HARD KAPİTALİZM DOSYASI–III / “KAPİTALİZMİN HARD VE SOFT SÜRÜMLERİ”

Bekir Avcı
11 Temmuz 2019
SATIRBAŞLARI

Görmeyen var mı? Yol TV’nin sokak röportajlarının birinde, aniden gelişen bir kontratak ve doksana takılan top: “Bu devlette hard kapitalizm var!” Sosyal medyada izlenme rekorları kıran bu video bize ne söylüyor? Hard kapitalizm nedir, nasıl işler, bir topluma neler yapar? Türkiye hard kapitalizmi nelere gebe? Altı bölümlük “dosya”nın üçüncü bölümünde, Drew University öğretim üyesi Yahya M. Madra’ya bağlanıyoruz. Önceki bölümlerde Ümit Akçay ve Hayri Kozanoğlu söz almıştı, sonraki bölümlerde söz sırası Bahadır Özgür, Başaran Aksu ve Aslı Odman’da.

 

“Hard kapitalizm” kavramına Twitter’da bir açıklama getirdiniz. “Hard kapitalizm, soft kapitalizm kaçınılmaz olarak krize girdiği için, onun krizlerini baskı ve zor yoluyla çözmek için ulus-devlet-sermaye bileşiminin başvurduğu rejimdir” diyorsunuz. Öncelikle hard/soft kapitalizm nedir?

Yahya M. Madra: Soft ve hard kapitalizm ayrımı, kapitalist söyleme ait ve ancak onun epistemolojisi içinde anlamı olan bir ayrım. Ekonomi Politik’in eleştirisi açısından bakıldığında… Yani, artık-değerin temellükünden üretenlerin ya da geniş halk kitlelerinin hukuksal, siyasi ve ideolojik olarak dışlandığı, üretim koşullarından soyutlanmış bireylerin yaşamlarını ancak emeklerini satarak ve (finansal sermayenin belirleyiciliğini artırdığı çağımızda) borçlanarak idame edebildikleri bu simgesel düzenin ve onun kendiliğinden ideolojisinin eleştirisi açısından bakıldığında, bu ayrımın dikkatle ele alınması gerekiyor. Kapitalizmin hard ve soft sürümlerini, “Sermaye” yüce göstereninin iktidarının örgütlenme biçimlerinin farklı tatlardaki –hadi hakkını verelim, toplumun farklı seviyelerde nefes alabildiği– çeşitleri olarak görmek gerekiyor. Yoksa her ikisi de sömürü düzeninin yeniden üretiminin kurumsal mimarisinin farklı dizilimleridir.

“Hard kapitalizm” deyişinin ima ettiği “soft kapitalizm” nasıl bir düzenleme rejimine işaret ediyor?

Herhalde bir uçta David Harvey gibi bir Marksist kuramcının bile ehven-i şer olarak işaret edebildiği refah devleti kurgusu var. ABD’de 1930’larda “Yeni Mutabakat” ve 1945’ten sonra “Büyük Toplum” programlarını, Britanya’da Beveridge Planı’nı, Almanya’da Ordoliberallerin kurduğu sosyal piyasa ekonomisini ve tabii sosyal demokrasinin hâlâ güçlü olduğu Kuzey Avrupa ve İskandinavya modellerini, soft kapitalizmin örnekleri olarak anmak mümkün. Karl Polanyi’nin Büyük Dönüşüm çalışmasında bahsettiği, toplumun kendi dokusunu koruyabilmek üzere, “piyasa toplumu”nun metalaşmaya zorladığı üç alanı (emek, doğa ve para) kurumsal düzenekler ve düzenleyici yasalarla korumaya çalışırken icat ettiği bir “uzlaşma oluşumu” olarak tanımlayabiliriz soft kapitalizmi.

Türkiye için nasıl bir “soft kapitalizm” dönemleştirmesi yapılabilir?

