Distopyalar çağındayız. Özellikle de yeni teknolojiler ve yapay zekâ söz konusu olduğunda. Karanlık senaryolar için zemin elverişli. Bugün küresel ölçekte yeni teknoloji ve yapay zekâ yatırımlarının yüzde 48’ini yapan Çin, vatandaşlarına sosyal kredi notları veriyor, dünya sathında kişisel veriler hızla bir meta haline geliyor. Otomasyonun yakın gelecekte büyük bir işsizliğe yol açacağı karamsar istatistiklere yansıyor. Ancak, yeni teknolojileri sadece distopyaların kaynağı değil, ufuktaki muhtemel bir komünist toplumun habercisi olarak görenler de var. Örneğin, “Post Capitalism” kitabının yazarı, Britanya İşçi Partisi üyesi, gazeteci Paul Mason. Ekim-Aralık 2018’de, “Açık Şehir” temasıyla yapılan I. Barcelona Düşünce Bienali’ne bağlanıyor, Mason’ın “Gözetim Kapitalizminin Ötesinde: Dijital Egemenliği Ele Geçirmek” başlıklı konuşmasını dinliyoruz.
Britanya İşçi Partisi üyesiyim. Aynı zamanda, buradaki konuşmacıların bazıları gibi, yapay zekâ ve emek süreçlerinin geleceği hakkında düşünen, kalem oynatan ve bu sayede belli bir etki yaratan küçük bir sol topluluğa mensubum. Tıpkı, aramızda bulunan Platform Kapitalizmi kitabının yazarı Nick Srnicek ya da teknoloji ve ekonomi konusunda İşçi Partisi’nin düzenlediği konferansların müdavimi iktisatçı Francesca Bira gibi. Bugün aramızda bulunmasa da Fully Automated Luxury Communism (Tam Otomasyona Dayalı Bolluk Komünizmi) kitabının yazarı Aaron Bastani’yi de düşünce platformumuzun değerli bir üyesi olarak belirtmekte fayda var.
Post-kapitalist stratejiden ne anlamalıyız? Radikal bir toplumsal demokrasiyi amaçlayan paralel projeyle ilişkisi nedir? Yakın gelecekte, “tekelci tekno kapitalizm” diye kestirip atamayacağımız gelişmelerle nasıl başa çıkacağız? Şimdilerde, özellikle Çin ve Almanya’da yaşanan hızlı teknolojik dönüşüm ve otomasyon hakkında bir bakış açısı oluşturmakla yükümlüyüz. Bir çatı kavram olarak post-kapitalizmle ne kastediyoruz?
Yeni teknolojilerin dört temel etkisi
Enformasyon teknolojisi, yeni teknolojiler sadece yapay zekâ ya da ileri otomasyondan ibaret değil. Örneğin, geçen ay Güney Kore’de gördüğüm, sadece 9 nanometre (insan saçının kalınlığı 80 bin nanometre) kalınlığındaki trilyonlarca devre barındıran yeni transistörler de bu teknolojilerin bir parçası.
Bu muazzam teknolojilerin sosyo-ekonomik düzeyde dört temel etkisini gözlemliyoruz. İlkin, üretim maliyetlerini neredeyse sıfırlıyor. Buna “sıfır marjlı üretim etkisi” diyoruz. Yeni teknolojilere sahip bütün şirketlerin yönetim kurulu toplantılarında bu artık bir sav değil, bir veri olarak kabul ediliyor. Dolayısıyla, ikinci noktaya geliyoruz.
Otomasyon, istihdam yaratma sürecinden kat be kat hızlı hale geliyor. Rosa Luxemburg, 1911’de kapitalizmin yakın zamanda çökeceğini öngörüyordu. Takip eden iki yılda, Luxemburg Sermaye Birikimi kitabını yazarken, Berlin’deki sinema sayısı 1’den 165’e çıkmıştı. Sinemalar vodvil tiyatrolarını tarihin tozlu sayfalarına yolcu etse de, yeni pazarlar ve yeni istihdam alanları yaratmıştı. Oysa yakın gelecekte gerçekleşecek otomasyon, kapitalizmin en temel direklerinden biri olan bu intibak sürecini, yani eski istihdam alanlarını yenileriyle değiştirme kapasitesini geçersiz kılacak.
