” nasıl bir rejim içinde, çıkış ne tarafta? 12 Eylül’ün döşediği yolda yürüyen iktidar neleri derinleştirdi, nasıl durdurulabilir? Darbenin tanklarla ezdiği hak mücadeleleri bugün için neler söylüyor? Türkiye İnsan Hakları Vakfı yönetim kurulu üyesi Coşkun Üsterci’yi dinliyoruz. Express’in güz sayısından naklen…
12 Eylül’ün 40. yılında, 2020 Türkiye’sini nasıl görüyorsunuz? Nasıl bir tablo, nasıl bir rejim içindeyiz?
Coşkun Üsterci: Her açıdan berbat bir tablo. Adına ister otoriter popülizm, ister plebisiter otoriterlik veya faşizm ya da başka bir şey diyelim, ağır ve ciddi insan hakları ihlâllerinin yaşandığı daimi bir olağanüstü hal rejimi içinde yaşıyoruz. Demokratik hukuk devletinin olmazsa olmazı kuvvetler ayrılığı ilkesi yok edildi. Parlamento yürütmenin basit bir meşrulaştırma/onay aracına dönüştürüldü. Yargı bağımsızlığı kalmadı. Hukuk bu baskıcı rejimin sopası haline geldi. En vahimi devletler/hükümetler için hem bir referans sistemi hem de bir denetim mekanizması olan insan hakları değerlerinden adım adım uzaklaşıldı. Gelinen aşamada, siyasal iktidar insan haklarına dayalı bir rejim fikrini tümüyle terk etti. Düşünce ve ifade özgürlüğünden işkence yasağına, tüm temel hak ve özgürlükler ağır ve sistematik biçimde ihlâl ediliyor. Militarist değerler, savaş ve şiddet siyasal ve toplumsal ilişkileri düzenleyen tek ilke haline gelmiş durumda. Yıllardır pervasızca, hatta vahşice uygulanan ultra-liberal politikalar sonucunda son kırk yılın en ağır ekonomik krizi yaşanıyor. İç ve dış borç sarmalı ülkenin geleceğini ipotek altına alıyor. Döviz rezervleri sıfırlanmış durumda, pahalılık, yoksulluk ve işsizlik inanılmaz boyutlarda. İşçilerin, emekçilerin ağır bedeller ödeyerek mücadeleyle elde ettiği tüm kazanımlar gasp edilmiş durumda. Ellerinde bir tek kıdem tazminatı hakkı kaldı, iktidar ona da akbaba gibi gözünü dikmiş bekliyor.
Başını AKP ve MHP’nin çektiği iktidar blokunun baskı ve zora dayalı bu yönetme biçiminin sürekliliğini sağlayabilmek için başvurduğu en önemli araç toplumu kutuplaştırmak ve ekonomiden toplum sağlığına, ülkenin tüm meselelerini güvenlik sorunu haline getirmek. Toplum ayrıcalıklar rejiminin nimetlerinden yararlanabilen “makbul yurttaşlar” ve bu ayrıcalıklar rejimine itiraz eden tüm ötekiler olarak ikiye bölünmüş durumda. “Ötekiler” siyasal görüşleri, etnik ve kültürel kimlikleri, inançları, cinsiyetleri ya da cinsel yönelimleri ya da herhangi bir keyfi nedenle ağır ve derin bir ayrımcılığa maruz kalıyor. Güvenlik politikaları ise iktidarın o anki ihtiyacına ya da tercihine göre, belirli bir konunun, kişinin ya da grubun hedef gösterilmesi, itibarsızlaştırılması, ötekileştirilmesi ve hatta düşmanlaştırılmasıyla yürütülüyor. Ayrımcılığa uğrayan, itibarsızlaştırılan ve düşmanlaştırılan yurttaşların sivil ve siyasal alanda varlık gösterebilmeleri neredeyse imkânsız hale geliyor. Siyasal katılımın ve talep etme olanaklarının, yani yurttaş eylemliliğinin bu şekilde kapatıldığı bir ülkede yurttaşın varlığından söz edilemeyeceği çok açık. Türkiye artık yurttaşsız bir devlet haline gelmiştir. Yurttaşın yerini tebaanın aldığı bir ülkede ne demokrasiden ve hukuktan ne de cumhuriyetten söz edebiliriz.
Yurttaşların sivil ve siyasal alanda varlık gösterebilmeleri neredeyse imkânsız hale geliyor. Siyasal katılımın ve talep etme olanaklarının, yani yurttaş eylemliliğinin bu şekilde kapatıldığı bir ülkede yurttaşın varlığından söz edilemeyeceği çok açık. Türkiye artık yurttaşsız bir devlet haline gelmiştir. Yurttaşın yerini tebaanın aldığı bir ülkede ne demokrasiden ve hukuktan ne de cumhuriyetten söz edebiliriz.
12 Eylül darbesiyle 2020 Türkiye’si arasında sizce nasıl bir bağ var? Bugünle 1980’lerin ilk yarısını karşılaştırdığınızda ne gibi farklar ve benzerlikler dikkatinizi çekiyor?
Bu tablo elbette bir gecede oluşmadı. Bu tabloyu tarihsel, siyasal ve toplumsal uzun bir sürecin sonucu olarak kabul edersek, 12 Eylül darbesinin başlangıç olduğunu söylemek abartılı olmaz. Bugün etkili olan pek çok parametre o yıllarda şekillendi. Örneğin, cumhurbaşkanlığı hükümet rejiminin 2018 Temmuz’unda yaptığı düzenlemelerle OHAL ilanına gerek olmaksızın süreklilik kazandırdığı OHAL rejimine 15 Temmuz girişimi neden oldu. Bu darbe girişiminin ardında Gülen cemaatinin olduğunu biliyoruz. Tek adam rejimine giden yolun önünü açan en önemli etken bu cemaatin kirli siyasal icraatları ve gücüydü. Onlara bu gücü ABD/CIA destekli 12 Eylül cuntası ve takipçileri sağladı. Bir başka örnek, tek adam rejiminin kendi iktidarını sınırlandıran anayasacılık ilkesini pervasızlık ve pişkinlikle terketmesini sadece bugünün bir meselesi olarak değerlendiremeyiz. Anayasa denetiminden kurtulma zihniyeti, arzusu kırk yıldır siyasal iktidarların birbirlerine 12 Eylül Anayasası’yla devrettikleri bir miras.
