DEMOKRASİ KONFERANSI / EKONOMİDE DEMOKRASİ ALANI –II

Söyleşi: Elvan Kıvılcım
20 Eylül 2021
SATIRBAŞLARI

Programınızda halkın ürettiği değerlerin ve ülkenin kaynaklarının tahsisi için demokratik planlama öngörüyor, “Demokratik Merkezi Planlama” ihtiyacından söz ediyorsunuz. Ayrıca, sosyal ve teknolojik inovasyonlara imkân yaratacak bir ekonomik yapının önemini vurguluyorsunuz. Merkezi olarak planlanan bir ekonomide inovasyonun mümkün olmayacağını ve reel sosyalizm deneyiminin bunu kanıtladığını söyleyenlere cevabınız nedir?

Mert Büyükkarabacak: Geçmiş dönemdeki planlamayla demokratik planlamayı eşitlememek gerek. Aslında geçmiş dönemde demokratik planlamadan söz etmek pek mümkün değil. Amerikalı siyaset bilimci ve antropolog James C. Scott’un tartışmış olduğu gibi, “techne” ve “epistem” şeklinde iki farklı bilgi söz konusu burada. Teknokrat kesimin herkes adına en iyisini bilebileceği inanışına dayanan ve SSCB’de egemen olan Gosplan (Devlet Planlama Komitesi) yapısı “techne”ye, gerçekten demokratik biçimde alttan ve halkın ihtiyaçlarından üretilen bilgiye dayalı planlama ise “epistem”e örnektir.

Bizim önerdiğimiz ikinci tür planlama, yani halkın, yerel örgütlerin, yerelliklerin güçlendirildiği, bu anlamıyla tam merkezi de olmayan bir demokratik planlama. Aşağıdan yukarıya doğru taleplerin ve ihtiyaçların iletilebildiği kanalların geçmişe oranla çok daha rahatlıkla çalışabileceği bir üretici güçler gelişimi safhasındayız.

Her ne kadar Gosplan çok iyi matematikçiler yetiştirmiş ve dünyaya böyle bir katkı sağlamış olsa da toplumsal ihtiyaçları karşılamakta sınırlı kalmıştı. Günümüzde bunu çok daha iyi şekilde gerçekleştirmenin yolları var.

Piyasa mekanizması ve reel sosyalizmin demokratik olmayan merkezi planlaması dışında bir şey öneriyoruz. Önerdiğimiz sadece demokratik bir planlama değil. Merkezi kısmı koordinasyonla ilgili, asıl mesele tabanda çözülüyor ve bu özyönetimci bir ekonomiye dayanmak zorunda.

İnovasyon dediğimiz de aslında baskı ve zorbalıkla değil özgürlük ve demokrasiyle bir arada yürüyen bir şey. İnovasyon demokrasinin var olduğu, özgür tartışma ortamının yürütülebildiği, toplumun en geniş kesimlerinin bunun içine katılabildiği bir momentte ortaya çıkabilir ve tekelci çıkarların ortadan kaldırılabildiği bir zeminde güçlenebilir. Dolayısıyla, demokrasi ve inovasyon aslında birbirinden ayrılmaz şeyler, ama günümüzde ekonominin yarattığı olanakları toplumsallaştırmak için de planlamaya gerek olduğu çok açık.

Bizim önerdiğimiz geçmişin bir tekrarı değil, yeni bir deneyim ve bir zorunluluk. Neoliberal paradigma her ne kadar günümüz entelektüel dünyasında hegemonyasını halen sürdürse de er ya da geç bu tartışmayı çok daha ciddi şekilde yapıyor olacağız.

Mustafa Durmuş: İktisatçılar planlamayı kaynak tahsisi açısından tartışır. Bir ekonomide ne, ne zaman, nasıl, nerede üretilecek ve kaynaklar nasıl tahsis edilecek? Bu şimdiye kadar iki türlü yapıldı. Birincisi, şu anda da kullanılan piyasa mekanizması. Onun işlemediğini görüyoruz. İkincisi, reel sosyalizmin yukarıdan aşağı, demokratik olmayan merkezi planlamasıydı.

Biz bunların dışında bir şey öneriyoruz. Önerdiğimiz sadece demokratik bir planlama değil. Merkezi kısmı yalnızca koordinasyonla ilgili, asıl mesele aşağıda, tabanda çözülüyor ve bu özyönetimci bir ekonomiye dayanmak zorunda. Biz özyönetimsel planlama, özyönetimci ekonomi kavramlarını kullanmalıyız. O dinamikleri harekete geçirmez, oradaki kaynakları ve ihtiyaçları bilmezseniz zaten doğru bir planlama yapamazsınız. Kaynak tahsisi yapabilirsiniz, ama geçmişte de gördüğümüz gibi, hiçbir karşılığı olmaz bunun.