Yeni teknolojilerin ortaya çıkardığı kurumsal yapılar, pazarlar ve davranış kalıpları tam da bu teknolojilere karşı isyan halinde. Çünkü yeni teknolojiler kapitalizmin işlevsiz bir formunu yaratmaya başladı.
Üçüncü önemli nokta ise enformasyon teknolojilerinin olumlu network etkileri yaratması. Babam, her gün fabrikadan çıktığında, patronunun onun sırtından para kazanmasını bir ölçüde anlamlandırabiliyordu. Patronun mülkünde, onun adına çalışıp belli bir ücret alıyordu. Ancak şu anda, bu salonda, aramızdaki etkileşimle yaratmaya devam ettiğimiz ağ etkisinde üretilen enformasyon kodunun iktisadi değerini kimin elde edeceği pek verili gözükmüyor.
Dördüncüsü, enformasyon teknolojileri bilgiyi radikal bir biçimde demokratikleştiriyor. Marx’ın “genel akıl” dediği durum ortaya çıkıyor. Bir yazılımın kullanımını biraz geliştirdiğinizde, dünyanın dört tarafında insanlar bundan ânında, bilâbedel faydalanıyor. Bu da teknoloji şirketleriyle olan ilişkimizi yeniden şekillendirmek, kapitalizm sonrasını düşünmek için önemli bir imkân sağlıyor. Kıtlığın ve pazar güçlerinin hüküm sürdüğü bir ekonomiyi geride bırakma ihtimali doğuyor.
Öte yandan, yeni teknolojiler sadece bu ihtimali meydana çıkarmıyor, aynı zamanda bunu bir gereklilik haline de getiriyor. Çünkü yeni teknolojilerin ortaya çıkardığı kurumsal yapılar, pazarlar ve davranış kalıpları tam da bu teknolojilere karşı isyan halinde faaliyet gösteriyor. Çünkü yeni teknolojiler kapitalizmin işlevsiz bir formunu çoktan yaratmaya başladı.
Kapitalizmin işlevsiz formu
Peki, bu yeni işlevsiz formun temel özellikleri neler? İlki tekelci fiyatlandırma uygulamaları. Sudan ucuz ya da bedelsiz olması gereken Spotify ya da iTunes gibi uygulamalara sonu 99 cent ile biten meblağlarda fiyat biçiliyor. Günümüzde tekelci fiyatlandırma, sermayenin artı-değeri temellük etmesinin başlıca araçlarından biri haline geldi.
İkinci özelliği ise kırılgan, güvencesiz emek koşulları yaratması. Sistem, tüm üretimi otomize etmek yerine, aslında varolması gerekmeyen milyonlarca iş yaratıyor. Böyle yapmasının arkasındaki saik, İtalyan otonom Marksistlerin 1960’larda keşfettiği, aslında hepimizin zaten bir “toplumsal fabrikada” yaşadığımız gerçeği.
Kapitalizm yeni teknolojik formu öncesinde de tüketim, boş vakit ve ilişkiler vasıtasıyla bizim üzerimizden artı-değer üretiyordu. Mario Tronti’nin yetkinlikle tarif ettiği gibi, hayatlarımız o zaman da çoktan istila edilmiş ve toplumsal fabrikaya kapatılmıştı. Artı-değer üretmenin farklı kanallarının en barizi konumundaki bir fabrikada kâr oranı aşağı yukarı yüzde 10-12’dir. Ancak, kredi kartıyla yaşayan bir insan yılda ortalama yüzde 30-40 faiz öder.
Dolayısıyla, kredi vasıtasıyla elde edilen kazanç fabrika işletmekten çok daha kârlıdır. Kredi kartı ya da akıllı telefon sahibi olmak zorundasın. O yüzden de bir ücretli işle iştigal etmelisin. İşte tam da bu yüzden, sistem tam otomizasyona yönelmek yerine, kendiliğinden güvencesiz istihdam yaratıyor.
