78’LİLER VAKFI’NDAN CELALETTİN CAN’IN GÖZÜYLE 12 EYLÜL

Söyleşi: Tora Pekin
11 Eylül 2020
SATIRBAŞLARI

Çıktığınızda öyle bir gençlikle karşılaşacaksınız ki, ne onlar sizi tanıyacak, ne de siz onları.” Böyle demişti sorgucu subay. 12 Eylül öncesinde, daha 1978’de “Son İttihatçı” lâkaplı eski cumhurbaşkanı Celal Bayar devlete şu çağrıyı yapmıştı: “Tenkil, tenkil, tenkil, Endonezya’daki tenkil; yoksa bu kış komünizm gelir!” 12 Eylül’ü öncesi ve sonrasıyla, 78’liler Vakfı’nın kurucularından Celalettin Can’ı dinliyoruz. Express’in “12 Eylül’ün 25. yılı” özel sayısından naklen…

12 Eylül’ün 25 yıldır sürmesinin, cuntacıların bugüne dek yargılanamamasının sebebi ne?

Celalettin Can: Türkiye toplumunun dokusunu bozdular. Toplumu zehirlediler. Hakkını arayan, özgürlük talep eden bir toplum vardı. O arayışın önünü kestiler, itaatkâr bir toplum yarattılar. 1960’larda filizlenen, 1970’lerde topluma mal olmaya başlayan arayışın önü darbeyle kesilmiştir. Toplumun iradesini kırma, onu yeniden şekillendirmedir 12 Eylül. Bir milyon küsur kişi gözaltına alındı, 388 bin kişiye pasaport yasağı kondu, 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı, 50 kişi asıldı. Alabildiğine bir militarizmle yetinilmedi, hayatın her alanı kurumsal düzeyde yeniden tanzim edildi. Bununla da yetinmediler, toplumun zihniyet dünyasını sermayenin çıkarları ve değerleri doğrultusunda şekillendirmeye giriştiler. Darbe rejimi hem kurumsal düzeyde, hem de zihniyet düzeyinde kök saldı, 25 yılda militarizm derinleşti, darbe rejimi kurumsallaştı ve Türkiye’nin önü kesildi. Yurttaşlık kültürü olmayan, haklarını bilmeyen ya da dile getirmekten ürken bir toplum ortaya çıktı. Darbe rejimiyle ve toplumsal sonuçlarıyla hesaplaşmalı. Sadece onunla da yetinmemek gerekiyor, toplum da bu suçlara ortak oldu, dolayısıyla toplum olarak da kendimizle yüzleşmeliyiz. Dünyada bunu yapan toplumlar var; Latin Amerika’da, komşumuz Yunanistan’da cuntacılarla hesaplaşıldı, darbeciler yargılandı, mahkûm edildi. Darbe rejimiyle hesaplaşılmadan 12 Eylül sona ermez.

Nasıl bir hesaplaşma olmalı bu?

Öncelikle, 1971’den 1980’lere kadar yaşanan tüm gerçekler ortaya çıkarılmalı.

Celalettin Can

O gerçekler neler sizce?

İki kuşak feda edildi; 68 kuşağı ve 78 kuşağı. Niye? Onların feda edilmesiyle daha iyi bir noktaya mı geldi bu ülke? 1973’te umutlu bir toplum vardı. 12 Mart kapanmıştı, iki yıl bir sessizlik oldu, sonra topraktan fışkırırcasına harekete geçen, kendi geleceğini kurmak isteyen bir toplum ortaya çıktı. Egemen sınıfların buna verdiği karşılık neydi? Toplumsal siyaset tasfiye edilmeye çalışıldı, Milliyetçi Cephe hükümetleri bunun öncüsüydü. Toplumsal hareketin karşısına faşist ülkücü hareket kondu. Onun yetersiz kaldığı noktada Gladio karargâhlarında eğitilen bir grup –bunların kimler olduğu, nereye hizmet ettikleri Susurluk’ta ortaya döküldü– teşkilatlandı ve onlarca katliam düzenledi. Onlar da yetersiz kalınca asker doğrudan doğruya el koydu. 1978’den 1980’e bir iç savaş dönemi yaşandı ve beş bin kişi hayatını kaybetti. Niye oldu bunlar? Bunu kim yaptı? Bunu sormak, faillerini açığa çıkarmak zorundayız. Beş bin insan öldü. Neden öldü? Niçin öldü?