Demirel’in ünlü temcit pilavı “Bu anayasayla memleket yönetilemez”i, Danıştay, Yargıtay ve Sayıştay’ı kastederek “Kırat şahlanacak, ama taylar bırakmıyor” demesi, Özal’ın “Anayasanın bir kere delinmesiyle bir şey olmaz”ı ilk akla gelenler…
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Benzerlikler ve farklılıklara gelince, her siyasal ve sosyal dönemi özgün tarihsel koşulları içinde değerlendirmek gerek. Bununla birlikte, ister askeri ister sivil olsun, hiçbir otoriter rejim iktidarının demokrasi değerleri ve hukuk normlarıyla sınırlandırılmasını istemez. Temel hak ve özgürlükleri, kural ve kurumları askıya alarak, ilga ederek daimi bir olağanüstü hal rejimini sürdürmeyi severler. Dün 12 Eylül rejiminde olan buydu, bugün de olan bu.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın yönetim kurulundasınız. Hazırladığınız son raporlarda öne çıkanlar neler? Son bir yılda her alanda derinleşen hak ihlâllerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
TİHV işkence görenlerin fiziksel ve ruhsal tedavi ve rehabilitasyonunun yanısıra, yaşanan hak ihlâllerini belgelemek amacıyla, Türkçe ve İngilizce günlük ve yıllık raporlar hazırlıyor. Bu raporlar yazılı ve görsel basında, haber ajansı ve internet sitelerinde yer alan haberlerden ve TİHV’in ilişki ağlarından elde edilen bilgilerden yararlanarak yaşam hakkı, kişi güvenliği, düşünce ve ifade özgürlüğü, cezaevleri, toplantı ve gösteri yapma özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü gibi hak kategorilerinde hazırlanıyor. Son dönemde tüm kategorilerde hak ihlâllerinde çok ciddi artış görüyoruz. Takibini yaptığımız kategorilerde birbiriyle bağlantılı çoklu ihlâllere yol açtığı için kolluk güçlerinin artan şiddeti bir adım öne çıkıyor.
Bir örnekle açmaya çalışayım: Dokümantasyon merkezimizin verilerine göre, 2020’nin ilk beş ayında, toplanma ve gösteri özgürlüğü kapsamında yapılan barışçıl eylem ve etkinliklere kolluk güçlerinin müdahalesi sonucu 754 kişi işkence ve kötü muameleye maruz kaldı, 16 kişi yaralandı. Kolluk şiddeti öncelikle işkence yasağı ve yaşam hakkı ihlâline yol açıyor. Barışçıl eylemlere müdahale sırasında olması nedeniyle, haliyle toplanma ve gösteri özgürlüğü de ihlâl ediliyor. Bu özgürlüğe yönelik her türlü müdahale ifade özgürlüğünün de ihlâline yol açıyor. Toplanma ve gösteri kolektif bir faaliyet olduğu için örgütlenme özgürlüğü de ihlâl ediliyor.
Kolluk güçlerinin evrensel hukukta ve ülke yasalarında ifade edilen zor kullanma yetkisinin çok ötesine geçen kural dışı, denetlenmeyen, cezalandırılmayan, siyasal iktidar tarafından görmezden gelinen, hatta teşvik edilen bu şiddeti bize bir şeyi işaret ediyor: Devlet bu iktidarın elinde artık çıplak bir şiddet aygıtı. Devletin tüm kurallardan azade böyle bir aygıt haline gelmesi şiddetin toplumda tüm ilişkileri düzenleyen, sorunları çözen araç olduğu kanaatine ve dolayısıyla dalga dalga yayılmasına yol açıyor. Geçtiğimiz haziran ayında kamuoyuyla paylaştığımız TİHV ve İnsan Hakları Derneği’nin ortak hazırladığı “Şiddete Karşı Tutum Belgesi”nde de ifade ettiğimiz gibi, toplumsal dokunun bozulması ve barışçıl “bir arada yaşam alanı” olarak toplumun ortadan kalkmasına neden olacağı çok açık olan bu şiddet sarmalı, ülkeyi bir yıkıma doğru sürüklüyor.
Bu yıkımın önü nasıl alınabilir? Cevabı kolay bir soru değil, ama hepimizin aklındaki bu. Siz bunun üzerinde düşünürken zihninizden neler geçiyor?
Tek adam rejiminin kamusal/siyasal alanı nasıl tümüyle kendine mâlederek yurttaş eylemliliğini imkânsız hale getirdiğini ve yurttaş olma vasfımızı ilga ettiğini söylemeye çalıştım. Bu durumda temel meselemiz ve görevimiz, kamusal/siyasal alanı geri kazanmak, ama bununla yetinmeyip onu bir demokratik itiraz ve müzakere alanı olarak yeniden inşa etmek olmalı. Peki, bunu nasıl başaracağız? Haklara sahip yurttaşlar olduğumuzu hiç aklımızdan çıkarmadan, başkalarının hakları için ve tabii ki mutlaka onlarla birlikte hak ve adalet mücadelesi vererek. Bu bize birbirinden çok farklı toplumsal kesimleri, yani kendimiz gibi olmayanları müşterek bir zeminde buluşturabilme imkânı sağlar. Çünkü bugün gelinen aşamada demokratik muhalefeti oluşturan özneler olarak hiçbirimizin tek başına bu sürecin üstesinden gelemeyeceği aşikâr. Birimizin eksik kalması halinde başarı şansımız çok düşük. O nedenle, ama’sız ve fakat’sız en geniş demokrasi birliktelikleri/ittifakları oluşturarak direnişi ve dayanışmayı büyütmeliyiz. Tüm zorluklara ve engellere rağmen başka bir dünyanın mümkün olduğunu ısrarla ve inatla anlatmalı, dahası, onu inşa ve icra etmeliyiz. Bunun en somut ve öğretici örneğini kadınların mücadelesinde görüyoruz. Çok farklı toplumsal kesimlerden hak taşıyıcı özneler olarak bir araya gelen kadınlar, sadece maruz kaldıkları ayrımcılığı ve şiddeti durdurmakla yetinmiyorlar, müştereklerini yeniden tanımlayarak yeni bir kamusallığı da inşa ediyorlar. Bu örneği referans alarak yanıt vermeye çalışırsam, kamusal alanı yurttaşlar bakımından yeniden bir özgürlük alanı haline getirmek, cumhuriyeti demokratik biçimde yeniden tesis etmek için bu söylenenleri hakiki ihtiyaçlar olarak hisseden herkes, her kesim bir araya gelmek zorunda. Bu nedenle Kürtlerin, Alevilerin, işçilerin, kadınların, gençlerin, yoksulların, tüm ezilen ve ötekileştirilenlerin, 6 milyondan fazla yurttaştan oy almış bir parti olarak HDP’nin de mutlaka içinde olduğu geniş bir demokrasi ittifakı oluşturulmalı. Ancak bu ittifakın asli işlevi rejimin yol açtığı tahribatın restorasyonu olmamalı. Daha öte bir şeyi, bizi toplum olarak bir arada tutabilecek yeni bir toplumsal sözleşmenin inşasını hedeflemeli.