Üçüncüsü, sistem olumlu network etkisine karşı, Airbnb ya da Über gibi rant peşinde koşan yapılar üretiyor. Softbank gibi dev teknoloji şirketleri, teknolojiyi geliştirmek yerine rant arayışındaki ticari modellerinin yaygınlaşması için milyarlar harcıyor. İktisadi rant arayışı, üretken kârın ve ücretli emeğin basit bir çıkarımı. Lenin’in öngördüğü gibi, asalak bir kapitalizm yaratır.
Dördüncüsü yeni teknolojilerin demokratikleştirici etkisine karşı topyekûn savaş açan sermaye, derin bilgi asimetrileri yaratıyor. Frederic Jameson’ın o meşhur sözünü hatırlayalım: “Dünyanın sonunu hayal etmek, kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolay geliyor.” Oysa, şu anki durum ise şöyle: Dünyanın sonunu hayal etmek, Zuckerberg’in facebook’un algoritmik yapısını açıklamasını hayal etmekten daha kolay.
Softbank gibi dev teknoloji şirketleri, teknolojiyi geliştirmek yerine rant arayışındaki ticari modellerin yaygınlaşması için milyarlar harcıyor. İktisadi rant arayışı, üretken kârın ve ücretli emeğin basit bir çıkarımı. Lenin’in öngördüğü gibi, asalak bir kapitalizm yaratır. Evgeny Morozov bu yeni forma “dijital feodalizm” adını veriyor.
Yatay ve dikey parçalama
Bu dört özellik bir araya gelince, kapitalizmin en aşırı, işlevsiz formunu tarif edebiliyoruz. Araştırmacı Evgeny Morozov bu yeni forma “dijital feodalizm” adını veriyor. Öte yandan, 2008 krizi sadece aşırı borçlanma döneminin kaçınılmaz bir sonucu değildi. Çünkü biriken borç miktarının önümüzdeki bir asır içinde ödenme ihtimali söz konusu değil. Kapitalizm artık yukarda belirttiğim dört özelliği kullanmadan yeteri kadar değer yaratamıyor. Değeri ancak kredi genişlemesi, tekelci fiyatlandırma, rant arayışı, güvencesiz işler ve enformasyon çitlemesi yoluyla ortaya çıkartıyor. Bu sürdürülebilir bir durum değil. Bu yüzden de kapitalizmi aşma stratejilerinin, post- kapitalizmin sözcülüğünü yapmamız gerekiyor.
Bunun için önce tekelci teknoloji firmalarını parçalamalıyız. Bunu dikey ya da yatay yöntemlerle yapabiliriz. Dikeyine düşünürsek, öncelikle tekelci yapıyı kırmalıyız. Tıpkı birçok mevduat bankası gibi, birçok facebook da olmalı. Böylece onlardan bazıları ya da en azından biri, reklamsız bir platform sunabilir.
Daha da iyisi, böylece Rusya istihbaratının manipülasyonu ile Trump gibi birinin başkan seçilmesi imkânsız hale gelir. Facebook sahibi Mark Zuckerberg gibiler gerçekten de rekabet etmek zorunda kalsaydı böyle bir felaket yaşanmazdı.
Teknoloji firmalarını yatay olarak da parçalayabiliriz. Tekelci firmalara şöyle diyebiliriz: Rekabet içinde yüksek değer yaratacaksınız. Ancak altyapı katmanı ve kimlik sicil kayıtları sizin değil, kamunun mülkiyetinde olacak. Peki rant arayışlarını nasıl engelleyebiliriz? Elbette eski yöntemlerle. Bu türden ticaret modellerini gayrı hukuki hâle getirip, ortak mülkiyeti güçlendirip rant arayışlarının önüne set çekebiliriz.
Evgeny Morozoy’un da dediği gibi, veri simetrisini, veriye ulaşımı insan haklarının bir parçası haline getirebiliriz. İçeriği ve hangi amaçla tasarlandığı herkesin erişimine açık olmayan hiçbir algoritmanın varlığına izin vermeyebiliriz. Yapay zekâya dair etik beyanında, Open AI Enstitüsü tam da bunu dile getiriyor. Peki, geçiş dönemi hakkında neden bu kadar hevesliyim? Bu fikir Barcelona’da böyle güzel ve güneşli bir günde insanın zihnine düşebilecek herhangi naif bir fikirden neden farklı?
