David Bowie: İsviçre’de kendimi evimde hissediyorum. Kitaplarım, disklerim, ıvır zıvır eşyalarım hep burada. Vazgeçemeyeceğimi düşündüğüm her şey… Köklere ihtiyacım yok. Köklerim Londra’da ve ben onları 1974’ten beri terkettim. Sık sık meslektaşlarımın o çok zengin rock yıldızı kaderleri hakkında sızlanıp durduklarını, ağlaştıklarını işitiyorum. Ben hayatımdan, istediğim gibi seyahat etmekten memnunum. Artık bir ülkeye ya da bir şehre ait olduğum duygusunu taşımıyorum, kendimi tamamen köksüz hissediyorum ve böyle çok daha iyiyim. Kimlik, nostalji gibi meselelerim yok.
Ama 60’lı yıllardaki şarkılarında Londra’nın, orada yaşayan insanların çok büyük ağırlığı vardı…
Şehri hiç terketmemiştim, dünyada hiçbir şey tanımıyordum. Sadece tatil için Fransa ve Almanya’ya gitmiştim, tek dünyam Londra’ydı…
Düzenli ve monoton hayatımızla, çok tipik bir işçi sınıfı aileydik. Sihirli, parlak hiçbir şey yoktu. Ama sekiz yaşında Little Richard’ı duydum, o zaman bu hayatın bana göre olmadığını anladım.
‘74’te ABD’nin büyüsüne kapıldım. Çok eskiden beri Amerikan edebiyatı ve müziği beni çekerdi ama, bir türlü kendimi suya atmaya cesaret edemiyordum, insan İngiltere’den geliyorsa, Amerika’ya âşık olmaktan başka bir şey gelmez elinden. Bu önceden tahmin edilebilecek bir tepki, ne kadar süreceği kişiden kişiye değişiyor. Benim durumumda, aşk geçmişte kaldı, artık aşk bitti, gözlerim öyle faltaşı gibi açılmıyor. Ama bu sayede Londra’yı terkedebildim ve daha sonra bir daha yaşamak için hiç oraya dönmedim. Londra’ya sık sık gidiyorum, çünkü orada birçok çocukluk arkadaşım var, ama İngiltere’yi hiç özlemiyorum. Sekiz yaşından beri tanıdığım okul arkadaşlarımı görüyorum: Kendine Warren Peace adını takan Geoffrey McCormack’ı, kavga ederken gözümün içine eden George Underwood’u… Bugün bir gözümün yeşil, diğerinin mavi olmasını ona borçluyum. Ondan arakladığım bir kız yüzünden olmuştu. Çok fazla ortak şeyimiz var; onlarla, Mick Ronson’la, Mike Garson’la, Carlos Alomar’la temasımı sürdürdüğüm için kendimi çok şanslı buluyorum. Bana güvenen herkes benim dostum olarak kaldı. Diğerleri bu uzun yol boyunca döküldü. Sonunda bütün asalaklardan kurtuldum.
Müzikte seni ilk heyecanlandıran şeyler nelerdi?
Ufak çocukken, müzikhollere, ışıltılı, pırıltılı şeylere bayılıyordum. Beni büyülüyordu. Müzikal açıdan ilk etkilenimlerim çok tuhaf. Rock’n’roll konserlerinden önce, sahneye ilk kez Cabaret’de Judie Dench ile çıkmıştım. Işıklandırma müthişti, bembeyaz… Sonraki yıllarda bunu Station To Station turnemde kullandım. Buna Brecht’yen ışıklandırma dendiğini bilmiyordum, benim için sadece, sahneyi tepeden değil de yandan aydınlatan fazla beyaz bir ışıktı, o kadar. Beni hakikaten etkilemişti, bir başka dünyayı keşfetmek çok heyecan vericiydi. O zaman kendi kendimi eğittim. Evde, benim kutsal kitabım yerine geçen resimli bir ansiklopedim vardı. Bir konu ilgimi çektiğinde, kitabıma başvuruyordum, konu hakkında çok yüzeysel bilgilenme bana yetiyordu. Ayrıntılara girmek aklıma bile gelmiyordu, bir-iki fotoğraf, kısa bir özet beni mutlu etmeye yetiyordu. Ama yeni tutkum önümde yeni yollar açmıştı. Hayatımda ilk defa Brecht’in adını duyuyor, Murnau’nun, Pabst’ın, Fritz Lang’ın filmlerinden fotoğraflar görüyordum. Birkaç beyaz ampul sayesinde önümde koskoca bir dünya açılmıştı… (gülüyor)
Bu müzikhollerin hüzünlü palyaço yanını seviyordum, kendimi hep Charlie Chaplin’e yakın hissetmişimdir. İlk şok 12 yaşına doğru, zavallı İngiliz palyaço Tony Newley ile oldu. Onun kendine özgü ve yapayalnız şahsiyetini hemen görmüştüm. Kendime yaratmak istediğim imaj buydu. İçimin derinlerinde, yalnız ve anlaşılmayan adam olmayı hayal ediyordum. Aslında bununla hiç alâkam yoktu. Kendini beğenmiş ve korkunç derecede kasıntı bir adamdım. Tam bir ergen…
Annen baban seni rahat bırakıyor muydu?