Bizim planlamamızda devletin rolü sadece koordinasyonla sınırlı. Bunun altını bir kere daha çizmek gerek. İkincisi, inovasyon derken bu kavramı sadece teknik inovasyonlarla sınırlamıyor, daha geniş tutuyor ve sosyal inovasyonlar diyoruz.

Haluk Levent: Sosyalistler ilk kez 1917’de, SSCB’de iktidara gelir ve düşünmeye başlarlar: Sosyalizmi kuracağız, ama nasıl? Kitabı açıp baktıklarında tek bir geçmiş örnek vardır: 70 günlük Paris Komünü, başka bir örnek yok. Dolayısıyla, o dönemde SSCB’de gündelik hayatın nasıl kurulacağı da dahil olmak üzere birçok konuda büyük bir tartışma sürdürülür. Bu tartışma yaklaşık 10 yıl devam eder ve aynı zamanda bu süreçte ciddi bir siyasi mücadele verilir.

1927’de ilk beş yıllık Gosplan ilan edilir ve Gosplan iki buçuk yıl içinde tüm hedeflerine ulaşır. Üstelik, kapitalizmin doğru dürüst gelişmediği, henüz elektrifikasyonunu dahi tamamlamamış bir ülkede, 1929 ekonomik bunalımı esnasında, SSCB iç savaştan neredeyse bütün kapasitesini yitirmiş olarak çıktığında bu başarılır.

Ardından, ikinci Gosplan da beş yıllık yapılır ve o da üç yıl içinde tüm hedeflerine ulaşır. Türkiye’nin dikkatini o zaman çeker Gosplan. Sovyet uzmanlar Türkiye’ye gelir ve Türkiye’nin beş yıllık planlamasının yapılmasına yardımcı olur. Türkiye dünyada SSCB’den sonra planlama yapan ikinci ülkedir, sadece sanayii planı çerçevesinde de olsa. Türkiye’deki beş yıllık plan da çok başarılı olur. Tam ikincisi hazırlanırken araya İkinci Dünya Savaşı girer.

SSCB 1956’da Macaristan’a müdahale ettiğinde 15-16 yaşında bir genç olan ve sonra oradan kaçan Istvan Meszaros Sermayenin Ötesinde (Beyond Capital) kitabında diyor ki, Gosplan’da çok temel bir problem vardı: Merkezi planlamayla üretim ve kaynaklar planlandı, ama tüketici talep ve isteklerini bu merkezi planlamaya dahil edecek bir mekanizma kurulmadı.

Fakat artık bugünün teknolojik kapasitesiyle bunu kurumsal olarak oluşturmak mümkün. Üzerine yatırım yapılır ve teknik olarak çalışılırsa her mahalle, her ev, her küçük lokasyon bir üretim üssü haline getirilebilir. Bu ne anlama geliyor? Sadece malzemelerin ve internet üzerinden üretim programlarının dolaştığı bir sistemden bahsediyoruz.

Bu sistem artık tüketici isteklerinin tüm çeşitliliğiyle karşılanmasını sağlayabilir. Artık merkezdeki “uzmanların” ve karar vericilerin toplumu “Size şu renklerde, şu modelde ürünler sunuyoruz” gibi dar seçeneklere kısıtlamasına gerek yok. Mikro ölçekte, tüketicinin kendi isteklerini gerçekleştirebileceği bir tüketim planlaması yapmak mümkün. Kaynak tahsisi de artık malzemenin ve programların dolaştırılmasıyla sınırlı kalacak.

SSCB’de 1927’de ilan edilen ilk beş yıllık Gosplan iki buçuk yıl içinde tüm hedeflerine ulaşır. Ardından, ikinci Gosplan da beş yıllık yapılır, o da üç yılda tüm hedeflerine ulaşır. Türkiye’nin dikkatini o zaman çeker Gosplan. Sovyet uzmanlar gelir ve Türkiye’nin beş yıllık planlamasına yardımcı olur. Türkiye dünyada planlama yapan ikinci ülkedir.

İnovasyon meselesinde şöyle bir şehir efsanesi var: İnovasyonu sadece büyük şirketler yapar. Yanlış. İnovasyon dediğimiz şey telif hakları meselesiyle çok yakından ilişkili. Herhangi bir teknolojik gelişmenin arkasında mutlaka temel bilimlerdeki büyük bilimsel gelişmeler yatar. Peki, bu temel bilimleri kim finanse ediyor? Bilim alanı tamamıyla kamusal bir alan ve teknolojik gelişmeler de büyük ölçüde üniversitelerde gerçekleşiyor. Birileri de şirketlerde oturup bu bilimsel gelişmelere işlevsellik kazandırıyor.