Şeytanın avukatlığını yapalım: Darbenin temel gerekçesi de buydu; daha fazla “kardeş kanı” akmasını önlemek…

Hayır. Aksine. O günleri yaşayan bir insan olarak biliyorum, üniversite gençliği demokratik üniversite mücadelesi veriyordu, işçiler emeklerinin hakkını istiyor, köylüler kooperatiflerini kurmaya çalışıyordu. Bunlar barışçıl ortamlardı. 1973’e kadar barışçıl, demokratik bir ortam vardı. 1973’ten itibaren MHP silahlandırıldı, Ülkü Ocakları üzerinden demokratik hak ve özgürlüklerini talep eden insanlara karşı saldırılar düzenlenmeye başladı.

Kendi geleceğini kurmak isteyen bir toplum ortaya çıkmıştı. Egemen sınıfların buna verdiği karşılık neydi? Toplumsal siyaset tasfiye edilmeye çalışıldı, Milliyetçi Cephe hükümetleri bunun öncüsüydü. Toplumsal hareketin karşısına faşist ülkücü hareket kondu.

Milât olarak 1973 yılını mı veriyorsunuz?

1973-1974’te başlar okullara saldırılar, işgal etmeler. Okula gitmen engellenince, okulun işgal edilince sen de direniyorsun. Sana saldırılınca, elin armut toplamıyor, sen de karşılık veriyorsun. Ama onun gücü yetmeyince bıçağa, tabancaya başvuruyor. 1974-75’ten sonra tabancalar devreye girdi, öldürmeler başladı.

Sizin siyasallaşmanız nasıl oldu?

1970’lerin başında hiçbir ideolojiye angaje değildim. Daha çok Alevi olarak tanımlardım kendimi. Sporcu bir gençtim; boks yaptım, voleybol oynadım, yüzdüm. Üniversite için İstanbul’a gelmeden önce Elazığ’da yaşıyordum. Elazığ’da, Sünnilerin içindeki en geri unsurlar faşistleştirildi, bunlarla Alevi kesime saldırıldı ve yapay bir Alevi-Sünni çelişkisi yaratıldı. Elazığ’da olaylar ilk öyle başladı. O yapay Alevi-Sünni çatışması başladığında tarafsız kalmaya çalıştım, çünkü sporcuyum, benim iki kesimden de arkadaşlarım vardı. Ama kültürümüzden kaynaklanan nedenlerden, mağdurun, haksızlığa uğrayanın yanında olma, sol kesimin yanında durma gereği duydum. Hayat beni sosyalistleştirdi. Aslında bütün Türkiye’de böyle oldu.

İstanbul’a ne zaman geldiniz?

1975’te İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazanıp İstanbul’a geldim. İstanbul’a geldiğimde de bizim okul işgal altındaydı. Büyük bir bozkurt resmi asılmıştı –bizim okul Şişli’deydi– ve bizi okula almıyorlardı. Şunu anlatmak istiyorum: Nispî demokratik bir ortam var, toplumun barışçıl bir gelişme eğilimi var, ama birileri, karanlık güçler buna müdahale ediyor.

“Karanlık güçler”den kastınız ne?

Kenan Evren itiraf etti: Derin devlet. Onun görünen yüzü ne? Ülkücüler. Bunlar işçilere, memurlara, köylülere ve en başta da gençlere, öğrenci gençlere saldırılar düzenlediler, onları bertaraf etmeye çalıştılar. Süreç böyle başladı. Onların yetersiz kaldığı noktada MHP içerisinden devşirilip Gladio karargâhlarında eğitilen bir grubun öncülük ettiği katliamlar yapıldı. 1977 1 Mayıs’ı ilk işaretti, ama asıl büyük katliamlar 1978’de oldu. Celal Bayar’ın ünlü açıklamasıdır: “Tenkil, tenkil, tenkil, Endonezya’daki tenkil; yoksa bu kış komünizm gelir!” Nedir Endonezya tipi tenkil? Bir haftada bir milyon komünistin yok edilmesidir. Bayar’ın bu açıklamasından bir ay kadar sonra İstanbul Üniversitesi’ndeki 16 Mart katliamı oldu. Peşinden Bahçelievler katliamı, sonra Çorum, Maraş… Maraş’ta o büyük katliam olunca sıkıyönetim ilan edildi. 1978’in ekim ayında Evren bir darbe teşkilatlanması için Haydar Saltık’ı çağırmış ve ona bayrak operasyonu adı altında görev vermiş. Yani bir yandan Türkiye’deki toplumsal muhalefeti tasfiye edebilmek için her türlü yöntemi deniyorlar. Yaptıkları darbeyi de kendilerinin önayak oldukları olaylarla meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Yani, tam “hem suçlu, hem güçlü” durumundalar.

Beş yıl önce cezaevinden çıktınız ve 78’liler Vakfı’nın kuruluşuna önayak oldunuz. Cezaevinden çıktığınızda nasıl bir tabloyla karşılaştınız?