Türkiye’de soft kapitalizm, özellikle günümüzün iktisadi ve siyasi krizi bağlamında bilhassa AKP seçmenlerinin önemli bir kısmının, ama bence çok daha geniş bir toplum kesiminin nostalji ile baktığı 2002-2012 arası döneme işaret ediyor. Burada dönemleştirme farklı şekillerde yapılabilir. Bazıları yurtdışından Türkiye’ye akan sermaye akışının vadesinin belirgin bir şekilde kısaldığı 2008 krizini, diğerleri 2013 Gezi Ayaklanması’nı dönüm noktası olarak görüyor. Ama 2002 sonrası dönemde –dış borcun kamudan özele devredilmesi şeklinde tezahür eden– finansal genişlemenin yarattığı genel bir rahatlama AKP’nin yerel ve merkezi yönetimleri ele geçirmesiyle bu idari yapıların tasarrufundaki kaynakları daha önce buralardan faydalanamayan kesimlere yöneltmesi ile birleşince, Türkiye toplumu AKP yönetimi ile inşa edilen kapitalizmin neoliberal dizilimini oldukça tatminkâr bir deneyim olarak yaşadı.

Hard kapitalizm bu iki süreç üzerinden okunabilir: finansın bütçeyi rahatlatıcı, refah artırıcı bir aygıttan zalim bir disiplin makinesine dönüşmesi ve militarizmin genel bir ideolojik-iktisadi kompleks olarak toplumu devletin krizi karşısında fedakârlığa ve seferberliğe çağırması.

Kuşkusuz, AKP’nin ilk on yılını sosyal demokrat bir “soft” kapitalizm dönemi olarak tasnif etmek doğru olmaz, zira Türkiye kapitalizminin bu dönemi de son derece sert, toplumsalı hırpalayan şekilde uygulamalara tanık oldu. Özelleştirmeler, tarımın uluslararası piyasalara açılarak “rasyonalize” edilmesi, sendikalara yapılan baskılar, kamudaki istihdamın ve daha genel olarak emek piyasalarının esnekleştirilmesi hep bu dönemde neoliberal düzenleme rejiminin ihdası sırasında gerçekleştirildi. Bu dönemi “soft” yapan, finansal genişlemenin ve AKP’nin yerel yönetimleri ve parti aygıtını kullanarak mahalle seviyesinden başlayarak uyguladığı sosyal yardım politikalarının, IMF’nin önerdiği, Kemal Derviş’in uygulamaya koyduğu ve Ali Babacan, Mehmet Şimşek gibi AKP’li genç, eğitimli, uluslararası ilişkileri olan kadronun arkasını getirdiği yapısal reformların toplumu yıkıcı etkilerini yumuşatması idi. Tam da bu yüzden, birçok Türkiyeli sosyal bilimci bu dönemi “neoliberal popülizm” kavramı ile tanımlıyor.

Soft kapitalizm nasıl bir krize girdi Türkiye’de?

Bu birikim rejimi iki nedenden dolayı krize girdi. Birincisi, Türkiye’nin küresel kapitalizmle eklemlenme biçiminden kaynaklanıyor. Yapısal olarak ekonomik büyüme için yurtdışından borçlanmak zorunda olan Türkiye kapitalizminin dış borç yükünün doğrudan özel sektöre yüklenmesi, ekonomiyi finansal krizlere, daralmalara karşı çok daha dayanıksız kıldı. 2008 sonrasında hâlâ içinden çıkılamamış olan küresel kriz konjonktürü finansal genişlemenin –özellikle ABD Merkez Bankası’nın nicel gevşeme politikasını sonlandırmasıyla– yön değiştirmesine neden oldu. Bu çok temel bir belirleyen. Bu daralma konjonktürüne girerken, eğer Merkez Bankası politikalarını Erdoğan’ın baskısı altında kalmadan istediği gibi uygulasaydı bugün aynı noktada olur muyduk? Bence küresel finansal dinamiklerin belirlenimi altında büyüme hızında belirgin bir yavaşlama yaşanması kaçınılmaz olmakla birlikte, bu yavaşlamanın etkileri, en azından yerli sermaye açısından, bu kadar sert yaşanmayacaktı diye düşünüyorum. Bugün yaşanan kriz, yaygın iflaslarla sermaye-içi bir yeniden düzenlenişe ve sermayenin daha da merkezileşmesine neden olacak gibi gözüküyor.