Mesela, lazeri ele alalım. Lazeri bir şirket mi buldu? Hayır, lazer bilimsel araştırmaların sonucunda bulundu. Şirketler lazeri alıp işlevsellik kazandırıyor ve buna büyük teknolojik gelişme diyorlar. Peki, kamusal fonlarla sağlanan bu kamusal faaliyetin oluşturduğu bilgi birikimine bu teknoloji şirketleri bir ödeme yapıyor mu? Hayır, tam tersine inovasyon yaptıkları için bir de teşvik alıyorlar. O halde teknoloji şirketleri kamu fonlarına el koymuş oluyor.

İkincisi, şöyle bir kritik soru var. Bu işlevsellik kazandırma hangi motivasyonla yapılıyor? Kamu fonlarından bu işlevselliğin teşvik edilmesi doğru mu? Aşı meselesinde gördük: Bugün aşıda en büyük ihtiyacımız nedir? Bütün dünyanın aynı anda aşılanması değil mi? Peki, niçin telif haklarının olmadığı bir çalışma yapılamıyor?

Rio de Janeiro’dan grafiti

Aşı alanındaki gelişmeler genetik alanda yapılan bilimsel çalışmaların bir tür yan ürünü. Bu bilimsel gelişmelere herhangi bir fon aktarımı gerçekleşiyor mu? Hayır, bunlar mas ediliyor. Kim tarafından? Biontech mas ediyor. Peki bu iş Biontech’le mi sınırlı? Hayır, işin mülkiyeti Pfizer’da. İlaç sektöründe üç şirketin tekeli var zaten. Peki, Pfizer bu tekel pozisyonunu kullanarak bir inovasyon yapıyor mu? Hayır. Pfizer’ın inovasyonla alâkası yok, Pfizer sahip olduğu üretim altyapısı ve dağıtım kanalı ile inovasyon yapan şirketlerin mecburen ortak olduğu dev bir şirket.

Bu düzenin baştan sona değişmesi gerek, çünkü telif hakları insanlığın gelişmesi önündeki en büyük engel. Bu kararlar şirketlerin kârlılık tercihlerine bağlı olarak ortaya çıkıyor. Oysa, toplumsal ihtiyaca göre şekillenmiş olsalardı bambaşka bir dünyayla karşılaşırdık.

Mesela, enerji ihtiyacımızı tümüyle karşılamamıza yardımcı olacak şekilde soğuk füzyon gibi teknolojilere 10-15 milyar dolarlık yatırım yapılsa dünya çok farklı bir noktada olurdu. Ama soğuk füzyonun gelişmesi durumunda fosil yakıta dayalı bütün petrol endüstrisi tasfiye olurdu, çünkü neredeyse bedava bir enerjiden söz ediyoruz soğuk füzyonda. Bunun gibi yüzlerce, binlerce örnek var.

Teknolojik gelişmelerin üretim sürecini dönüştürmesi iki temel üzerinde yürüyor: Birincisi, emeğin üretim süreci dışına itilmesi. İkincisi, ücretli-işveren ilişkisinin dönüştürülmesi. Bu gelişmelere uygun bir örgütlenme çalışması başlatmalıyız.

Şirketlerin işlevselleştirme tercihleri tamamen kârlılık hedeflerine, vizyonlarına bağlı gelişiyor ve bu da toplumsal ilerlemenin önündeki en büyük engel. Peki, bu vizyon ve yönelim çerçevesi dışına taşan bir teknolojik gelişme olduğunda ne oluyor? Bir büyük şirket gidiyor, o teknolojiyi üreten şirketi satın alıyor ve kapatıyor.

Binlerce örnek var böyle. Şirketler teknolojik gelişmenin önünde tıkaçtır, bu şehir efsanesinden bir an önce kurtulmalıyız. Teknolojik gelişmenin acilen kamusallaştırılması gerekiyor, bu da “copyright”ın ortadan kaldırılıp “copy left”in hâkim kılınmasıyla mümkün olabilir. Biz bu programda bunu sağlayacak önlemleri almak durumundayız.

Bir başka şehir efsanesi de sadece rekabetçi kapitalist bir ekonomide inovasyonun mümkün olduğuna dair, öyle değil mi?

Levent: Çok haklısınız, oysa inovasyon serbest zaman işidir. Bir toplumun inovasyon yapabilen bir topluma dönüşebilmesi özellikle temel bilimler alanında çok ciddi bir birikime sahip olabilmesiyle mümkün. Çocuklarımız bugün üniversite tercihlerini yaparken, en parlakları, temel bilimleri mi tercih ediyor? Hayır, işletme okuyorlar. Oysa orta öğretimde hem sosyal hem fen bilimlerinde temel bilim kültürünü yerleştirebilir ve yeteri kadar serbest zaman sunabiliriz.