Kolluk güçlerinin şiddeti bize bir şeyi işaret ediyor: Devlet, bu iktidarın elinde artık çıplak bir şiddet aygıtı. Devletin tüm kurallardan azade hale gelmesi şiddetin toplumda dalga dalga yayılmasına yol açıyor. Bu şiddet sarmalı, ülkeyi bir yıkıma doğru sürüklüyor.
12 Eylül mahkemelerinde yargılandınız, 12 yıl hapis yattınız. Neler yaşadınız o dönemde ve sonrasında?
İzmir’de, 1980’de yaşanan Tariş direnişinin bir parçası olan Gültepe davasında idam talebiyle yargılandım. 95 kişinin yargılandığı toplu bir davaydı. Üç kişi idam, aralarında benim de olduğum altı kişi müebbet, 49 kişi de bir ila yirmi yıl arasında değişen hapis cezası aldı. Darbeye giden süreçte elbette pek çok şey yaşadım, yaşadık… Her bakımdan olağanüstü şeyler. Her şeyden önce, o zamanki dünya başka bir dünya, Türkiye de başka bir ülkeydi. Dünyanın her yerinde büyük kitleleri harekete geçiren, onlara eyleme iradesi kazandıran, özne olduklarını duyumsatan büyük anlatılar vardı. Hayallerimiz, umutlarımız, inançlarımız vardı. Sömürüsüz, sınıfsız, adaletli ve eşitlikçi bir toplumun gerçekleşebileceğine inanıyorduk. Şili’de, Arjantin’de CIA güdümlü darbeci generallerin umutları nasıl söndürdüğünü, nasıl ağır insan hakları ihlâllerine yol açtıklarını görüyorduk. Bunlara üzülüyor, öfkeleniyorduk. Öte yandan, Vietnam’da olduğu gibi, ağır bedellere karşın özgürlüğün ve bağımsızlığın sağlanabileceğini de görüyorduk. Bu da bizi heyecanlandırıyordu.
Ülkemiz kan içindeydi. İstisnasız her gün bir canımızı hain pusularda yitiriyorduk. Ama aynı zamanda büyük bir umut ve kararlılık da vardı. İşçiler, köylüler, memurlar, ezilenler ve yoksullar örgütleniyor, haklarını arıyorlardı. Tüm engellere, zorluklara, ağır bedellere karşın Devlet Güvenlik Mahkemesi direnişinde, Çeltek ve Aşkale’de olduğu gibi kazanıyorlardı da. Artık kimse “vur başına, al ekmeğini” ezikliğinde değildi. Haksızlıklara, zorbalıklara ânında tepki veriliyordu. Talep eden, eyleyen, bunun için örgütlenen, özne haline gelen yurttaşların varlığı, tebaa itaatine alışmış egemenleri haliyle çok rahatsız ediyordu.
1979 Aralık sonunda, Maraş katliamının yıldönümünde, İzmir’de yapılan bir mitingin akabinde tutuklandım. Yaklaşık dokuz ay sonra da darbe oldu. Türkiye’nin darbeye doğru sürüklenişinin hızlandığı bu son dönemeci hapishanede geçirdim. Sonrası ise aynı kaderi paylaştığım on binlerce devrimciyle birlikte hapishane koşullarında maruz kaldığımız kimliksizleştirme ve teslim alma politikalarına, baskı, zor ve işkence uygulamalarına direnmekle geçti. İnsan hakları mücadelesinin önemini bizzat maruz kaldığım ihlâllerle mücadele ederken öğrendim. Bunun bir değer yaratma mücadelesi, cüreti olduğunu o zaman anlamaya başladım.
Tariş direnişinde duralım biraz. Faşist kadrolaşmanın önünün açılması, örgütlü işçilere saldırılar ve tasfiyeler nedeniyle başlayan direnişe şehir halkının verdiği yoğun destek biliniyor. Tariş’in özelliği neydi, İzmir’de nasıl bir siyasal manzara vardı o yıllarda?
Tariş Ege’nin incir, üzüm, pamuk, zeytin ve zeytinyağı gibi tarımsal ürünlerini değerlendirmek üzere kurulan, ‘70’lerin sonlarına gelindiğinde 80 bine ulaşan üretici ortağıyla Türkiye’nin en büyük üretim kooperatiflerinden biriydi. ‘70’lerin ortalarına dek, Tariş’in yönetimi, birçok üretici kooperatifinde olduğu gibi, büyük toprak sahipleriyle büyük hissedarların elindeydi. Tariş’in İzmir’de gıda ve tekstil sektöründe faaliyet sürdüren sanayi işletmeleri vardı. Tariş, işletmelerinin büyük istihdam kapasitelerinin yanısıra, tarımsal ürünlerin taban fiyatını belirleme gücü sayesinde siyasal iktidarların popülist politikalarına, dolayısıyla da İzmir ve Ege bölgesindeki siyasal nabzı kontrol etmeye imkân sağlayan önemli bir araçtı.
