2016’da ilk öykü kitabı “Çerçialan”la Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü kazanan Gamze Arslan, bu sene Can’dan yayınlanan ikinci kitabı “Kanayak”ta çıtasını yükseltiyor. Dilini ve öykücülüğünü çapaklarından arındırırken kendi ihtimallerini yaratmaya çalışan kadın karakterleriyle ve anlatıya katılan insan dışı varlıklarıyla “görülmemiş çiçekler açtırıyor”, şiddeti ve özgürleşme çabasını görülür, duyulur, koklanır kılıyor. “Kanayak”ı Arslan’dan dinliyoruz.
BEDENDE YAZILI, BEDENLE YAZGILI
Öykülerinizde bedenin oldukça önemli bir yeri var. Hemen her öyküde bedene, özellikle kadın bedenine göndermeler mevcut, fakat bunlar genellikle bütün bir beden olarak değil, beden uzuvları, parçaları olarak var. “Manıklar”da Sütleğen’in “diri meme uçları”, “sarkmış bacak araları”, “O Bir Ağaçtır ki Cehennemin Dibinde Çıkar”daki cansız mankenlerin hasarlı bedenleri ve elbette bedenden kopup giden, yiten parçalar: morgdaki beden parçaları, Kasaptaki Kesik Parmak, kanser hücreli rahim ya da beyin parçası… Tüm bunları düşündüğümüzde, kadın bedeninin öykülerinizde nasıl bir işlevi olduğunu söyleyebiliriz? Sizce bedenle yazgılı, yazgısı bedeni olan kadın, kendi öznesini bu beden aracılığıyla kurabiliyor mu, yoksa yer yer erkek ya da genel anlamıyla erk gözüyle gördüğümüz bu beden (ya da parçaları), imkân ve ihtimalleri en başından yok eden bir mekanizmaya mı dönüşüyor?
Gamze Arslan: Beden bana göre kadının kendi ihtimallerini yaratmasında ilk direniş noktası. Çünkü en başta erkin gelip göz değdirdiği, söz türettiği ve en sonunda da tahakküm ettiği yer bedenin kendisi. Kadına dair tüm yok edişler ilk önce orada başlıyor, daha sonra derinlere, bilinçdışına, kemiklere ve topluma sızıyor. Öykülerde karakterler bu nedenle genellikle bedenden ve onun parçalarından şekilleniyor ilkin. O bedeni her şeyden azade bir şekilde kendinin kılmak, parçalarını bağımsızlaştırarak erkin karşısına çıkarmak için mücadele ediyorlar. “Manıklar” öyküsünde Sütleğen sarkmış memelerine bastırdığı manolyalarla, bacak arasına sürdüğü unla ve arkasından sürüklediği ayağıyla geç bir yaşta da olsa bedenini kendisinin kılabilmiş durumda. Bunun mümkün olabilmesi için zamanın geçmesi, kocasının bedeninin ortadan kalkması gerekmiş. Taşradakilerin sesini susturup bakışlarını yere indirmek de, ölüleri yıkayıp bebekleri doğurtarak, diğerlerinin gözünde kutsal bir mertebeye oturarak mümkün olmuş Sütleğen için. Ya da ilk kitapta “Küf Korkusu Olmalı İnsanda” öyküsünde anlatıcı kadın yine kocasının bedeni, sesi ortadan kalktığında ilk defa memelerinin pörsümüş olsa da kendisine ait olduğunu anlıyor. Ama bir yandan da mesela “Çarpmanın Sesiyle” öyküsünde kendi ihtimallerini yaratmak isteyen, kendi göğüs boşluğuna dolarak geçmişte yaşadığı orgazmı tekrar yaşamak isteyen anlatıcı kadın bir otobüse atlayıp yaşadığı taşra kasabasından gitmeye karar veriyor, çok istese bile bu mümkün olmuyor. Bedenine hükmeden erki susturabilmek için en doğru yolun gitmek olduğunu düşünüp otobüse bindiğinde, kazayla birlikte yine erkin, erkeğin eliyle, üstelik yaşlı bir amcanın bastonunun göğüs kafesine girmesiyle hayattan kopuyor.