John Kirby, “Gizli Hayatlar”, 1988

İkinci neden, Türkiye’nin Türk-Sünni etnik-şeyine dayanan üniter-devlet yapısının ve Cumhuriyet kurgusunun demokratikleşmeye direnmesidir. Burada küresel kriz Türkiye devletine ilginç bir fırsat yarattı. Burada şu soruyu tartışmaya açmakta fayda var: Türkiye’nin Atlantik ve Avrasya eksenleri arasında yapması istenen tercih, küreselci-neoliberal kapitalizm ile “yerli ve milli” kapitalizm arasındaki bir tercihe mi tekabül ediyor? Avrupa’da yükselen ırkçı sağ, ABD’de Trump hükümetinin ticaret savaşları ve ikili müzakereler üzerinden biçimlendirmeye çalıştığı yeni-merkantilist yönelim gibi gelişmeler, Atlantik ekseninin bizzat kendisinin küreselci-neoliberal kapitalizme olan bağlılığının gevşemeye başladığına işaret ediyor. Dolayısıyla, yeni-merkantilist yönelim Atlantik-Avrasya eksenlerini aşan küresel bir yönelim. Türkiye devleti ve onun avatarı Erdoğan rejimi, Arap Baharı ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin yükselişinin yarattığı yapısal sarsıntılar karşısında toplum üzerinde hâkimiyetini tekrar ve daha sert bir şekilde kurmaya çalışırken, şirketleşmiş ulus-devletlerin birbirleriyle yeni-merkantilist siyasalar üzerinden ilişkilendiği bir uluslararası düzenin oluşmaya başladığını gördü ve kendi meşruiyetini bu yeni dünya düzenine referansla kurmaya çalıştı. Ama bunu yapabilecek kapasitesi olmadığı için, ya da zamanın ABD büyükelçisi, şimdinin Suriye’den sorumlu elçisi James Jeffrey’nin Ankara’dan gönderdiği mesajlardaki tabirle, “Rolls Royce ihtirasıyla, ama Rover kaynaklarıyla” hareket ettiği için, Türkiye’nin bu konjonktürden başarılı çıkarak, içeride “soft” bir kapitalizmi finanse etmesini sağlayacak (alt)emperyalist ve irredantist ihtirasları tatmin etmesi mümkün değil. Buradan olsa olsa hard kapitalizm çıkar.

Halihazırda hard kapitalizm Türkiye’de nasıl işliyor?

Tanzim satışlarının gösterdiği üzere, ekonomik kriz en doğrudan etkisini zamlar aracılığıyla gösteriyor. Sertleşmiş ve yapısallaşmış enflasyon en çok sabit gelirli hane halkını etkiliyor: emekçiler, emekliler, memurlar. Bugün tarım ürünlerinde yaşanan krizin kaynağının “soft” dönemdeki tarımsal dönüşüm olduğunu her seferinde hatırlatmakta yarar var. Finansal genişleme, borçlanmanın yaygınlaşmasına neden oldu. Borçlanmanın özel sektör ve hane halkının omuzlarında olması, ekonomik krizin bir domino etkisi yaratarak bankacılık sektörünü sıkıştırması riskini artırıyor. Son kertede Türkiye’nin borç döndürmesi için uluslararası piyasalarda inandırıcı olması gerekiyor. Finans yorumcularının dillerine doladığı “Türkiye’nin hikâyesi yok” ifadesi Türkiye’nin güvenilirliğinin oldukça aşındığını, dış yatırımcıya yüksek faizden –en az yüzde 5 risk priminden bahsediyor yorumcular– başka anlatacak bir hikâyesinin kalmadığına işaret ediyor.

Erdoğan rejimi, şirketleşmiş ulus-devletlerin yeni-merkantilist siyasalar üzerinden ilişkilendiği bir uluslararası düzenin oluşmaya başladığını gördü ve meşruiyetini bu yeni düzene referansla kurmaya çalıştı. Ama içeride “soft” bir kapitalizmi finanse etmesini sağlayacak (alt)emperyalist ve irredantist ihtirasları tatmin etmesi mümkün değil. Buradan olsa olsa hard kapitalizm çıkar.