12 Eylül öncesi dönemde hükümet CHP ile AP, MHP, MSP tarafından oluşturulan Milliyetçi Cephe (MC) arasında el değiştiriyordu. Son CHP hükümeti sırasında (1978-79) Tariş’te DİSK’e bağlı Gıda-İş ve Tekstil-İş sendikaları örgütlenmişti. İşyeri temsilcileri genelde devrimci işçilerdi. İşçiler işletmelerde konseyler, meclisler tarzında örgütlenmişti. Bu da Tariş’in üretim verimliliğini çok artırmıştı. 14 Ekim 1979 ara seçimlerindeki ağır yenilgi CHP’nin iktidarı yitirmesine yol açtı, MC ortaklarının dışarıdan desteklediği AP hükümeti kuruldu. Ancak, bu arada ekonomi iflasa sürüklenmişti. Demirel’in ünlü ifadesiyle, Türkiye “70 sente muhtaç” kalmıştı. IMF ve Dünya Bankası Türkiye’den ekonomisini uluslararası yeni iş bölümüne göre yapılandırmasını istiyordu. Bu amaçla, 24 Ocak Kararları olarak adlandırılan ekonomik önlemler paketi hazırlandı. Bu paketin özü, TL’de büyük bir devalüasyonla birlikte tüm mal ve hizmetlere yüksek oranda zam yapılması, buna mukabil ücret ve maaşlarda artışların durdurulması, kamu harcamalarının kısıtlanması gibi “önlemleri” içeren “sıkı para” politikasıydı. Ecevit’in “Bu Latin Amerika modelidir, demokrasiyle uygulanamaz” dediği paketin işçiler, memurlar ve köylüler örgütlenirken, hakları için direnirken hayata geçirilmesi mümkün değildi. Dolayısıyla “otoriter” bir iktidara ihtiyaç vardı…
24 Ocak Kararları’ndan birkaç hafta önce, 1 Ocak 1980’de, generaller Başbakan Demirel’e devlet otoritesini tesis etmesi için bir muhtıra vermişlerdi. IMF ve Dünya Bankası ile generallerin baskısı arasında sıkışan hükümetin ilk hedeflerinden biri Tariş oldu. Böylelikle hem asayiş sağlanacak hem de 24 Ocak kararlarının bir provası yapılmış olacaktı. İzmir’in sağcı yerel güçleri de müdahale için var güçleriyle kamuoyu oluşturmaya çalıştılar. Büyük bir bölge gazetesi olan Yeni Asır günlerce “Tariş ortakları kan ağlıyor!”, “Üretim düşüyor!”, “Komünist militanlar terör estiriyor!” şeklinde kışkırtıcı manşetler attı. Ve Ocak 1980’in son günlerinde, bir sabah Tariş işletmelerinde arama yapma bahanesiyle binlerce polisin yer aldığı bir operasyon başlatıldı. İşçiler hemen direnişe geçti. İşçilerin ve ailelerinin yaşadığı Çimentepe ve Gültepe gibi gecekondu semtlerinde operasyon haberi duyulunca halk sokağa dökülerek protesto eylemlerine başladı. Ege Üniversitesi öğrencileri de Tariş işçileriyle dayanışma için üniversiteyi işgal etti. Böylece cumhuriyet tarihinin belki de en kitlesel ve uzun süren direnişlerinden biri başlamış oldu ve yaklaşık 25 gün sürdü. Özellikle Gültepe ve Çimentepe’de büyük gösteriler yapıldı, sokaklarda barikatlar kuruldu, esnaf kepenk indirdi. DİSK’e bağlı sendikalara üye yaklaşık 55 bin işçi destek amaçlı bir günlük iş bırakma eylemi yaptı. Bu süreçte bankalar, fabrikalar, belediye otobüsleri çalışmadı ve İzmir’de hayat adeta durdu. Direniş süresince dördü polis, ikisi direnişçi olmak üzere altı kişi yaşamını yitirdi, yüzlerce kişi yaralandı. Binden fazla kişi gözaltına alındı. Ve 20 Şubat 1980’de İzmir’de sıkıyönetim ilan edildi.
Farklı kesimlerden bir araya gelen kadınlar, ayrımcılığı ve şiddeti durdurmakla yetinmiyor, yeni bir kamusallığı inşa ediyor. Bu örneği referans alarak, geniş bir demokrasi ittifakı oluşturulmalı. Bu ittifak yeni bir toplumsal sözleşmenin inşasını hedeflemeli. Ancak bu ittifakın asli işlevi rejimin yol açtığı tahribatın restorasyonu olmamalı. Daha öte bir şeyi, yeni bir toplumsal sözleşmenin inşasını hedeflemeli.
Gültepe nasıl bir yerdi, Tariş direnişinde bu denli etkili olmasının sebebi ne?
Gültepe İzmir’in ilk gecekondu semtlerinden biri. Buraya ilk yerleşenler arasında 50’lerin sonlarında Yugoslavya’dan göç edenlerle işçi ve emekçiler önemli bir yer tutar. Bu iki kesimi birlikte anmamın nedeni sol, sosyalist fikirlerin Gültepe’de yeşermesine zemin oluşturmaları. Bunun sonucunda da Gültepe TİP’in çok güçlü örgütlendiği ilk yerlerden biri oldu ve 1963 yerel seçimlerinde TİP’in çıkardığı bağımsız aday belediye başkanlığını kazandı. Gültepe, Türkiye’de toplumcu belediyecilik arayışlarının ilk başladığı yerlerden biri olmuştur. Anadolu’nun hemen her yerinden insan göç etmişti. O nedenle çok kozmopolitti. Sınıfsal olarak işçi ve emekçiler ağırlıktaydı. Alevi nüfusu yoğundu. Bütün bu nedenlerle çok sayıda muhalif dernek faaliyet yürütüyordu. Faşistlerin İzmir’de örgütlenemediği ender yerlerden biriydi. Kısacası, Gültepe halkı politik ve örgütlüydü. 14 Ekim 1979 ara seçimlerinin ardından yeni hükümetin Tariş’e müdahale edeceği, çok sayıda kişiyi işten çıkaracağı söylentisi Gültepe’de yaygın olarak konuşuluyordu. Müdahale söylentileri yoğunlaştıkça da işçilerin ve ailelerinin kaygı ve öfkeleri daha da artmaya başlamıştı. Kısacası, Tariş işçileriyle dayanışmanın tüm koşulları mevcuttu. İşçilerin işletmeleri işgal edip direnişe geçmeleriyle birlikte Gültepe halkı da belediye sınırları içinde kitlesel gösteriler, yürüyüşler yapmaya başladı. Bu tür gösterilerden birinde polisin sert müdahalesi sonucunda çatışma yaşandı, halk sokaklarda barikatlar kurdu, hep birlikte geceleri nöbetler tutuldu. 16 Şubat 1980’de binlerce asker ve polis Gültepe’yi kuşattı. Gün boyu süren operasyon sırasında çıkan çatışmalarda üç polis yaşamını yitirdi, 100’e yakın kişi yaralandı, 200’den fazla kişi gözaltına alındı. Bu arada, Gültepe Belediye Başkanı Aydın Erten de Tariş işçilerini desteklediği, direnişteki işçilere kumanya gönderdiği ve Gültepe’de “halkı kışkırttığı” gerekçeleriyle gözaltına alındı. Darbeden sonra da belediye başkanlığından azledildi ve tutuklandı. İki yıl hapis yattı.