Yirmi yıl cezaevinde yattım. Tüm ilişkilerim kopmuş durumdaydı. Aradan yirmi yıl geçmiş, kuşağımız zaten darmadağın olmuştu. Cezaevinden çıktıktan sonra Türkiye’yi dolaştım ve şunu gördüm: Güce tapan bir toplum haline gelmişiz. 1984’te cezaevinden alınıp sorguya götürüldüğümde Tunceli sıkıyönetim komutanı şöyle demişti: “Çıktığınızda öyle bir gençlikle karşılaşacaksınız ki, ne onlar sizi tanıyacak, ne de siz onları.” Karşılaştığım tablo o sözü hatırlattı bana. Fark ettiğim çok açık bir şey vardı: 12 Eylül kabullenilmişti. Kimsenin gündeminde 12 Eylül darbecilerinin yargılanması gibi bir program, perspektif, plan yoktu. En özgürlükçü partilerin programında bile böyle bir gündem maddesi yoktu.

Nedir Endonezya tipi tenkil? Bir haftada bir milyon komünistin yok edilmesidir. Bayar’ın ünlü açıklamasından bir ay kadar sonra İstanbul Üniversitesi’ndeki 16 Mart katliamı oldu. Peşinden Bahçelievler, sonra Çorum, Maraş…

78’liler Vakfının temel saiki bu gündemi oluşturmak mıydı?

Önce kuşağımızı toparlamaya çalıştık ve yasakları gündeme getirdik. Biz yasaklı bir kuşağız; kamu haklarımız yok. Ayrıca örgütlenme hakkımız da yok, yani vakıf, dernek, parti kuramayız. Medenî haklarımız kısıtlanmış. Bu ne demek? Ömür boyu sessizliğe ve suskunluğa mahkûmiyet. Önce kendi vatandaşlık haklarımız için mücadele ederek kamuoyunun önüne çıktık, 12 Eylül’ü anlattık. Ve bu sürecin bir noktasında, TCK’nın 24. maddesine eklenen tek bir yasayla yasaklarımız kalktı. Bütün bunları yeniden kazanmamız dört yılımızı aldı. Bu dört yıl içinde kuşağımız toparlanmaya başladı. Ondan aldığımız güçle darbecileri yargılamayı gündeme getirdik: Yasaklar kalktı, sıra darbecilerde! 11 Aralık 2004 itibariyle bir kampanya başlattık: “Anayasanın geçici 15. maddesi kaldırılsın, gerçekleri araştırma ve adalet komisyonu kurulsun.” Anayasa’nın geçici 15. maddesi kaldırılmadığı sürece, herhangi bir dava açılamaz, mağdurlar hak iddia edemez. Amacımız da bu kampanyayı toplumsallaştırmak, ortak bir akıl ve örgütlenme yaratmak.

Bu mümkün mü?

Derler ya, aslanların tarihini avcılar yazmaya başlarsa ve bunu da aslanlara inandırırsa… Böyle bir durum ortaya çıktı. Topluma kendi tarihini hatırlatmamız gerekiyor. Bir de özeleştiri yapmak zorundayız: 25 yıl boyunca bu adamlara hesap sormadık. Geçen yıl Marmaris’e gittiğimizde Kenan Evren şunu söyledi: “24 yıl sonra mı akılları başlarına geldi?

Bu sözleri duymak hepimiz için çok acı, ama 78’liler için daha da acı herhalde. Siz kendi kuşağınızı nasıl değerlendiriyorsunuz? Hep bir travmadan söz ediliyor. Bu açıklayıcı bir kavram mı sizce?

Bizim kuşağımız bu ülkeyi kendisinden daha çok seven, halka inanan bir kuşaktı. Özverili, her şeyi ülkeye, halka göre düşünen bir kuşaktı. Bu kuşağın önü 1980’de kesildi. Uçurumdan düşen insanın tutunacağı dalı seçme hakkı var mı? İnsanlar eskiden hayatı başka türlü tasavvur etmişti, ama başka hayatlar yaşamaya başladı. Şimdi travma olmaz mı bu kuşakta? İnsanlar çifte hayatlar yaşamaya mahkûm edildi. Ahmet Kaya çok eleştirilir, ama o bizim kuşağımızı anlatır; ortada kalmışlık, terk edilmişlik, sitem, ayakta durma çabası… O yıllar bizim kuşağımıza unutturulmaya çalışıldı, kimse de anlatmadı o yılları. Bu travma, bu ruh sakatlanması klinik bir vaka değil, yeni bir toplumsal hareketlilikle tedavi olabilecek bir araz. Yeninin gelip eskinin yerine geçebilmesi için eskinin halledilmesi gerekir. Eskiyle hesaplaşmadan yeniyi kuramazsın.

Express, sayı 53, Eylül 2005

^