Frederic Jameson’ın sözünü hatırlayalım: “Dünyanın sonunu hayal etmek, kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolay geliyor.” Şu anki durum ise şöyle: Dünyanın sonunu hayal etmek, Zuckerberg’in facebook’un algoritmik yapısını açıklamasını hayal etmekten daha kolay.
Jeremy Corbyn ve post-kapitalizm
Geçiş dönemiyle ilgili kurguladığım stratejinin genel amacı iktisadi faaliyetlerin alanını devlet ve piyasadan piyasa dışına doğru çekmek. Bunun için ufukta bir ihtimal belirdi. Şu iki rakamı düşünelim: 200 bin ve 540 bin. Eğer bu rakamların bir firmanın hisse senedi değerlerindeki yükselişe, ortaklarına dağıttığı temettüdeki artışa tekabül ettiğini söyleseydim, birçok insan bu dönüşümü epey etkileyici bulurdu. Oysa bu rakamlar İşçi Partisi’nin iki buçuk senedeki üye artış sayısını yansıtıyor. Bu sıradışı değişimin nedeni Jeremy Corbyn. Ancak insanlar sadece Corbyn’den heyecan duydukları için gidip de partiye üye olmadılar. Üyelik kaydı yaptırmalarının esas nedeni neoliberal cephenin Corbyn’i bertaraf etmeye yönelik azimli girişimleri. Peki, bu 540 bin üye kimleri temsil ediyor?
Evet, tüm neoliberal süreç boyunca emek örgütlenmesi paramparça edilirken partide kalmaya devam eden pasif bir sendikacı katman mevcut. Ama şu anda çoğunluğu, yavaş yavaş, öbekler halinde partiye katılan gençler ele geçiriyor. Bu gençler “network toplumu”nun bir parçası. Bu topluluğun mensupları söylediklerimize kulak kesilmiş durumda. Bu insanlar, henüz örtük bir şekilde de olsa, örneğin eski tüfek sosyal demokratların dijitalleşme konferanslarındaki taleplerinden farklı taleplerle öne çıkıyor. Bu konuyu bir örnekle açayım.
Birçok dile çevrilen Post Capitalism kitabım Almanya’da 10 binin biraz üzerinde, Anglosakson coğrafyasında ise bunun üç katı kadar sattı. Kitaptan bölümler The Guardian gazetesinde tefrika edilmeye başlanınca sayaç paramparça oldu. Bazı bölümler on milyonlarca kez paylaşıldı. Kimi makaleler yüz milyonlarca okuyucuya ulaştı. Bu, şu anlama geliyor: Burada kısaca anlatmaya çalıştığım kapitalizm sonrasına geçiş stratejilerini büyük bir topluluk pür dikkat takip ediyor.
Muhtemel İşçi Partisi hükümetinin müstakbel ekonomi bakanı John McDonnell farklı mülkiyet ilişkilerine dair işaret fişeği niteliğinde bir rapor açıkladı. Rapor şunu ifade ediyor: Yeni ortak mülkiyet ilişkilerini sıkı sıkıya yapay zekâ, yeni teknolojiler ve otomasyon ile bağlantılandırmalıyız.
İşçi Partisi ve muhtemel stratejileri
Peki tüm bu ahvalde İşçi Partisi’nin üretim ve sanayi stratejisi nedir? Sosyolog Phillip Staab’dan öğrendiğimiz üzere, Almanya’da çok hızlı ilerleyen otomasyon süreci bizlere ne anlatıyor? İşçi Partisi, en temel anlamda, sanayisizleşmenin, düşük maaş ve düşük teknolojinin norm haline geldiği son otuz yıllık süreci tersine çevirmek istiyor.
Evet, 2014’te Google tarafından satın alınan İngiliz yapay zekâ şirketi Deepmind’ın geleceği önemli bir soru teşkil etse de, bu mesele İşçi Partisi’nin birincil öncelikleri arasında değil. En önemli gündem, Corbyn’in Avrupa Parlamentosu’nda sosyal demokratlara hitaben söylediği gibi, neoliberalizmin sonlandırılması. Bunu da yeni bir vergilendirme sistemini, sınıflararası yeniden bölüşümü tesis edip kamunun ekonomideki rolünü artırarak hayata geçirmeyi planlıyorlar.