Çalışma saatleri azaltılsın, temel gelir garantisi verilsin derken toplumun bütün bireylerinin eşit, eşdeğer bir şekilde bu fırsat eşitliğine ulaşmasından bahsediyoruz. İnsanlar alsınlar paraları, otursunlar değil amaç. Bizim oluşturmayı düşündüğümüz kültürde, yeni uygarlığımızda insanların serbest zamanı olacak, ama bu serbest zamanı toplumda sınırsız yaratıcılığın ortaya çıkması için kullanabilecekler.

Bu yeni uygarlık fiziki altyapı olarak hazır, ama siyasal mücadelelerin durumuna bakacak olursak, toplumsal organizasyon olarak bizden soluk ışıklı bir yıldız kadar uzakta şu anda. Bu durumu tersine çevirmemiz gerekiyor. Bunu tersine çevirebilirsek o soluk yıldıza ışık hızıyla ulaşabiliriz aslında.

Durmuş: Devlet bütçesi ya da devlet laboratuvarlarındaki çalışmalar olmasaydı muhtemelen ne Elon Musk ne Bill Gates gibiler bu noktaya gelebilirdi. Bu aslında kapitalist devletin büyük sermaye grupları ve teknolojiyle ilişkisini de anlatıyor. Bu anlamda yeni bir kavram da türetmişler: tekno-devlet. İki taraflı bir kavram bu. Devletin teknolojiyi ele geçirmesi kadar teknolojinin de devleti ele geçirmesini anlatıyor.

Sınıfın alt katmanlarına indikçe, başka ara katmanlarla karşılaşıyorsunuz. Tarım, turizm, inşaat sektörlerinde Kürtlerin yoğun çalıştığını görüyorsunuz. Kürtler her yerde baskı altındaysa ve sınıfın önemli bir bileşenini oluşturuyorsa, onların –eşit yurttaşlık başta olmak üzere– talepleri sınıf mücadelesinin de odak noktasında olmalı.

Bu konuda bizim programımız çok net: biz bu teknolojiyi toplum için, toplumsal fayda için kullanmak istiyoruz. Bizim ekonomi programımızda teşvik mekanizması yokmuş gibi algılanmamalı, var. Ama kimi teşvik edeceğiz? Sosyal olarak yararlı üretimleri teşvik edeceğiz. Aynı zamanda, üstüne sınır konan bir piyasa olacak, şirketlerin büyümeleri ve ciroları belli bir seviyenin üstüne çıkmamalı. İşte onların dinamizmini sağlamak için rekabetten ziyade inovatif yatırımları teşvik edecek bir mekanizma olacak, bu da kamu kaynaklarından gelecek. Bunun içinse rekabete ihtiyaç yok, dayanışma içinde çok rahat çözümlenebilir.

Rekabetin toplumsal gelişmenin temeli olduğu önermesi son derece yanıltıcı. Bunun karşısına sosyal dayanışmayı koyuyoruz. Ama şöyle bir rekabet de olacak tabii, yararlı işler için yapılacak ve yıkıcı olmayan, kazandırıcı bir rekabet diyebiliriz buna.

Büyükkarabacak: “Tekeller mi inovasyonun temel kaynağıdır” sorusunun herhalde en güzel cevaplarından biri, tekellerin her yıl ne kadar “start-up” satın aldıklarına bakılarak verilebilir. Bu “start-up”lar küçük sermayelerle kurulan ve tekellerle hiç alâkası olmayan ekipler. Bunların da aslında amacı bir icat yapıp bu icattan kazandıklarıyla işleri büyütmek. Birtakım temel önyargılar var ve bunlar bizim yeni düşüncelere yelken açmamızı zorlaştırıyor.

Ekonomide yaşanan yıkım nedeniyle geniş emekçi kesimlerinin iktidara açıkça sırtını döndüğünü belirtiyorsunuz, ancak emekçi kesimler demokrasi mücadelesine kitlesel olarak katılmıyor. Örgütlülüğünü kaybetmiş emekçilerin demokrasi mücadelesine kitlesel olarak katılmaları için Demokrasi Konferansı bileşenleri ne yapabilir?

Levent: Teknolojik gelişmelerin üretim sürecini dönüştürdüğünden bahsediyoruz, ama bu dönüşüm iki temel üzerinde yürüyor: Birincisi, emeğin üretim süreci dışına itilmesi, yani alanın daraltılması. İkincisi, üretim sürecinde ücretli-işveren ilişkisinin dönüştürülmesi. Bugün özellikle sıfır ücretli kontratlarla, ücretlilerin neredeyse birer esnaf olarak tanımlandığı bir noktaya gidiyoruz.

Bu süreç beyaz yakalıları da büyük ölçüde kapsıyor, ancak özellikle mavi yakalılarda güvencesizleştirme süreci özel istihdam büroları eliyle tamamlanmak üzere. Tüm bunlar işçi sınıfı örgütlülüğünü büyük ölçüde engelliyor. O halde örgütlenmeye bakış açımızı bu gelişmelere uygun hale getirmeli ve ona göre bir örgütlenme çalışması başlatmalıyız.