Gültepe’nin toplumcu belediyecilik anlayışının ilk örneklerinden olduğunu söylediniz. Kendi ekmek fabrikasını kuran, ürünlerini aldığı Ege köylüsüyle dayanışmaya geçen bir belediye. Aydın Erten nasıl bir belediye başkanıydı, Gültepe deneyimi ile Fatsa deneyimi arasında nasıl bir benzerlik var?
Aydın Erten CHP’nin sol kanadındandı. Zamanın ruhunu hisseden, kavrayan bir siyasetçiydi. Halkçı bir anlayışla, katılımcı bir yerel yönetim gerçekleştirmeye çalışıyordu. Ancak, belediyenin ciddi sorunları, maddi sıkıntıları vardı. MC tabanlı AP hükümetiyle bu sıkıntılar daha da artmıştı. Merkezi bütçeden payına düşen ödenekleri alamıyordu. Çalışanların maaşlarını ödeyemediği dahi oluyordu. Kırdan kente göçün çok yoğun olduğu zamanlardı, Gültepe’nin mahalleleri hızla büyüyordu. Belediye artan altyapı ihtiyaçlarına cevap veremiyordu. Biz de devrimciler olarak mahalle meclisleri oluşturup halkın bu altyapı hizmetlerine kendi imkânlarıyla erişmelerine yardımcı oluyorduk. Bu meclislerde halk sorunu kendisi tespit ediyor, çözümüne kendisi karar veriyor, para topluyor, gerekli malzemeyi alıyordu. Belediye de teknik bilgi, planlama ve nakliye katkısı yapıyordu. Devrimcilerin ve mahalle gençlerinin işçiliği üstlenmesiyle altyapı hizmetlerine erişim sağlanıyordu. Söylediğiniz ekmek fabrikası ve benzeri projelerin yanısıra Aydın Erten’in önemli bir uygulaması da bilinen ilk tanzim satış mağazalarını kurmasıdır. Hayat pahalılığının çok yüksek olduğu, pek çok temel gıda ve tüketim malzemesinin karaborsaya düştüğü koşullarda bu mağazalar Gültepe halkı için bulunmaz nimetti. Hepi topu iki mağaza vardı, bugünün süpermarketleriyle kıyaslandığında mahalle bakkalı gibiydiler, ama çok iyi hizmet üretiyorlardı.
Yaptığı güzel işlere, işçilerle, emekçilerle ve devrimcilerle dayanışma içinde olmasına karşın Aydın Erten’in deneyimi ile Terzi Fikri’ninki arasında radikal farklılıklar olduğunu düşünüyorum. Her şeyden önce programları farklıydı. Fatsa deneyimi sosyalist bir programın hayata geçirilmesi çabasıydı. Gültepe’de mahalle meclisleri belediyenin dışında oluşturuluyordu. Belediye imkânları ve gücü oranında destek olmaya çalışıyordu. Mahalle meclisleriyle ilişki dışsaldı, daha çok bir dayanışma ilişkisiydi. Çünkü Aydın Erten belediyeyi meclisler/konseyler yoluyla yürütme fikrine sahip değildi. Fatsa’da ise ilişki organikti. Meclisleri/konseyleri halk başından beri belediyeyle birlikte oluşturuyordu. Çünkü belediye halkın kendisiydi.
Meclisler her türlü temsil ilişkisini ve yetki devrini aradan çıkararak sözü ve kararı doğrudan asıl öznelerin kullanmasına olanak sağlayan örgütlenme araçlarıdır. Paris komünarları 150 yıl önce komün gibi bir aracı tüm ezilenlere armağan etti. Sol fikriyatın özünü oluşturan bu yaklaşım maalesef ‘80 öncesinde Fatsa, Yeraltı Maden-İş’in örgütlü olduğu işyerleri gibi bazı başarılı örnekler dışında yaygın olarak yaşam bulamadı.
Şimdilerde epey konuşulan, hayata geçirilmeye çalışılan mahalle meclisleri, mahalle evleri, üretim kooperatifleri ‘80 öncesinin kimi başarılı örneklerini de hatırlatıyor. Şimdi baktığınızda nasıl yorumluyorsunuz o çalışmaları, nasıl dersler çıkarmalı?
Meclisler/konseyler, her türlü temsil ilişkisini ve yetki devrini aradan çıkararak sözü ve kararı doğrudan asıl öznelerin kullanmasına olanak sağlayan eyleme ve örgütlenme araçları. Böylelikle demokrasi doğrudan ve radikal biçimde sağlanır, herkesin karar süreçlerine katılımı gerçekleşir, azınlıkta kalanların hakları korunur, özneler kendi kendilerini yönetir. Kapitalizmin düzen ilkesi ve sermayenin temerküzü, yani giderek daha az kişinin elinde birikmesi eğilimi yönetme gücünün de bir avuç egemenin elinde toplanmasına, devletlerin merkezileşmesine yol açıyor. Bunun çarpıcı bir örneğini cumhurbaşkanlığı hükümet rejimi’yle yaşıyoruz. Toplumun kaderi tek bir adamın iki dudağı arasına sıkışmış halde. Paris komünarları yaklaşık 150 yıl önce bu tehlikeyi derinden sezerek komün (şura/meclis/konsey) gibi bir mücadele ve örgütlenme aracını tüm ezilenlere armağan etti. Sol fikriyatın özünü oluşturan bu yaklaşım maalesef ‘80 öncesinde Fatsa, Yeraltı Maden-İş’in örgütlü olduğu işyerleri gibi öne çıkan bazı başarılı örnekler dışında yaygın olarak yaşam bulamadı. Demokrasi kültürünün içselleşmesi uzun bir tarihsel deneyim birikimi gerektiriyor. Kapıkulu zihniyeti, yaş ve bilgi hiyerarşisi, militarist ve feodal gelenekler, erkek egemenlik gibi içinden çıktığımız toplumun demokrasi kültürüyle çelişen pek çok değerini ve alışkanlığını farkında olmadan sol fikriyatın içine taşıdık. Direniş komiteleri önerisi ortaya henüz atılmışken ve biz de bu öneriyi yaşamın içinde deneyerek, eyleyerek öğrenip geliştirecekken kendimizi öylesine sert ve zorlu bir mücadelenin içinde bulduk ki, yapmakta olduğumuz şeylere dışarıdan bakıp üzerine düşünme fırsatı dahi yakalayamadık. Bunları mazeret olsun diye söylemiyorum. Mücadele deneyimi biriktirmek uzun soluklu, kuşaklar boyu süren zorlu bir iş. Hâlâ öğrenmeye devam ediyoruz. Bu nedenle her fırsatta ‘80 öncesinin sınırlı sayıdaki başarılı örneklerini konuşup, tartışıp bugüne taşımamız ve geliştirmemiz gerekiyor.