Benim için endişeleniyorlardı. Sanat eğitimi alarak ayağımın yere basacağını, düzene gireceğimi düşünüyorlardı. Müzik meselesi onları deli ediyordu. Annem bana hiçbir zaman yardım etmedi, beni hiçbir zaman teşvik etmedi. Sadece babam beni destekliyordu. Onlara göre, sanat ve müzik yabancı, bilinmeyen dünyalardı. Ailedeki tek “müzisyen” , yarım yamalak trompet çalan annemin babasıydı. Düzenli ve monoton hayatımızla, çok tipik bir işçi sınıfı aileydik. Sihirli, parlak hiçbir şey yoktu. Ama sekiz yaşında Little Richard’ı duydum, o zaman bu hayatın bana göre olmadığını anladım. Hayatımın sonuna kadar Londra’nın güney banliyölerinde yaşamayacağımı biliyordum.
Sene 1971’di, “Ziggy”nin kayıtları esnasındaydı. Albümü sahnede taşıyabilek için kendime bir şahsiyet yaratma peşindeydim. Sinemada “Otomatik Portakal”ı görmeye gitmiştim, oradaki çete mensubu gençlerin kılık kıyafetlerine hayran kalmıştım: parlak fermuarlı tulumlar, bir gözü örten bantlar…
Little Richard henüz İngiltere’ye hiç gelmemişti, sadece plakları ve fotoğraflarından biliniyordu. Müziği öyle güçlüydü ki! O, Chuck Berry’nin, öncülerin dünyasına girmemin anahtarı oldu. İngiliz gençliği bu alana akıyordu. Ben biraz fazla gençtim, ama diğerleri gibi rhythm’n’blues’a daldım. O günden sonra da gözüm başka bir şeyi görmez oldu. Babamı bana bir saksofon almaya zorladım. Zavallı ihtiyar… İngiltere’de çok ünlü bir caz müzisyeni olan Ronnie Ross’dan dersler aldım. Yedi dersin sonunda, artık ona ihtiyacım olmadığını, her şeyi bildiğimi düşünüyordum. Çalışmayı, bir tutkuya bağlanmayı işte bu kadar beceriyordum. Birkaç ders ve her şeyi bildiğim hissine kapılıyorum. O kadar yüzeyselim… Sonunda, sadece sanat biraz tembelliğimin dışında kaldı. Sanat kitapları biriktiriyorum ve günlerce Rönesans hakkında okuyabilirim.
Çevrende, içinde bulunduğun ortamda hiç varolmayan bu tutku sende nasıl gelişti?
Meraktan ve üvey kardeşim Tery sayesinde. O her zaman benim bireyselliğimi teşvik etti, kendi bildiğim yolu izlemeye beni yöneltti. Okulun tavsiye ettiği kitapları bir kenara itmemi söylerdi hep, kendi caz tutkusunu bana da aşılamak istiyordu. Hiç kuşkusuz onun sayesinde, mahalledeki saksofon öğretmenine gideceğime Ronnie Ross’a gittim. 10 yaş İngiltere’de caza merak sarmak için fazla erken bir yaş. Dinlediğim müzikten bir şey anlamadığıma eminim, ama yine de Miles Davis’in, Eric Dolphy’nin ya da John Coltrane’in albümlerini alıyordum. İçinde bulunduğum ortamdan kaçmanın, başka bir dünyaya girmenin bir yoluydu benim için. Siyah Amerikalıların bu dünyası bana öyle uzaktı ki… Kurtulmak için her yolu denediğim kendi gerçekliğime bir alternatifti. İlk başlarda, bu plakları moda olduğu için alıyordum, sonra aradan yıllar geçtikçe, hakikaten samimi olarak sevmeye, zevk almaya başladım.