Bu açıdan baktığımızda, alanın daralmasından değil, büyük ölçüde genişlediğinden bile bahsedebiliriz, çünkü artık örgütlenme alanı, yani kolektivite sadece fabrikalarda çalışan ücretlilerden oluşan bir kitleyi değil, ücretli görünüp esnaf gibi davranılan, güvencesiz çalışan insanlar gibi toplumun bütün kesimlerini kapsayacak hale geldi. Ama bunun örgütsel mekanizmalarını yaratmak için elimizde hazır bir reçete yok. Türkiye toplumuna uygun yeni bir örgütlenme biçimini nasıl oluşturacağımızı tartışmamız gerekiyor.

Şu anda kadınlar kadar sınıf çelişkisinden mustarip olan başka grup yok. Mücadelemiz sınıfın yatay kesenleri olan kadınları, gençler, ekoloji mücadelesi verenler, lbgti+’ları da içine almalı. Sınıf mücadelesiyle kimlik mücadelesinin ilk defa bu kadar iç içe geçtiği bir süreçten bahsediyoruz.

Durmuş: “Ne yapacağız?” diye sorulduğunda otomatik olarak işçi sınıfı kolektif örgütlenmesinin nasıl olması gerektiğine odaklanıyoruz. Ama işçi sınıfı ne durumda ya da işçi sınıfını yeniden tanımlama ihtiyacı var mı? Buradan başlamalıyız, çünkü işçi sınıfının çok değişik katmanlarıyla karşı karşıya kalıyoruz.

Burada iki boyut var: Birincisi, modern sanayi proletaryası artık bir azınlık, fabrikalarda çalışan işçilerden daha çok AVM’lerde ya da hava limanlarında çalışan emekçiler var. Bir de çok sayıda işsiz var. TÜİK verilerine göre, 18 milyon civarında ücretli ve yevmiyeli çalışan, 10 milyon civarında da işsiz var. Bir de çok düşük ücretlerle ya da yarı zamanlı çalışmak zorunda kalanlar, hiç güvencesi olmayanlar var.

Ayrıca, sınıfın alt katmanlarına indikçe, başka ara katmanlarla karşılaşıyorsunuz. Tarım, turizm, inşaat sektörlerinde Kürtlerin yoğun çalıştığını görüyorsunuz. Bu insanlar en zor işlere talip ve çok daha ucuza çalışıyor. Bugün Kürtler Türkiye’de her yerde baskı altındaysa ve sınıfın önemli bir bileşenini oluşturuyorsa, onların –eşit yurttaşlık başta olmak üzere– talepleri sınıf mücadelesinin de odak noktasında olmalı.

Şimdi bir de benzer şekilde, belli sektörlerde çok ucuza çalışan ve sınıfın en altında olan Suriyeliler var. Sınıf dediğimizde sayımızın büyüdüğünü, genişlediğini, çok daha karmaşık bir hal aldığını bilmemiz ve bu çerçevede teoriyi revize etmemiz lâzım. İkinci boyut şu: Sınıfın bir de yatay kesenleri var.

Bu yatay kesenlerden en önemlilerinden biri kadınlar. Şu anda kadınlar kadar sınıf çelişkisinden mustarip olan başka grup yok. Hem daha düşük ücretle çalışıyor hem eve hapsediliyor hem de kadın olarak eziliyorlar. Bu kadınlar bir kadın mücadelesi de veriyorlar. O zaman mücadelemiz sadece sınıfa odaklanmamalı, yatay kesenleri olan kadınları da içine almalı. Bunun yanı sıra gençler, ekoloji mücadelesi verenler, lbgti+’lar da sınıfın yatay kesenleri.

Kısacası, sınıf mücadelesiyle kimlik mücadelesinin ilk defa bu kadar iç içe geçtiği, sarmal hale geldiği bir süreçten bahsediyoruz. Dolayısıyla, geniş bir perspektifle olaya yaklaşırsak örgütlenmeyi de buna göre sağlarız.

Mesela, sadece sendikalarda örgütlenmek yetmez artık. 20. yüzyıl başında bunu söylesem beni katran tüyüne bulayıp kovalarlardı herhalde. O zamanlar öyleydi, doğru, ama şimdi sendikaların dışında milyonlarca insan var: küçük esnaf, emekçiler, kendini esnaf zannedenler, işi olup da aslında olmayanlar… Bütün bu insanları kapsayacak bir sınıf tanımı ve örgütlenme gerek, o zaman çok daha geniş kesimlerle buluşabiliriz.

Büyükkarabacak: İşyeri bazlı örgütlenme işyerinde işçilerin haklarının savunulması açısından hâlâ önemli bir araç olmakla birlikte, bunun kolektif bir sınıf hareketi yaratma kapasitesini önemli ölçüde yitirdiğini düşünüyorum. Dolayısıyla, program tam da bu kolektif özneyi inşa edecek temel çerçeveyi, temel birleştirici unsuru oluşturuyor.