Yargılandığınız Gültepe davası, darbe sonrası Devrimci Yol davasıyla birleştirildi ve bu dosyada idam cezası verilenlerden Hıdır Aslan Ekim 1984’te idam edilen son kişi oldu. Hıdır Aslan’dan kısa süre önce de İlyas Has idam edilmişti. Buca Cezaevi’nde onlarla birlikteydiniz bir süre, nasıl bir yerleri var hafızanızda?
Hıdır’ın da, İlyas’ın da hüzünlü bir yeri var hafızamda. Hıdır’la aynı davadan yargılanmıştık, arkadaşımdı, dostumdu. İlyas’ı ismen biliyordum, hiç tanışmamıştık. İlyas da bir Tariş işçisiydi, direnişte yer almıştı. Hıdır, Dersim’in Hozat’ına bağlı Torut köyünde doğmuştu. Öğrenciliği Ankara’da geçmiş, daha sonra İzmir’e gelmişti. Yargılamalar sırasında ikisi de Şirinyer Askeri Cezaevi’ndeydi, ben Buca’daydım. Hıdır’la duruşmalarda görüşebiliyorduk ve sürekli mektuplaşıyorduk. Davamız sonuçlanınca idam cezası verilen arkadaşları Buca’ya getirdiler. Daha önce ceza hücresi olarak kullanılan, koşulları kötü ve izbe bir yeri onlara açtılar. Çamaşır yıkama olanakları yoktu. Hıdır ve onun gibi ailesi İzmir’de oturmayan arkadaşlar giysilerini, çarşaflarını yıkamak için bana gönderirlerdi. Çamaşır yıkamak, temizleri gönderip kirlileri almak adeta törensel bir eylemdi benim için, hapishanedeki tekdüze yaşantıma anlam kazandırıyordu. Onlarla bir çeşit iletişim kurma biçimiydi. Sonra, onları Burdur’a, beni Çanakkale’ye sevk ettiler. Hıdır’la yazışmaya devam ettik. İdam edilmeden önce yazdığı son mektuplardan biri banaydı. Kastettiğim, infaz öncesi yazılan son mektup değil, infazdan birkaç gün önce yazılmış olağan bir mektuptu. İnfazdan birkaç hafta sonra elime ulaştı. Zarfın üzerinde Hıdır’ın yazısını tanıyınca donup kalmıştım. Sanki mektubu mezarından yazıp göndermiş gibi hissettim birden. Mektubun büyük bir bölümü sansürcüler tarafından karalanmıştı. Kesik kesik cümlelerden yine de bazı şeyler anlaşılıyordu. İlyas’ın idamı nedeniyle Hıdır sıranın kendisinde olduğunun farkındaydı. Durumun tüm ağırlığına rağmen iyimserliğini, umudunu koruyordu. Dostluğunu, sevgisini güçlü bir şekilde hissettiriyordu. Bu mektup benim için çok kıymetliydi. Özenle korumaya çalıştım. Sık sık açar okurdum. Daha sonra Gaziantep’e, yüksek güvenlikli cezaevine sevk edildim. Orada, koğuşlarımıza yapılan bir aramada maalesef mektubu yitirdim. Çok üzüldüm, kendime çok kızdım niye yanımda tuttum, aileme göndermedim diye. Yıllar sonra, bir vesileyle Hozat’a gittim. Pakire isimli bir köyde kalıyordum. Beni misafir eden dostlarıma Hıdır’dan söz ettim, Torut’u sordum. “Hemen şurada, aşağıdaki köy” dediler. Ertesi sabah Torut’a gidip Hıdır’ın mezarını ziyaret ettim. Böylelikle geciken yasımı ve vedalaşmamı tamamlayabilmiş oldum…
İdam cezası yok, ama bir parmak işaretiyle en ağır cezalar verilebiliyor, Demirtaş ve Kavala örneklerinde olduğu gibi, insanlar AİHM ve AYM kararlarına rağmen hapiste tutuluyor. Başta Kürt siyasetçiler, tüm muhalifler adil yargılanma ilkesi yok sayılarak cezalandırılıyor. Bugün yargının 12 Eylül’ün sıkıyönetim mahkemelerinden hiç farkı yok.
Hıdır Aslan ve İlyas Has’ın infazından önce, son idam 5 Haziran 1983’te. Neredeyse bir yıldan fazla bir süre idamlar durmuşken niye birden onların infazı gündeme geldi? 12 Eylül mahkemeleriyle günümüz mahkemelerini karşılaştırdığımızda nasıl bir resim çıkıyor karşımıza?