Çerçialan ve Kanayak’taki öykülerdeki karakterlerin arkalarında sürekli olarak yüzleşmeye çalıştıkları bir geçmiş var. Hiçbir şekilde an’da olamıyor, kalamıyorlar. Bu yüzleşme süreçleri boyunca karakterler, hafıza ve hatıranın arasında gidip geliyor, sallanıyorlar. “İnsan ânı üreten makine” olsa da çoğunlukla “hatıra hafızanın gediğini doldurmuyor”. Öykülerde hatıra eğer anlatılanlarsa, hafıza bedende yazılı olan: “Ben Evlat Kız Evlat”ta uzun saçlar, hatırlanan “ağda sızısı”, “boyunda diş izleri”; “Beklemek Çürütür”de yanık surat, “çürük sol yan”, “Çarpmanın Sesiyle”de bedenin ve ruhun acısını ya da hazzını yaşatan göğüs kafesi… Tüm bunlara eklenen bir de kemik imgesi var, içimize işleyen, aktarılan ve hatta belki kurtulamadığımız. Bu noktada, hafıza, beden ve zamana dair neler söyleyebiliriz? Yaralarını taşıdıkları, saklayamadıkları bedenin karakterleri güçlendirmeye, kendilerini tanımaya ve tanımlamaya yarayan bir araç olduğunu varsayabilir miyiz?
Bedenin kendi imgesinin farkına varışı tam da içinde olduğu andan sürekli kopup geçmişe gitmesi, oradan getirdiği hatıralarla hafızayı yepyeni bir şekle sokmasıyla mümkün oluyor bana kalırsa. Bu yüzden insan anı çağıran değil, anı üreten bir makine. Geçmişteki hatıralardan, anılardan, hiç olmayan-yaşanmamış anılar yaratarak geçmişten çıkıyor ve bugünde, anda kalmaya çalışıyor karakterler. Bir anlamda hafızayı yeniden şekillendirerek bedenin kendi kendinin farkına varmasına çabalıyorlar. Bunun çok kıymetli olduğunu düşünüyorum, çünkü oldukça kirlenmiş durumda olan toplumsal hafızayı temize çekmenin de bir yolu bu. Özellikle kadının toplumdaki konumuyla ilgili olan, kemikten aktarılan bilgiyle de savaşmanın biricik yolu. Bedeni ve parçalarını özgür ve tamamen kendinin kılmalarının yolu tam da buradan geçiyor. Geçmiş zamandan çekip çıkarılan anıları tahribata uğratıp o anı kaosundan yeni anılar üreterek bedeni bugünde özgürleştirebilmek…
İnsan anı çağıran değil, anı üreten bir makine. Geçmişteki hatıralardan, anılardan, hiç olmayan-yaşanmamış anılar yaratarak geçmişten çıkıyor ve bugünde, anda kalmaya çalışıyor karakterler. Bir anlamda hafızayı yeniden şekillendirerek bedenin kendi kendinin farkına varmasına çabalıyorlar.
Bu nedenle karakterlerin birçoğu anılarıyla uğraşıyor, bile isteye yanlış hatırlıyor ve en nihayetinde ortaya çıkan anı kaosundan kendilerine yepyeni bir hafıza oluşturarak bedensel özgürleşmelerini mümkün kılıyorlar. “Ben Evlat Kız Evlat” öyküsünde kız çocuğu annesinin kendisine ağda yaptığı anlarda yarattığı acıyı, saçlarından tutup odasını temizlettiği anları hatırlayıp aslında annesinin de mahallede ahlâk bekçiliği yapan diğer kadınlardan farkı olmadığını anlıyor. Sonrasında ise suya gömülmüş adanın içinde atlarla ve diğer hayvanlarla birlikte nefes alabilen tek canlı olabiliyor, ağda acısını yaşadığı koltukaltlarından yüzgeçler çıkararak yeni bir bedeni mümkün kılabiliyor. Ya da “O Bir Ağaçtır ki Cehennemin Dibinde Çıkar”da anlatıcı kadın karakter annesinin sandığından çıkardığı ve kendisine bilerek yanlış hatırlatılan o anı kaosundan yepyeni bir hafıza oluşturarak imkânsız gibi görünen bir kadın evrimine doğru adım atıyor. Erkin fiziksel şiddetiyle örselenmiş, kopmuş, kanatılmış kadın bedenlerini, annesinin sandığındaki bitki haritasından yola çıkıp çiçeklerle yeniden birleştiriyor. Kısaca söylemem gerekirse, hem bireysel hem de toplumsal hafızayı şekillendiren anıların tahribatı, bugünde gerçekleşen bedensel özgürleşme ve direnişi mümkün kılıyor.