Plaza çalışanlarından mavi yakalılara, hizmet sektöründe çalışanlardan kimlik yönleriyle öne çıkan kadınlara ve Kürtlere kadar, üretici sınıfın içindeki farklı öbeklerin hepsinin birleşebileceği bir programatik çerçeve yaratmalıyız. Demokrasi Konferansı’nda yarattığımız nüve bunun bir girişimi olarak okunmalı.

Halka temel sorunlar sorulduğunda, yüzde 60-70 oranında ekonomi başlıkları gündeme getiriliyor. Demokratik dönüşümü hedefleyen bir politik aktörün çok güçlü bir ekonomik dönüşüm programının olması gerekir, ki geniş halk kesimleri bu demokrasi mücadelesine sırtını dönmesin. O yüzden bugün demokrasi güçlerinin önündeki en temel görevin ve sınıfın örgütlenmesiyle ilgili elimizdeki en önemli aracın da bu olduğunu düşünüyorum. Çünkü öyle büyük bir çeşitlilik, öyle büyük bir katmanlaşma var ki. Yelpaze gibi açılmış bir işçi sınıfı var karşımızda.

Sunduğumuz bu programı toplumun alt sınıflarının desteği ve politikleşmesiyle dönüştürebileceksek, programımızın en sivri ucu hangisi olmalı? Gündelik hayatını sürdürmekte zorlanan geniş bir toplumsal kesim var. Yürüttüğümüz tartışmaların onların sorunlarını çözebilecek ayaklarını görünür hale getirmeliyiz.

Ama bu işçi sınıfının da çekirdeğinde artık giderek ortaklaşan sorunlar var; yaşadığımız krizler ve pandemiyle birlikte daha net gözlemliyoruz bunu. Programımızın bu ihtiyacı tek başına karşılaması mümkün değil, ancak paradigmanın öbür tarafına geçip siyasetle ekonomi arasındaki suni duvarı ortadan kaldırdığımızda ve demokrasiyi sadece meclise vekili seçen bir süreç olarak değil, toplumsal artı değeri nasıl değerlendireceğimizle ilgili toplumun söz hakkını güçlendiren bir siyasi rejim olarak gördüğümüzde, önümüzdeki seçenekler ve örgütlenme kapasitesi de ortaya çıkıyor.

O halde şunu sormalıyız: Sunduğumuz bu programı toplumun alt sınıflarının desteği ve politikleşmesiyle dönüştürebileceksek, programımızın en sivri ucu hangisi olmalı? Bugün gündelik hayatını sürdürmekte zorlanan geniş bir toplumsal kesim var. Derin yoksulluk tartışmalarından, asgari ücretle çalışanların oranının neredeyse yüzde 50’lere dayanmasından, geniş işsizlik oranının yüzde 30’lara varmasından bunu biliyoruz. Böylesi koşullarda, yürüttüğümüz tartışmaların bu insanların gündelik sorunlarını çözebilecek ayaklarını görünür hale getirmeliyiz.

Demokrasi tartışmasıyla ekonomide demokrasi tartışmasının kesiştiği bir motto var: eşit vatandaşlık ve güvence toplumu. Şu anda biz bir toplum savunusu geliştirmeye çalışıyoruz. Toplumu devlet ve sermaye karşısında kendini savunabileceği bir noktaya nasıl taşıyabiliriz? Demokrasi aslında tam da budur: Toplumun kendisinin, devlet ve sermaye karşısında savunma araçlarının güçlendirilmesidir.

Oysa pandemi sürecinin çok net gösterdiği gibi, bu kadar büyük zenginliğin içinde toplumun belli kesimlerinin işsizlikten bunalıma girdiği, işsizlik intiharlarına sürüklendiği ya da gelir adaletsizliğinin bu boyutlara geldiği koşullarda bile hâlâ vergi politikasını tartışmaya açamayan bir noktada olmak toplumun kendi varlığını tartışılır hale getiriyor.

O zaman toplumu yeniden eşitlikçi bir bünye olarak konuşur hale gelebilmemiz için iki ana ayak var: Birincisi, hukuki ayak olan eşit vatandaşlık, ikincisi ise ekonomik ayak olan güvence toplumunun inşası. Ancak, bunları tartışmanın ana gündemi haline getirmek için emekçilerin bu programı sahiplenmesi ve bunun için aktif olarak hareketlenmeleri lâzım.

Bu yüzden KESK’in son yürüyüşünde Temel gelir hakkını eylemli şekilde savunması bizim açımızdan çok önemli ve moral verici. Bu tarz hamleleri çoğaltabilirsek ve savunma pozisyonundan çıkıp somut alternatifleri gündeme taşıyabilirsek çok daha rahat yol alabiliriz.