Londra’nın banliyölerinden kaçma isteği nasıl bu kadar ağır basıyordu?
Orada kalmam, bir iş bulup düzenli bir hayat sürdürmem söz konusu olamazdı. Sanatla uğraşmaktan başka çarem yoktu. Hiçbir zaman başka bir yol hedeflemedim. Okul hayatım korkunçtu. Bir türlü konsantre olamayan, ilgisiz, çok vasat bir öğrenciydim. Kendi köşemde duruyordum. Başlarda, sessiz sakin, hatta pısırıktım. Ama sonra, açıldım, fırlamanın teki oldum. Etrafımdaki bütün bu sirkin hiçbir zaman, hiçbir işime yaramayacağını biliyordum. Kendimi tamamen müziğe vermiştim. İnsan bu kadar hayal âlemine dalmışken, nasıl matematikle ilgilensin ki?
“Kooks” şarkısı okul hayatının çok zor geçtiği izlenimini uyandırıyor…
Ben hiçbir zaman dayak yemedim, maddi açıdan rahat şartlarda yaşıyordum. Ama duygusal açıdan hiç de öyle değildi. Mahallede, fazla hassas olmak o kadar iyi gözle görülmüyordu. Hiçbir zaman sevgi dolu bir ortamda olmadım, bu beni yaraladı, bunun sıkıntısını çok çektim. Kendi kendime duyduğum acıma buralardan kaynaklanıyor… (gülümsüyor) Teddy-boy’lar, motosikletliler, çeteler cirit atıyordu mahallemde. Bugün, bunları üzüntüyle hatırlıyorum. Korkudan karnında ağrılarla yürümenin ne demek olduğunu çok iyi biliyorum, anlatacak çok hikâye var aslında…
Burroughs’un kolajlarının etkisi büyüktü, “Junkie” o yıllarda başucu kitabımdı. Burroughs’un tekniğine şarkı sözü yazarken çok başvurdum. Onun “Wild Boys”u olmasaydı, “Ziggy Stardust” olamazdı.
Bu çetelerden birine katılmayı çok isterdim, ama kimse bana teklif etmedi. Bir motosikletli grup vardı ki, onun üyesi olmayı çok hayal ederdim. Dans etmek için Orpington’a giderlerdi; kulübe girmeden önce deri montlarını çıkarır, dizlerine kadar uzanan teddy-boy ceketlerini giyerlerdi. Ve yüksek topuklu ayakkabıları olurdu… Bunlar, onların pazar günü kıyafetleri gibiydi sanki, ilk rock konserini orada gördüm. O kadar gürültülü, o kadar yeniydi ki… Şeflerinin adı John Gill’di, daha sonra Gilly oldu; “Ziggy Stardust” şarkısında kullandığım kişilerden birine verdiğim addı. Olağanüstüydü, kaya gibi yapılıydı, ama tıpkı Buddy Holly’ninkiler gibi gözlükleri vardı. Deri montu ve küçük zarif gözlükleriyle yabani bir boğa gibiydi. Pırıl pırıl parlayan göz alıcı bir Vincent 1000 motosiklete binerdi. Sonunda, onunla tanıştım, bir-iki defa beni şöyle bir dolaştırdı… O kadar hızlı sürüyordu ki, korkudan ölüyordum. Ama hiçbir zaman onun çetesine dahil olamadım. Bu oyunda pek yetenekli değildim. Kendimden emin değildim, çevremde insanların olması beni tamamen iptal ediyordu. Taşkın bir tip değildim, ilginç bir yanım yoktu.
Ama birkaç sene sonra sen de onlara uydun…
Hiçbir zaman hakikaten tam mânâsıyla onlardan olmadım, hareketin kıyısındaydım. Moda kulüplere takılmak için Londra’ya gidiyordum, ama orada kimseyi tanımıyordum. İnsanlara yaklaşmaya cesaret edemiyordum, onların ilgisini nasıl çekeceğimi bilemiyordum. Tıpkı onlar gibi giyiniyordum, ama akımın dışında kalıyordum. Korkuyordum, çok fazla çekingendim. O zaman “London Boys” gibi şarkılar yazmaya başladım.