“ÖTEKİ” OLANA ULAŞMA ÇABASI: KOKU VE SES
Her iki kitabınızdaki öykülerde insan-dışı canlılar ya da nesneler konuşuyor, yürüyor, eyliyor ve çoğunlukla da öykülerin baş kahramanı oluyor. “Kasapta Kesik Parmak”, “Hamra Beyoğlu’nun Kıyafetleri”, “Katı ve Disiplinli Bir Organ” ya da “Eteğinin Altında Dünya Var” öyküsündeki fabrika. Tüm bu öteki temsillerinin işlevinin bizi insan olandan uzaklaştırmak, yabancılaştırmak, insan gittiğinde geriye kalanı dinlemek olduğunu söyleyebilir miyiz? Eğer böyleyse, bu öteki temsillerinin yer yer insan olanı gizleyen, insanın kuşandığı maskelere dönüşüp hepsinin ya da her şeyin temelinde, tepesinde hükmeden, görmeyen işitmeyen insan’ın olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bu bir dünya meselesi bana kalırsa, dünyanın canlılığının, atan bir yürek gibi sertliğinin salt insanda, insanla mümkün olmayacağını göstermekle ilgili. “Eğe” öyküsünden bir cümleyi tersine çevirerek söylersem, “Dünya bir tek sana ait değil”. İnsan dışı canlıların ya da nesnelerin birer karaktere dönüşerek dile gelmesi, eylemesi insanın elleriyle yok etmeye çalıştığı ve hatta yok ettiği dünyanın dile gelmesiyle sonuçlanıyor. İnsan bütün yok etmelerine rağmen yok olmuyor, insanlık son bulmuyor. Bu nedenle konuşan bir fabrika, rahim, kesik bir parmak, kıyafetler, yapılar da olsa insanın sesi hâlâ burada yankılanıyor. Yani anlatıcılar insan dışı olsa bile hâlâ insanın yarattığı o dil evreninden ve duygu dünyasından pay alarak dilleniyorlar. Peki insan dışı canlılar ya da nesneler insana, onun kendisine ve dünyaya yaptıklarına ses çıkarmıyorlar diyebilir miyiz? Kesinlikle hayır, hâlâ insan terminolojisinden ve onların dilinden konuşsalar da ilk başkaldırıları başlamış durumda. Şu an insanı kendisiyle yüzleştirmeye ve hesaplaştırmaya çalıştıkları bir zemindeler. Kanserli bir rahim olan anlatıcı, içinden çıktığı Leylifer’in hiçbir tahakküme ses çıkaramadığı için bugün bu halde olduğunu biliyor. Ve onun yapamadığını yapıp bir seri katile dönüşerek üzerlerinde tahakküm kuran herkesle hesaplaşacağının farkında. İnsanlığa dair bir tür yüzleşme ve hesaplaşma meselesi içinde bulunan bu nesneler, bu insan dışı canlılar hâlâ dünyanın canlılığını korumaya çalışıyorlar diyebilirim. Fakat bu durum daha sert bir noktaya gelecek diye düşünüyorum: Cansız nesnelerin ve insan dışı canlıların insanla savaşına. Çünkü “dünya bir tek sana ait değil” cümlesindeki uyarı tonuna rağmen insan dünya üzerindeki tahakkümünü ileri boyutlara taşımaya devam ediyor.
Öykülerinizde kokuların ve sesin, yani koklamanın ve işitmenin yeri oldukça önemli. Hırıltılar, çığlıklar, havlamalar, çanlar, kişnemeler, cama vuran taş sesi; çürük kokusu, küf, rutubet kokusu, pidecinin kokan eti, gümbür gümbür çiçek kokusu… Karakterler çoğu zaman var olduklarını bu ses ve kokulardan algılıyorlar. Bu noktada koku ve ses gibi duyuların beden farkındalığında oynadığı rol üzerine ne söyleyebiliriz? İnsan olandan Öteki’ye geçişte araçlarımız olabilirler mi?
Görme ve dokunma aracılığıyla dünyayı doğru duyumsayamamış karakterlerle örülü iki kitap da. Dünya ve kendi dünyaları bakışa ya da temasa çok açık değil sanki. Bu iki duyuyla hareket ettiklerinde sert bir kayaya çarpıyorlar, çünkü iki duyu da çok kolay ele geçirilebilir durumda. Erk tarafından tahakküme daha açık. Bakışın kısıtlanması ya da dokunmanın belli kodlarla öğretilmesi mümkün muktedirler tarafından. Ama ses ve koku daha anlık, müdahaleye pek de yer bırakmayacak bir bireyselliğe sahipmiş gibi hissediyorum. Herhangi bir şeyle biçimlendirilip sınırlandırılamayacak şekilde belleğe yerleşiyorlar. Daha dolaysız, bir tür tokat etkisi yaratabiliyorlar karakterlerde. Bu nedenle karakterlerin kendilerinin farkına varmalarında daha güçlü etkiye sahip koku ve ses.