Dolayısıyla, 2002-2012 arası dönemdeki “soft” kapitalizmin finansal koşulları artık yok. İnşaat sektörü derin bir krize yuvarlanırken, saray danışmanları vurguyu savunma sanayiine kaydırmaya çalışıyorlar. İnşaat sektörünün, ekonomik olduğu kadar, ideolojik bir işlevi de vardı. Hem geniş halk kitlelerinin ev sahibi olmak arzusuna hitap etmesi, hem altyapı yatırımlarının toplumsal refah artışının anıtsal görünümleri olarak görsel ekonomiyi işgal etmesi, inşaat sektörünü AKP Türkiye’sinin lokomotif sektörü haline getirmişti. Savunma sanayii ise başka bir ideolojik işleve karşılık geliyor. Yerli ve milli AKP-MHP Türkiye’si içeride güvenlikçi, dışarıda emperyalist bir yönelime sahip; savunma sanayii bu yönelimi iktisadi olarak meşrulaştırmak işlevi görüyor. Hard kapitalizm bu iki süreç üzerinden de okunabilir: finansın bütçeyi rahatlatıcı, refah artırıcı bir aygıttan zalim bir disiplin makinesine dönüşmesi ve militarizmin genel bir ideolojik-iktisadi kompleks olarak toplumu devletin krizi karşısında fedakârlığa ve seferberliğe çağırması. Bu son noktanın söylem seviyesinde nasıl somutlandığını anlamak için Erdoğan’ın geçen şubat ayında, bir seçim mitinginde pazar esnafına “bir merminin fiyatını biliyor musunuz?” diye seslenişini anımsamak yeterli olacaktır.

Kayyumların atandığı belediyeler 31 Mart seçimlerinde geri alındı, ancak hepsi yüklü borç altında. KHK ile işinden edilenler girmek zorunda kaldıkları farklı iş kollarında yaşamını yitiriyor. İşsizlik intiharları var. Daha sıralamak mümkün. Bu tablo bize ne anlatıyor?

Tüm bu işaret ettiğiniz olgular, kapitalizmin sertleşmesine neden olan ikili krizin, yani, bir yanda Türkiye’nin küresel kapitalizme eklemlenme biçiminin yarattığı birikim rejimi krizinin ve diğer yanda Türkiye devletinin Arap Baharı ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin yükselişi karşısında önce içerinden yarılması (Cemaat-Erdoğan-Ergenekon), sonra da kendini milliyetçi-mukaddesatçı bir içerikle yeniden tahkim etmeye çalışmasının yol açtığı siyasi rejim krizinin toplum üzerinde yarattığı yıkıcı etkinin görünümleri. Eğer soft ve hard çeşitleri arasında salınan bir kapitalizmden söz ediyorsak, kapitalizmin sertleşme/yumuşama seyri bu iki krizin kendi özgül dinamikleri ve birbiriyle olan etkileşimi üzerinden belirlenecek. Ve gene görünen o ki, iki dinamik aşağı doğru, yani sertleşmeye dönen bir burguya yol veriyor. İktisadi kriz siyasi krizi derinleştiriyor, siyasi kriz iktisadi krizden çıkışı güçleştiriyor.

“Kendini çokkültürcü, küreselci, nezih bir yönelim olarak sunan neoliberal finansallaşmanın avatarları Babacan-Şimşek kadrosu, bugünün hard kapitalizmine gelen yolun yapıtaşlarını örmüştür. Neoliberal kemer sıkma siyasası son kertede hard kapitalizmden başka bir seçenek sunmaz.” Twitter’da yaptığınız bu değerlendirmenizde andığınız Ali Babacan yeni bir parti ile gündemde. Buna dair ne söylersiniz?