Müzik hayatım boyunca, benim yaşadıklarımı tıpatıp yaşamış pek çok kişiyle karşılaştım. Sahneden indikleri anda, tekrar çekingen, sıkılgan, ürkek bir hale geliyorlar. Ama sahnede, güçlü, kendinden emin, başka birisi oluyoruz. Bu, hiçbir zaman anlayamayacağım bir kimya… Yıldızların psikolojik sorunlarını kolay kolay anlayamazsınız… (gülüyor)
Londra’yı ve oradaki gece yaşamını senin için bu kadar çekici kılan neydi?
Yaşadığım banliyönün sıkıcı, iç karartıcı yaşamına, vasatlığına bir tepkiydi. Kavga etmekten başka yapacak bir şey yoktu. Londra’ya, özellikle de, mesela Rolling Stones, Tridents ya da Yardbirds gibi toplulukların çaldığı Healing’deki küçük kulüplere gitmek rahatlatıcı bir şeydi. Buralara sırdaşım, suç ortağım George Underwood’la beraber gidiyordum. 15 yaşındaydık, kafayı rhythm’n’blues’a takmıştık. Müzik zevkimiz çok erken oluşmuştu. Hep Londra kulüplerinde en genç biz oluyorduk.
15 yaşında çocuklar olarak, o zaman için oldukça karanlık bu toplulukları nasıl oluyor da tanıyor ve de sonra hayranlık duyabiliyordunuz?
Londra her zaman çok züppe olmuştur. Dolayısıyla, olup bitenden, moda akımlardan haberdar olmak çok kolaydı, biraz kulağı kirişte tutup ortalıkta dolanmak yetiyordu. Hakikaten uç bir noktadaydık, diğer yaşıtlarımızın gözünde bizi önemli kılan da buydu. Marifetlerini o kadar göklere çıkardığımız toplulukları gidip yerinde görmemiz gerekiyordu. Ve hiçbir zaman hayal kırıklığına uğramıyorduk. Okulda böyle birkaç kişiydik, kafayı tam mânâsıyla müzikle bozmuştuk. En “hip” olan da Warren Peace’di. O sadece James Brown dinliyordu. (gülüyor) O, bir sonraki aşamaydı, soul’un kalbi, nihai amaç, oysa biz daha hâlâ rhythm’n’blues’a takılan İngiliz beyazlardık. En fazla ileri gittiğimizde, John Lee Hooker ve Jimmy Reed dinliyorduk. Doğrusunu söylemek gerekirse, James Brown’ı çok fazla sofistike, çok fazla yetişkin buluyordum.
“Swinging sixties” denilen 60’lı yıllar, senin yaşadığın bir gerçeklik oldu mu?
Sorumsuzluk hüküm sürüyordu. Uyuşturucu yeni yeni sökün ediyordu. Ottan ziyade hap yaygındı. Speed, amfetaminler falan… Herkes aşırı heyecanlıydı. Bu berbat şeylerin yarattığı migrenleri hâlâ hatırlıyorum. Onları alkolle karıştırıyorduk, Londra barut fıçısı gibiydi… Eroin daha sonra ortaya çıktı, 60’lı yılların sonlarında…
Sen kulüplerde neyin peşindeydin, ne arıyordun?
Ne olup bitiyor, onu görmek ve işitmek istiyordum. Korkum, bir sonraki modayı yakalayamamaktı. Her şeyi gece kulüplerinde duyup öğreniyordum. Hayat tecrübesi olsun diye ya da kulağıma ziyafet vermek için gidiyordum. Georgie Fame gibi büyük sesleri dinlemek için, cazı keşfetmek, keyfine varmak için gidiyordum.
Kızlar için değil mi?