Ekonomi programınızın “Müşterekler Ekonomisine Doğru” başlığı altında “Demokratik ekonomi ile kolektif mülkiyet kavramları birbirinden koparılamaz nitelikte iki kavramdır” diye belirtiyor ve mülkiyetin kolektif sahipliğine geçişi öneriyorsunuz. Fakat daha sonra, “Ancak bu her şeyin mülkiyeti değil, üretim araçlarının mülkiyetidir” diye ekliyorsunuz. Kolektif mülkiyet kavramı birçoklarının duyduğunda korku ve endişeyle irkildiği bir kavram. “Müşterekler Ekonomisi”nde mülkiyet ilişkilerini nasıl öngördüğünüzü biraz daha açabilir misiniz?

Büyükkarabacak: Bence aşı karşıtlığıyla mülkiyet takıntısı artık aynı şeye tekabül ediyor. Nasıl ki aşı karşıtlığının bencilliği toplumsal bir yıkım yaratma kapasitesine sahipse, üretim araçları üzerindeki özel ve tekelci mülkiyet hakkını savunmanın toplum yıkıcılığı bakımından ondan aşağı kalır tarafı yok. Ortaya çıkan sonuçlar ortada: Şu anda Sibirya ormanları cayır cayır yanıyor ve bunu kâr ve mülkiyet hırsının sınırsızlığı ve ufuksuzluğundan bağımsız ele alamayız.

Toplumsal olarak gerçekleştirilen üretime mülkiyet hakkına dayanarak el koymaya dayanan bir medeniyet anlayışı son noktaya geldi. Sırf dünyadaki sosyal, siyasal ekolojik tahribata ya da Thomas Piketty’nin çalışmalarına ve küresel eşitsizlik üzerine son dönemde yapılan tartışmalara ve çalışmalara baksak bile bu tekel savunusunun artık bir meşruiyetinin kalmadığını çok net görebiliriz.

Büyük tekellerin hayatlarımız üzerindeki sınırsız iradesine ve denetimine karşı ve mesela Elon Musk’ın Bolivya’da “Gerekirse darbe de yaparız,” dediği türden bir politik gericiliğe karşı artık toplumların söyleyecek bir sözü var. Mesela, Bolivya o noktadan geri döndü ve Elon Musk gibilerin aslında o kadar da güçlü olmadıklarını gösterdi.

Demokratik dönüşümü hedefleyen bir politik aktörün çok güçlü bir ekonomik dönüşüm programının olması gerekir, ki geniş halk kesimleri bu demokrasi mücadelesine sırtını dönmesin. Bugün demokrasi güçlerinin önündeki en temel görev ve sınıfın örgütlenmesiyle ilgili elimizdeki en önemli araç da bu.

Durmuş: Mülkiyet çok meşakkatli bir konu ve evet, özellikle de hiç mülkü olmayanların sanki mülkleri elden gidecekmiş gibi endişeyle yaklaştıkları bir konu. Bir de tabii mülkiyet konusunda ısrarla devlet mülkiyetinden söz ediliyor. Oysa bizim sözünü ettiğimiz toplumsal ya da kamusal mülkiyetle devlet mülkiyeti arasında büyük fark var.

Ayrıca devletleştirme ile kamulaştırma arasında büyük fark olduğunu vurgulamak lâzım. Bugün, Çin başta olmak üzere, birtakım devletlerde, devletin mülkiyetinde olan çok büyük şirketler var, fakat o şirketlerin ortaya çıkardığı ürünlerin nemasından kimlerin yararlandığı ya da işçi sınıfının ne kadar yararlandığı konusunda büyük soru işaretleri ve itirazlar da var. Biz kolektif mülkiyet dediğimizde, devlet mülkiyetinden değil, tüm topluma ait, en aşağıdan yukarıya kadar kimseyi dışarıda bırakmayan ve tüm toplumu sarmalayan bir mülkiyet biçiminden bahsediyoruz. Onun somut biçimlerinden biri müştereklerdir.

Müşterekler tüm sonuçları ve faydalarıyla hepimize ait olması gerekenler için kullanılan bir kavram. Müşterekleri de sadece denizlerimiz, ormanlarımız, nehirlerimiz, göllerimiz, madenlerimiz gibi fiziki müştereklerle sınırlamıyor, bilim ve bilimsel bilgi, iletişim, internet entelektüel mülkiyet haklarını da müştereklerimiz olarak görüyoruz. Bunların hepimize ait olduğunu ve özelleştirilmemesi gerektiğini söylüyoruz.

Aynı şekilde, “üretim araçları üzerindeki mülkiyetin kamusallaştırılması” derken özellikle belli sektörlerden bahsediyoruz Bankalar, dış ticaret, kilit sektörlerde belli ölçeğin üzerinde üretim asla ve asla özel sektöre bırakılmamalı. Ya doğrudan kamusal/kolektif mülkiyete ait olmalı ya da KİT’ler biçiminde bir organizasyon olacaksa da bunun doğrudan emekçiler tarafından kontrolü garantilenmeli.