İnsan dışı canlılar ya da nesneler insana, onun kendisine ve dünyaya yaptıklarına ses çıkarmıyorlar diyebilir miyiz? Kesinlikle hayır, hâlâ insan terminolojisinden ve onların dilinden konuşsalar da ilk başkaldırıları başlamış durumda. Şu an insanı kendisiyle yüzleştirmeye ve hesaplaştırmaya çalıştıkları bir zemindeler.
Öteki’ni algılama konusunda da öyle: Aracısız ve müdahalesiz olmalarıyla doğrudan teması daha imkânlı hale getiriyorlar. At kişnemesi, karganın cama attığı taşın sesi karakterle öteki arasında daha doğrudan bir ilişki kurulmasına olanak sağlıyor. “Çarpmanın Sesiyle” öyküsündeki taşrada yaşayan anlatıcı kadın, kadınların nasıl olması konusunda tamamen belirlenmiş bir bakışa sahip. Bir kadının saçları temiz olmalı, tüyleri olmamalı ve mümkünse erkek gibi giyinmemeli. Ve bu bakışla diğer kadına yaklaştığında, aralarındaki cinsel çekim hiç susmamasına rağmen, iğrenme duygusu hep daha baskın hale geliyor. Bakışın çarpıtıldığı, muktedir sesin olumsuz bir şekle büründürdüğü bir durum var ortada mesela. Ama diğer yandan “O Bir Ağaçtır ki Cehennemin Dibinde Çıkar” öyküsündeki anlatıcı kadın girişini çıkışını kimsenin bilmediği bir mekân yaratıp birçok ölü kadın bedenini evine getirdiğinde hem kadın için belirlenmiş evin sınırlarını dönüştürüyor hem de kendi bedeninde peyda olan, ona bir tür lanet gibi gösterilen zakkum çiçeklerini belirlenmiş bakıştan kurtararak yine o çiçeklerin kokusuyla bir kadın evrimini başlatıyor. Bu anlamda koku ve ses kesinlikle çok dolaysız özne açısından. Tokat gibi belleğe yapışabildiklerini düşünüyorum.
İMKÂN VE İHTİMALLERİN ARALANAN KAPISI: ÖZNE, NEREDE?
Öykülerinizde çeşit çeşit ilişkilenme biçimleri görüyoruz, temas anları. Anne-kız, baba-kız ilişkileri, evli çiftler, baba-oğul, patron-işveren… Bu ilişkilerden bazıları “Manıklar”da Sütleğen’in küçük kızları kaçırdığı an gibi özgürleştirici, güçlendirici. Acıyı dönüştüren, yeni bir biçim veren, devrimci ve yıkıcı. Bazılarındaysa, “Çarpmanın Sesiyle” öyküsünde olduğu gibi, ev’den, erk’ten kurtulmaya çalışan, imkân ve ihtimalleri gören ve hazzın, tenin peşinden giderken ölen karakterler var. Anlatıda haz (ilk orgazm, sevişme) ve ölüm bunca birbirine yakınken, birbiri üzerine kuruluyorken, bu aralanan imkânların kapılarının kapanmasını öyküler içindeki işleyiş açısından nasıl yorumlayabiliriz?
“Çarpmanın Sesiyle” kaza yapmış bir otobüsün sürüklendiği anla açılıyor. Yani hepi topu on-on beş saniye sürecek bir kaza ânında, geriye dönüşlerle anlatıcı kadın karakterin taşrada yaşadığı yasaklanmış aşkından parçaları okuyoruz. Bu sorunun belki de tek cevabı var benim için, karakterlerin bilinci. “Çarpmanın Sesiyle” öyküsünde kadın anlatıcı kazadan kurtulamayacağının daha en başından farkında ve bu kısacık anda bilincinin neden-sonuç ilişkisiyle ilerlemediğini fark ediyoruz. Bir tür hızlı akış, zamansal olarak atlamalar, geleceğe dair hazlar ve eksik parçalar var kadının anlatısında. Bir müddet kocasından ve anasından bahsederken, bir sonraki anda aklına ütü gelebiliyor. Ütüyü içinde bulundukları otobüse benzetebiliyor. Hemen sonra sevdiği kadınla kavuşacağı anda olacakları tasavvur edebiliyor.
Yuva anneden, anneanneden taşınan bir tür kodlamaya sahip, erk tarafından sınırları çizilmiş bir alan. Kadın bu yuvayı yıkmadıkça ya da en iyi ihtimalle belirlenmiş ilişki kodlarını değiştirip esnetmedikçe kökenden kopması mümkün değilmiş gibi geliyor bana. Bu nedenle kadın karakterlerin çoğu bu mekânsal ve idealize edilmiş yuva fikrini yıkmak üzere harekete geçiyorlar.