Evet, İlyas ve Hıdır’dan önceki son infaz 5 Haziran 1983’te. İlk yılların hızı biraz kesilmişti. Bunun bence iki nedeni vardı. İlki uluslararası baskıydı. 12 Eylül darbesi, Türkiye’nin bağlı olduğu ABD odaklı uluslararası ittifak sisteminin siyasi, askeri ve ekonomik tüm unsurları tarafından desteklenmişti. Bununla birlikte, cuntanın ifrata varan baskıcı uygulamaları ve ağır insan hakları ihlâlleri zaman içinde ittifak üyesi ülkelerde rahatsızlığa yol açmıştı. Bu ülkelerin demokratik kamuoyu, hükümetlerine başta idamlar ve işkenceler olmak üzere, Türkiye’de yaşanan insan hakları ihlâllerinin durdurulması konusunda baskı yapıyordu. Diğer neden ise cuntanın “demokrasiye geçiş” sürecini başlatmış olmasıydı. 6 Kasım 1983’te ilk genel seçimler yapıldı. Mahkemeler idam cezası vermeye devam ediyordu, ama infazlar yapılmıyordu. Seçimlerden sonra infazların onay yetkisi Meclis’e devredilmişti. Özal hükümeti de henüz yeni seçilmişken uluslararası baskıları dikkate alarak bu yetkiyi pek kullanmak istemiyordu. Bu sırada, 15 Ağustos 1984’te, PKK’nin Eruh ve Şemdinli baskınları oldu ve çatışmalar başladı. Bunun üzerine, Kenan Evren yaptığı konuşmalarda ilk kez Erdal Eren için söylediği “Asmayıp da besleyecek miyiz?” sözünü sık sık tekrar eder oldu. Hükümete ve Meclis’e baskı yaparak yükselen anarşiye (o dönemde devlet ricalinde “terör” yerine “anarşi” kavramı modaydı) cevaben infazlara devam edilmesini istedi. Sonuç olarak, 1984’ün 7 Ekim’inde İlyas, 25 Ekim’inde Hıdır, infazlara ara verilmişken intikamcı bir zihniyetle, misilleme olsun diye idam edildi. Bugün de bu intikamcı, misillemeci zihniyet varlığını sürdürüyor. Başta siyasetçiler, insan hakları savunucuları, avukatlar, gazeteciler olmak üzere, hapishanelerde tutulanlara rehine gözüyle bakılıyor. Evet, bugün idam cezası yok, ama bir parmak işaretiyle en ağır cezalar verilebiliyor, Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala örneklerinde olduğu gibi, insanlar AİHM ve AYM’nin kararlarına rağmen hapiste tutuluyor. Bugün yargı bağımsızlığının tümüyle ayaklar altına alındığı, hukukun iktidarın baskı aracı haline getirildiği koşullarda, adalet toplumun en temel ve varoluşsal talebi. Bilhassa başta Kürt siyasetçiler olmak üzere, tüm muhalifler yetersiz kanıtlarla, adil yargılanma ilkesi yok sayılarak cezalandırılıyor. Hatırlarsanız, AYM kararı öncesi mahkemeler barış imzacısı akademisyenleri otomatiğe bağlamış bir şekilde, kes-yapıştır gerekçelerle cezalandırıyorlardı. Bugün yargının 12 Eylül’ün emir-komuta zinciri içindeki sıkıyönetim mahkemelerinden hiç farkı yok.
Verilen soru önergelerine, insan hakları savunucularının çabalarına rağmen Haziran 1981’de idam edilen Veysel Güney’in mezarı hâlâ bulunamadı. İlyas Has’ın mezarı ise 28 yıl sonra Bornova’da bulundu. Kırk yıldır kimsesizler mezarlıklarında unutturulmaya çalışılan insanlar var. İdamlardan otuz yıl sonra teslim edilmiş son mektuplar var, hâlâ kayıp olan son mektuplar var. Bugün de cenazelere, mezarlıklara yapılan organize saldırılar var. Hafızaya ve ölü bedenlere yapılan zulmü, onlarla hâlâ süren savaşı nasıl yorumlamalıyız?
Hafızaya ve ölü bedenlere yapılan zulüm Türkiye’de devlet aklının kuşaktan kuşağa devrettiği bir idare tekniği. Bugünün Türkiye’si 1915’ten beri süregelen etnik, dinsel, kültürel ve siyasal arındırma sürecinin bir sonucu. Bu süreçte soykırımlar, katliamlar yaşandı, büyük suçlar işlendi. Sorumluluk egemenlerde ve o anda devlet erkini kullananlarda değil sadece. Çeşitli saiklerle doğrudan işbirliği yapan, yapmasa bile sessiz kalarak suça ortak olan toplumu da unutmayalım. Bugünün toplumsal ilişkilerini şekillendiren, yön veren geçmişten gelen büyük bir suç ortaklığı. Bu nedenle toplum geçmişiyle ilişkisini esas olarak “unutma” üzerine kuruyor. Devlet de “unutturmayı” bir idare tekniği olarak kullanıyor. Hıdır’ın köyüne gidişimi anlatırken iki yer isminden söz ettim: Pakire ve Torut. Resmi adları Dalören ve Taşıtlı. İkisi de eski Ermeni yerleşimleri. Oradaki Ermenilerin akıbeti konusunda rivayet muhtelif. 1938’de de Hozat’ın bu köyleri katliamın en ağır yaşandığı yerlerden olmuş. Şimdiyse adları Türkçe. Sadece bu küçücük örnek üzerinden baktığımızda bile nisyan katmanlarının ne denli çok ve kalın olduğunu görebiliyoruz. Sözünü ettiğiniz kayıp mezarlar, verilmeyen mektuplar ya da bugün cenazelere, mezarlara yönelik saldırıların hepsi birer hafıza silme operasyonu. Geçmişte yaşanan zulüm ve acılarla yüzleşememiş ve hesaplaşamamış olmamız günümüzde iktidar blokunun başvurduğu kutuplaştırma ve ötekileştirme yöntemlerini daha da kolaylaştırıyor, derinleştiriyor, toplumda şiddetin, nefret ve linç kültürünün yerleşik hale gelmesine yol açıyor.
Bugünlerde ardı arkası kesilmeyen kayyum atamaları, HDP belediyelerine büyük bir kuşatma var. 40 yıl önce, Diyarbakır belediye başkanı Mehdi Zana tutuklanıp hapse atıldı, yerine bir albay kondu. 40 yıl sonra da Gültan Kışanak, ardından Selçuk Mızraklı hapse atıldı, yerlerine kayyum atandı. 12 Eylül denince ilk akla gelen yerlerden biri Diyarbakır Cezaevi. Bugün de bölgedeki cezaevleri HDP ve DBP üyeleriyle dolu. Kürt halkına ve siyasal temsilcilerine yönelik bu tutumun 12 Eylül’e uzanan kökleri bize neler söylüyor?
12 Eylül sadece işçilerin, emekçilerin değil, Kürt halkının da yükselen özgürleşme mücadelesini durdurmaya yönelikti. Darbeden sonra, generaller bir Kürt isyanı korkusunun darbe hazırlıklarında belirleyici rol oynadığını açıkça ifade ettiler. Kürt halkı üzerinde zaten varolan baskıyı daha da artırdılar. Özellikle Diyarbakır Cezaevi en korkunç baskı ve işkence merkezlerinden biri haline gelmişti. Ben epey hapishane gezmiştim, bayağı zor günler yaşamıştık. Gaziantep Cezaevi’nde Diyarbakır’dan gelenlerin hikâyelerini dinleyince kulaklarıma inanamamıştım. Bilinen yaygın işkence uygulamalarının çok ötesinde şeyler yaşanmıştı. Köpekle saldırma, lağım suyuna sokma, esas duruşta bekleyen mahpusu taş zemine düşmeye zorlama, dışkı yedirme gibi vahşi yöntemleri duyunca, kendime aynı ülkede mi yaşıyoruz diye sormadan edememiştim. Bu acı hakikat karşısında egemen ulusun bir ferdi olmaktan ve insanlığımdan öylesine utanç duydum ki, Kürt arkadaşlarımın yanında hapishanede yaşadığım zorluklardan bir daha hiç söz etmedim. 1991’de, “Özal Affı” da denen şartlı tahliye yasasından yararlanarak özgürlüğümüze kavuştuk. İlk önce, aralarında benim de olduğum TCK 146/1 gibi maddelerden ceza alanları bu yasadan yararlandırmamışlardı. Avukatlarımız AYM’ye başvurdu ve AYM eşitlik ilkesi gerekçesiyle bizlerin de yasadan yararlanmamıza karar verdi. Kararın gerekçesinin eşitlik ilkesine dayandırılmasına karşın, AYM Kürtlerin ceza aldığı TCK maddelerini şartlı tahliye yasasının kapsamı dışında bıraktı. Çünkü onlar eşit değildi. 12 Eylül rejiminin Kürt sorununun ayrımcılığa, inkâr ve imhaya dayalı çözüm modeli bugün de aynen sürdürülüyor. O nedenle Kürt halkının seçme ve seçilme hakları, iradeleri yok sayılarak belediyelere kayyumlar atanıyor. O nedenle Kürt halkının temsilcileri, seçilmiş siyasetçiler adeta bir siyasi soykırıma tabi tutularak hapishanelere dolduruluyor.