Ama küçük esnafın dükkânı ya da küçük bir işletme bu çerçevede kolektif mülkiyet kapsamında değerlendirilmemeli. Bu yapıldığı takdirde sorunlarla karşılaşılır. Mesela, son zamanlarda Küba bu sorunu aşmaya çalışıyor. Her şeyi kamusal mülkiyete almak zorunda değilsiniz, bir kısmını da denetlenebilir hale getirebilirsiniz. Yani biz mülkiyeti sadece üretim araçları kime ait olsun tartışması olarak değil, politik ve toplumun yeniden organizasyonu ve demokrasinin inşası açısından önemli bir kavram olarak ele alıyoruz, çünkü kolektif mülkiyet bizim kurmak istediğimiz ve gerçek anlamdaki katılımcı demokrasinin olmazsa olmaz bir parçası.

Levent: Durmuş Hoca’nın söylediklerine somut bir örnek olarak interneti ele alalım. İnternet Julian Assange’ın Cypherpunk kitabında söylediği gibi, bir özgürlük alanı olarak kuruldu. Bilim insanları 1960’ların sonuna doğru yaptıkları çalışmaları birbirleriyle paylaşmak, yani tamamen interaktif bir çalışma ortamı yaratmak, bilginin ve bilimin daha hızlı yayılması ve büyümesini sağlamak için kurdular interneti. Peki nasıl kuruldu? İnternetin bugün kullandığımız protokolü olan “http” merkezi bir protokoldür. Yani buradan Mustafa’ya bir mesaj ya da fotoğraf göndermek istesem, önce merkezi dolaşıp sonra Mustafa’ya gider. Buna mecbur muyuz? Aslında değiliz.

Devletleştirme ile kamulaştırma arasında büyük fark olduğunu vurgulamak lâzım. Kolektif mülkiyet derken devlet mülkiyetinden değil, tüm topluma ait, en aşağıdan yukarıya kadar kimseyi dışarıda bırakmayan, tüm toplumu sarmalayan bir mülkiyet biçiminden bahsediyoruz. Onun somut biçimlerinden biri müştereklerdir.

Benim doğrudan doğruya Mustafa’yla iletişim kurabileceğim ve sadece istediğimiz insanların buna katılabileceği, onun dışındakilerin bizim bir bağ kurduğumuzu bilseler de ne yaptığımızı bilmedikleri ortamı, yani “pier-to-pier” protokolü geliştirmiş durumdalar. Peki, niye böyle yeni bir protokole ihtiyaç duyuldu? Çünkü bu merkezi yapı oluşturulduğunda ve internet büyük bir süratle gelişip popülerleştiğinde, bilgisayarlardaki gelişmelerle birlikte geniş kitleler internetin içine çekildikçe, nihai kullanıcılar bir meta mübadelesi alanı olarak tanımlanabilir hale geldi. Yani meta mübadelesi müşterek alanımızı işgal etti çünkü bir kez bu alanda meta mübadelesi oluşmaya başlayınca bilginin kendisi kapitalizmin yeni bir varyantı haline dönüştü.

Shoshana Zuboff Gözetim Kapitalizmi Çağı (The Age of Surveillance Capitalism) adlı kitabında bu durumu çok etraflıca tarif etti: Biz internette faaliyet gösterdikçe veri üretiyoruz ve o veriler işlenip bize tekrar satılıyor. Yani, dört-beş büyük şirket bizim ürettiğimiz verilerden bir iktisadi kontrol alanı yarattı. Üstelik isterlerse her hareketimizi her yerde kontrol edebilecekleri bir toplumsal kontrol alanı da yarattılar. Kapitalizmin tarihinde ilk kez ekonomik kontrol ile toplumsal kontrol mekanizmaları dört-beş şirketin elinde birleşmiş oldu. Bu olgu ancak kapitalizmin dışında tarif edilebilir, Varoufakis’in “Tekno-feodalizm” adlandırması doğrudur ve yerindedir.

Nereden başladık, nereye geldik? Bu dönüşüm nasıl gerçekleşti? Bu soruları sormak zorundayız, ama hemen peşinden de “Buna mahkûm muyuz?” sorusu gelmek zorunda. Buna mahkûm değiliz. Dolayısıyla, bizim bu müşterekleri korumamız hem toplumsal hayatın daha yaşanabilir ve sürdürülebilir olması açısından hem de yeni bilimsel ve teknolojik gelişmelerin daha süratli, daha rasyonel, daha toplumsal fayda gözetilerek gerçekleşmesi bakımından son derece önemli.

Birinci bölüm: Bir “geçiş programı” çerçevesi
Üçüncü bölüm: Prangalar ve anahtarlar

^