Oh! Evet, onlar da var… (gülüyor) Tabii, gece dışarı çıkmamın temel nedenlerinden biri arka planda buydu. Kızlar da hap ve müzik kadar gece hayatının ayrılmaz bir parçasıydı. Hepsi bir bütündü. İnsanlar o dönemde benim gerçek bir marjinal olduğum izlenimini edinmiş. Halbuki görünmez adam gibiydim, kimse benim farkımda değildi, bana dikkat etmiyordu. Ta ki saçlarımı bir gün kırmızıya boyayana kadar… O zaman ilk defa farkedildim. (gülüyor)
Sene 1971’di, Ziggy’nin kayıtları esnasındaydı. Albümü sahnede taşıyabilmek için kendime bir şahsiyet yaratma peşindeydim. Sinemada Otomatik Portakal’ı görmeye gitmiştim, oradaki çete mensubu gençlerin kılık kıyafetlerine hayran kalmıştım: parlak fermuarlı tulumlar, bir gözü örten bantlar… Bu görüntünün şiddetli yanına bayılıyordum, onu absürd hale getirmek istiyordum. Lyberties mağazasının kumaş bölümüne gittim, en saçma sapan, en göz alıcı, komik neleri varsa depolarında, aldım. Bir modacı en canlı renklerden bize tulumlar dikti. Lindsay Kemp’le çalışmış olduğum için, tiyatroyu nasıl kullanacağımı, müziği sahneye nasıl adapte edeceğimi biliyordum. Artık yeni kılık kıyafetlerim, yeni bir saç rengim vardı. Geriye, makyaj meselesine eğilmek kalıyordu. Harpers & Queen dergisinde Kansai Yamamoto’nun modaya getirdiği yenilikler hakkında yazılmış bir yazı gördüm. Hiç bu kadar çarpıcı, bu kadar sofistike giysiler görmemiştim. Ama bunları satın almaya gücüm yetmiyordu. Kabuki tiyatrosundan esinlenmiş botların fiyatı bir servet değerindeydi. Kunduracıma gittim ve aynılarını onda bir fiyatına yaptırdım. (gülüyor)
Bu imaj takıntısı sende nasıl oluştu?
60’lı yıllarda her gün bambaşka komik kıyafetler giyiyordum. Sağdan soldan bir şeyler kapıyordum, ama kendim bir şeyler icat etmiyordum. Başarımın arkasındaki nedenlerden biri, uyumsuz gibi görünen unsurları bir araya getirebilmemde yatıyordu. Bunda Burroughs’un kolajlarının etkisi büyüktü, Junkie o yıllarda başucu kitabimdi. Burroughs’un tekniğine şarkı sözü yazarken çok başvurdum. Onun Wild Boys’u olmasaydı, Ziggy Stardust olamazdı. Ve Eno’yla tanıştığımda, o da bu tarzı taklit ettiğini bana itiraf etti. Eno’yla çok iyi anlaşıyorduk. Duchamp, Burroughs, ekspresyonist filmler ortak zevkimizdi. Bütün bu avangard teorileri pop müziğe yansıtmak çok keyifli bir şeydi. Tıpkı herkesten önce George’la rhythm’n’blues’un yeniliklerini keşfettiğimiz zamanlardaki kadar heyecanlıydım. Çok elitist, çok züppeydim. Merkezde egemen olan müziği hep hakir görüyordum, sadece yeni sound’lar beni etkiliyordu. Ve çok çabuk bıkıyor, sıkılıyordum. Her şeyin hızla değişmesi gerekiyordu, sadece yeni olan hoşuma gidiyordu. Sonra, öteki çocukların çoğunun aksine, inanılmaz derecede çok okuyor, Endülüs Köpeği gibi tuhaf filmlere bayılıyordum.
Seni bu filmlere, bu kitaplara yönelten tek motivasyonun züppelik miydi?
Bu kitapları okumak için, filmleri sonuna kadar seyretmek için çaba harcamıyordum. Yaşıtlarım arasında, bunlarla bir tek benim ilgileniyor oluşum, zaten merakımı yeterince kamçılıyordu. Cazda da aynı şey olmuştu. İlk başta gösteriş merakıyla bu tür şeylerle ilgileniyordum, sonra hayatımda çok önemli bir yer tutmaya başladılar. Biraz ilerliyor, mesafe katediyordum, sürrealizmi, Dada’yı keşfediyor, bu akımlara kendimi kaptırıyordum. Doğru kapıyı açmıştım, bütün koridorlar beni müthiş heyecan verici yönlere götürüyordu. Çok farklı kökenleri olan bu yapıtlar, bünyemde bir araya geliyordu.
Kaynak: Les Inrockuptibles
Çeviren: Siren İdemen
Express, sayı 154, 8 Şubat 1997 / Roll, özel sayı no 2, Şubat 1998