John Kirby, “Son Yemek”, 1984-99

Bugün Türkiye siyasetinde üç konum var. Merkezileşme, normalleşme ve demokratikleşme. Bu üç konum partileri yatay kesiyor. Yani, normalleşme isteyenler AKP’de, CHP’de, İyi Parti’de ve hatta HDP’de bile var. Bürokrasi içinde de önemli bir kesim o pozisyonda. Demokratikleşme isteyenler de sanki bir kısım CHP’de, belki biraz Saadet Partisi içinde, ama temel olarak HDP içinde ve çevresinde öbekleşmiş gibi gözüküyor. Merkezileşme isteyenler tabii ki Erdoğan AKP’sinde, MHP’de, Vatan Partisi’nde ve bürokrasi içinde –ve derinlerinde– yer alıyor.
Normalleşme derken kastedilen kuşkusuz ilk olarak güçler ayrılığının yeniden tesisi, yani yargının iktidarın bir cezalandırma aygıtı olmaktan çıkarılması, yasamanın yürütmeyle aynı seviyeye yükseltilmesi. Ama bunun hemen ardından ekonomi alanında da bir normalleşmeye işaret ediliyor: “Adalet düzgün işlerse yabancı sermaye de korkmaz, gelir.” Ve Derviş reformlarıyla oluşturulan küreselci/neoliberal fabrika ayarlarına geri dönüş vurgusu yapılıyor. Beklenti, siyasi olarak normalleşen Türkiye’nin iktisadi olarak da normalleşmesi, yani kendine yeniden inandırıcı bir hikâye yazabilmesidir. Yani, vaat edilen, belli bir kemer sıkma döneminin ardından “soft” kapitalizme geri dönüş.
Ama burada asıl sorulması gereken normalleşmenin iktisadi ya da siyasi koşullarının olup olmadığı. Bugün dünya ekonomisi hâlâ 2008 krizinin üstesinden gelebilmiş değil. Değindiğim üzere, ticaret savaşları, iklim krizinin etkisiyle sayıları artan mülteci ve göçmenler karşısında yükselen milliyetçilik ve keskinleşen kaynak savaşlarının koşullandırdığı yeni-merkantilist bir “normale” doğru kayan bir dünya düzeni oluşuyor. Bu küresel kriz konjonktürü ürkütücü bir “zamanların sonu” hissiyatı veriyor olabilir. Ancak bu küresel krize karşı alınacak tek olası tutum ulus-devletin kabuğuna bürünerek Hobbes’vari bir küresel iç savaşa hazırlanmak olmamalı. Tam tersi bir seçenek olarak, ulus-devleti aşan bir şekilde ve emperyalist olmayan bir yaklaşımla, küresel kapitalizmin yarattığı bu çok boyutlu krizi bölgesel bir dayanışma siyaseti örgütleyerek de göğüslemeye çalışmak mümkün. Bu da normalleşerek değil, ancak demokratikleşerek mümkün.
Öyleyse, sorulması gereken ikinci soru, normalleşme çizgisinin devletin kasılmasına –ve aslında kendi içine çökmesine– neden olan koşullara ilişkin siyasi bir çözüm önerisinin olup olmadığı sorusu. Devletin krizinin kaynağı demokratikleşmeyi hazmedememiş olmasıdır. Bu açıdan 7 Haziran 2015 seçimi önemli bir dönüm noktasıdır. Taraftarları aksini iddia etmesine rağmen, normalleşme çizgisinin Türkiye’nin bu demokratikleşememe krizine karşı söyleyecek bir sözü yoktur. Tam tersine, normalleşme çizgisi iktisadi bir otoriterleşme, uzmanların –Ali Babacan, Mehmet Şimşek, vs.– iktidar olduğu neoliberal bir yönetim zihniyetine dönüş vaat etmektedir. Bugünkü iktidar kadrolarının ehliyetsizliği ve beceriksizliği böyle bir olasılığı çekici kılıyor olabilir, ama böyle bir normalleşme hamlesinin, gerekli asgari ekonomik koşulları yeniden tesis edebilse bile, arzuladıkları siyasi restorasyonu başarabilmesi mümkün değil.

Yüzde 15’lere varan genel ve yüzde 25’i aşan genç işsizliğinin çerçevesini kurduğu proletarya-içi rekabet, toplumu saran Türk-Sünni milliyetçiliği ile harmanlanınca kendisini Suriyelilere ve Kürtlere yönelik ırkçı şiddet olarak beyan ediyor. Faşizmin varlık nedeni kapitalizmin sorunlarına kapitalizmden çıkmadan çözüm bulma arzusudur.