“Manıklar”da ise anlatıcı karakter Sütleğen’in neredeyse elli yıllık hikâyesine tanık oluyoruz. Hikâye açıldığında zaten bir tür devrimci kararı uygulamakta olduğunu görüyoruz. Ama Sütleğen’in bu kararı alıp özgürleştirici eylemi başlatması daha eskiye, kocasının bir kedi yavrusuna yaptıklarından sonra yaşananlara dayanıyor. Dolayısıyla bu öyküde anlatıcının bilinci neden-sonuç bağlarını çok iyi kuran, gelecekte olabilecek tehlikeleri çok iyi bertaraf edebilen, geçmişin gediklerini iyi analiz edebilen bir yapıya sahip. Öykülerde zamanın ve içinde bulundukları koşulların farklılığı, onların bilinç durumlarının da farklılığını bize gösteriyor. Sütleğen’in yıkıcı planını tasarlaması yıllar önceye dayanırken, “Çarpmanın Sesiyle”deki anlatıcının planı aslında öykünün açılışına yakın bir zaman dilimine denk düşüyor. Dolayısıyla, yöneldikleri sonlar da buna göre farklılaşıyor diyebilirim. Ama bana kalırsa ikisi de kendi çerçevelerini genişletip kırabiliyorlar.
Son olarak da kök, köken, kimlik meselesini konuşalım. Öykülerinizde tuhaf bir aidiyet kuruyor karakterler kökleri, memleketleri, kimlikleriyle. Kimi reddederek, kimi sahiplenerek, kimi tüm varoluşunu bu kimlik üzerine kurarak. Fakat her birinin nihayetinde dönüp geldikleri, soluklandıkları, hesaplaştıkları, kavga ettikleri, belki barıştıkları bir alan. Ayrıca Baba’yla da özdeşleşen bir mesele. “Beklemek Çürütür”deki Muharrem Orucu gibi. Bütün bunların ışığında öykülerinizdeki kök, toprak, kimlik meselelerine dair ne söyleyebiliriz? “Beklemek Çürütür”ün sonu gibi, “kimliksizlik, topraksızlık” bir hayal mi, kâbus mu?
Köken meselesi, kadın için düşündüğümüzde idealize edilmiş yuvayı, erkek içinse bir yük gibi taşınan toprağı çağrıştırıyor bende. Yuva kendi mekânsal sınırlarının dışında bir şey bana kalırsa. Anneden, anneanneden taşınan bir tür kodlamaya sahip, erk tarafından sınırları çizilmiş bir alan. Kadın bu yuvayı yıkmadıkça ya da en iyi ihtimalle belirlenmiş ilişki kodlarını değiştirip esnetmedikçe kökenden kopması mümkün değilmiş gibi geliyor bana. Bu nedenle kadın karakterlerin çoğu bu mekânsal ve idealize edilmiş yuva fikrini yıkmak üzere harekete geçiyorlar. “Manıklar”da Sütleğen karakteri tamamen kendine ait bir mekân yaratıyor, üst üste yığılmış gibi duran, bir tür şatoyu da andıran bu mekânın sınırlarını kendi çiziyor ve kimsenin buraya girmesine müsaade etmiyor. Sütleğen toplum için belirlenen yuva fikrini yıkarken, ikinci adımda kız çocuklarını kendi yöntemleriyle ailelerinden kopararak köklerinden de koparmış oluyor.
Erkekler için toprak meselesi benim açımdan biraz daha karışık. Toprak babadan oğula bir tür aktarım sağlarken, sınırları koruma sorumluluğunu da yüklüyor oğulun omuzlarına. “Beklemek Çürütür” özelinde söylersem, oğul baba tarafından toprağından edilmiş olmasına rağmen, taşıyıcısı olduğu Alevilik kültürünü kendince hâlâ devam ettiriyor. Tabii bir araç olarak. Zamanında topraktan kovulmasına neden olan kargaları bundan böyle öldürmemek için Muharrem Orucu tutmaya başlıyor. Yani topraktan kopmuş olmasına rağmen o toprağın kültürel kodlarını hâlâ taşıyor. Ve sonunda da kimliksizlik, kökensizlik ona ağır geldiği için kendisini karganın ağzına, babanın kollarına bırakmak istiyor. Kadın özgürleşmesinde yuvanın yıkılması arzulanan bir hayalken, erkeğin topraktan kopuşu onun için bir kâbusa dönüşüyor diyebilirim.