Bugünün Türkiye’si 1915’ten beri süregelen etnik, dinsel, kültürel ve siyasal arındırma sürecinin bir sonucu. Bu süreçte soykırımlar, katliamlar yaşandı, büyük suçlar işlendi. Bugünün toplumsal ilişkilerini şekillendiren, yön veren geçmişten gelen büyük bir suç ortaklığı. Bu nedenle toplum geçmişiyle ilişkisini esas olarak “unutma” üzerine kuruyor. Devlet de “unutturmayı” bir idare tekniği olarak kullanıyor.
“İnsan hakları mücadelesinin önemini bizzat maruz kaldığım ihlâllerle mücadele ederken öğrendim. Bunun bir değer yaratma mücadelesi olduğunu o zaman anlamaya başladım” dediniz. TİHV’de sorumluluk üstlenmeniz nasıl oldu? Ayrıca, Savaş Karşıtları Derneği’nin kurucularındansınız. Cezaevinde ve sonrasında, siyasal düşünceleriniz, tercihleriniz nasıl bir seyir izledi, deneyimlerinizden ve kişisel muhasebenizden yeni kuşakların payına ne düşer?
12 Eylül’ün etkisi 12 Mart darbesine oranla çok daha uzun sürdü ve derin izler bıraktı. Evet, baskı ve zor, ideolojik bombardıman çok daha yoğundu, ama toplum da 12 Mart’taki gibi tepki vermiyordu. Sola ilgisinde azalma hissediliyordu. Yaşadığımız yenilgi büyüktü. Ağır hapishane koşullarında bu durumun kapsamlı muhasebesini yapamıyorduk. ‘80’lerin sonunda reel sosyalizmin çöküşü –reel sosyalizme tüm eleştirilerimize rağmen– yenilgi duygusunu daha da derinleştirdi. Zira kapitalist-emperyalist sistem ezeli ve ebedi olduğunu ilan ediyordu. Aynı dönemde dünyada, nükleer tehdit, zorunlu askerlik ve militarizm, ekolojik tahribat ve cinsiyet eşitliği gibi konularda mücadele yürüten yeni toplumsal hareketler çok ilgimizi çekiyordu. Bu hareketlerin nasıl yeni imkânlar yaratabileceğine kafa yoruyorduk. Bugün sol bir hareketin olmazsa olmazları diyebileceğimiz bu konulara ilgimiz o dönemde bazı arkadaşlarımız tarafından adeta sapkınlık olarak değerlendiriliyordu. Gaziantep Cezaevi’nde bir grup arkadaşımız yeni toplumsal hareketlerle ilgileniyoruz diye devrimci hareketin değerlerine ve Marksizme aykırı düştüğümüzü ileri sürerek bizden ayrıldılar.
Tahliye olduğumuzda dışarıda bambaşka bir hayat vardı. Her bakımdan uyum sağlamakta zorlanıyorduk. İlk yaptıklarımızdan biri TİHV’e başvurmak oldu. Hapiste uzun yıllar geçirmiş, işkence ve kötü muameleye maruz kalmıştık. Uzun süren açlık grevleri yapmıştık. Tedavi ve desteğe ihtiyacımız vardı. TİHV bir ana kucağı gibi sarıp sarmaladı bizi. Yapılanlardan çok etkilendim, TİHV’nin gönüllüsü oldum. Yeni bir çalışana ihtiyaç duyup çağrı yaptıklarında hemen başvurdum ve kelimenin tam anlamıyla hayatım değişti. Bir çeşit “salto vitale” yani. Aynı zamanda İHD’ye de üye oldum. Hapisteyken ilgiyle izlediğim Türkiye’nin ilk vicdani retçileri Tayfun Gönül ve Vedat Zencir’in daveti ve motivasyonuyla Savaş Karşıtları Derneği’nin (SKD) kurucularından oldum. Hapiste en çok kafa yorduğum şiddet, militarizm, iktidar, tahakküm, doğrudan demokrasi ve insan hakları gibi konularla daha doğrudan ilgilenme olanağım olacaktı. Toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda hem TİHV’de hem SKD’de çok şey öğrendim. Bilhassa SKD deneyimim homofobik takıntılardan arınmamı sağladı. Yine SKD sayesinde doğrudan demokrasi kültürüm gelişti. Sürekli genel kurul hali yaşıyorduk, karar süreçlerine tüm üyeler en aktif şekilde katılıyordu. Kararları aynı zamanda bir sosyal öğrenme süreci olan konsensüs yöntemiyle alıyorduk. 2005’te TİHV Kurucular Kurulu’na seçildim, iki dönemdir yönetim kurulu üyesiyim. Tüm yaptıklarımdan ve eylediklerimden şunu öğrendim: Her türlü tahakküm ve egemenlik ilişkisinden arındırılmış, ayrımcılığın olmadığı, sömürüsüz ve şiddetsiz, eşitlikçi ve adil bir topluma ulaşmak çok ciddi emek ve çaba gerektiriyor. Ancak, zorluklarına rağmen mutluluk veren bir uğraş. Çünkü insan olarak bir onur ve değere sahip olduğunuzu bilmenizi sağlıyor. Sanırım yaşamın anlamı da bu kadar basit bir bilgiyi edinmek.
Express, sayı 173, Güz 2020