Bu konuda kimi zaman iktisadi gerçekçilik adına ekonomi yönetimindeki rasyonelleşmeye razı olan liberallerin çok yanıldığını düşünüyorum. Türkiye’nin faşizm ile imtihanı, yakıtını, iktisadi rasyonelleşmenin neden olduğu mülksüzleşme ve borçlanma süreçleri tarafından terbiye edilen öznellik dinamiklerinden alıyor. Umutsuzluk, endişe, suçluluk, korku ve tabii hınç, neoliberal ekonomi politikalarının yarattığı –teşvik ve müeyyidelere dayanan, bireyi bir “homo economicus” olarak kurgulayan ve gittikçe güvencesiz kılan– “kısıtlı” ekonomi içinde dövülüyor. Bugün yüzde 15’lere varan genel ve yüzde 25’i aşan genç işsizliğinin çerçevesini kurduğu proletarya-içi rekabet, toplumu saran Türk-Sünni milliyetçiliği ile harmanlanınca kendisini Suriyelilere ve Kürtlere yönelik ırkçı şiddet olarak beyan ediyor. Modern bir olgu olarak faşizm, sermayenin döngüsünün yarattığı sarsıntılara karşı toplumun kendini koruma ihtiyacı üzerinde, ama aslen sermaye düzenini koruma amacıyla tesis edilir. Liberal iktisadi gerçekçiliğin görmek istemediği, faşizmin varlık nedeninin kapitalizmin sorunlarına kapitalizmden çıkmadan çözüm bulma arzusu olduğudur. Bana inanmıyorsanız, Bertolucci’nin 1900-Novecento’suna bakın.

Peki demokratikleşme bu sıkışmışlığa nasıl çare olabilir?

Meseleyi siyasi restorasyon meselesi olarak değil, siyaset alanının genişletilmesi, demokrasinin derinleştirilmesi sorunu olarak ele alan demokratikleşme kanadı, söylemi dizmeye “Barış” göstereninden başlayabilir. Kapitalizmin yarattığı iklim krizinin kışkırttığı küresel iç savaş tehlikesi karşısında, yani Barbarlık seçeneğinin karşısında, ulus-devletin iç ve dış sınırlarını aşan bir dayanışma ve işbirliği –Sırrı Süreyya’nın deyişiyle, “müşterekleşme”– anlayışıyla ve kendini demokratikleşerek örgütleyen bir Barış anlayışını kastediyorum. Türkiye, Ortadoğu ve Avrupa ile olan ilişkilerini ulus-devletlerin yapısal olarak paranoyak merceğinden bakarak değil, Kürtlerden başlayarak tüm komşu kavimlerle barışarak yeniden kurabilir. Böyle bir barış anlayışı artık Türkiye’nin meselesi olmuş Suriye iç savaşından başlayarak Türkiye’nin birbiriyle iç içe geçmiş sorunlarına, onları dışarıdan içeriye –ya da içeriden dışarıya– kat ederek derman olabilir. Hiçbir zaman var olmamış, olmayan bir normale nostalji duyarak değil.
Barışın toplumsallaşması en geniş anlamıyla, yani artık-emeğin üretimi, temellükü ve dağıtımı uğraklarını kapsayan bir sınıf adaleti anlayışının, yeteneklerle gereksinimlerin eşleştirildiği her türlü toplumsal alanda verilecek tüm kararlara bir düstur olarak ışık tutması ile mümkün olabilir. Çok genel konuştuğumun farkındayım, ama ekonominin demokratikleşmesi ancak karar alanları toplumsal belirlenime açılabilirse mümkün olur. Oysa hard olsun, soft olsun kapitalizmin her çeşidi tam da sınıf süreçlerinin ve temellük ilişkilerinin bir tabu olarak demokratik karar verme süreçlerinden yalıtılması ilkesi üzerine kurulur. Tam da bu yüzden, demokratikleşme çizgisi toplumsal barışı ekonominin demokratikleşmesinden başlayarak örmelidir.

^