Doğrudan kerteriz aldıkları en önemli kitap Mariana Mazzucato’nun Girişimci Devlet (The Enterpreneurial State) adlı eseri. Devleti yeniden işlevsel kılmak için kitapta yapılan önerileri gerçekleştirmek hiç de kolay değil. Ancak, işte tam da bu zor yolu deneyecekler. Bu uğurda en öncelikli hedefleri ücretleri yükseltmek ve taşeron işlere son vermek. Böylece emekçilerin pazarlık gücü yükselecek. Öte yandan bu zaten klasik bir bileşen. Peki bizim gibi post-kapitalist stratejiyi hedefleyenler, kapitalizm sonrasını düşünenler, İşçi Partisi’ni başka hangi uygulamalara ikna edebilir?
Veri simetrisini, veriye ulaşımı insan haklarının bir parçası haline getirebiliriz. İçeriği ve hangi amaçla tasarlandığı herkesin erişimine açık olmayan hiçbir algoritmanın varlığına izin vermeyebiliriz.
Yeni mülkiyet ilişkileri
Hâlihazırda, parti programında orta vadede ülkedeki kooperatif sayısını ikiye katlamak yer alıyor. Bu doğrultuda özellikle Barcelona’daki kooperatiflerden öğrenebilir, onların deneyimlerini ödünç alabiliriz. Muhtemel İşçi Partisi hükümetinin müstakbel ekonomi bakanı John McDonnell, geçen yıl, farklı mülkiyet ilişkilerine dair işaret fişeği niteliğinde bir rapor açıkladı.
Rapor özetle şunu ifade ediyor: Yeni ortak mülkiyet ilişkilerini sıkı sıkıya yapay zekâ, yeni teknolojiler ve otomasyon ile bağlantılandırmalıyız. Bunun için de yeni teknolojileri kooperatiflere, patronsuz yapılara ve yerel yönetimlerin kamusal mülkiyetine açmalıyız. Kısacası kamulaştırmanın yeni formlarını hayata geçirmeliyiz. Böylece çok çeşitli mülkiyet formlarına izin verecek, bugünkünden farklı bir kapitalizmin inşası söz konusu olacak.
İşçi Partisi, Evrensel Temel Gelir (ETG) uygulaması üzerine düşündüklerini dile getiriyor. Ancak, tıpkı benim gibi, bu konuda pek hevesli değiller. Ulusal Toplumsal ve Ekonomik Araştırmalar Enstitüsü’nün de ortaya koyduğu gibi, ETG yerine Evrensel Temel Hizmetler’i (ETH) hayata geçirmek çok daha mantıklı görünüyor.
Öncelikli amacımız emek gücünün yeniden üretim maliyetlerini düşürmek, istihdamı artırmaksa, ücretsiz ulaşım, eğitim, sağlık ve barınma hizmetleri sağlamak, güvencesiz bir emekçiye yılda birkaç bin sterlin gelirden çok daha geniş bir hareket alanı yaratacaktır. Yine de İşçi Partisi bu iki projeyi, ETG ve ETH’yı beraber hayatı geçirmeyi deneyecek. Özellikle hizmetler açısından suyun ve eğitim sektörlerinin yeniden kamusallaştırılmasını amaçlıyorlar. Bunun için çeşitli düzeylerde müşterek mülkiyet yapıları inşa etmeyi planlıyorlar.
Daha radikal bir adım
Henüz daha orada değiliz, ancak benim açımdan daha radikal bir planın olmazsa olmazı, teknoloji firmalarının tekelini kırmak. Bu cesareti göstermek için öncelikle bu programa sahip bir sosyal demokrat partinin seçimleri kazanması gerekiyor. Öte yandan, teknoloji firmalarının tekelini kırmak ne yazık ki AB’nin tekelci yapısının dışında kalarak daha kolay gerçekleştirilebilir. Yine de AB’de, yani tek pazar içinde kalarak da bu yönde siyasi bir plan yüksek sesle dile getirilebilir. Dört tekelci devin, GAFA’nın (Google, Apple, Facebook ve Amazon) ticari faaliyetlerine sınırlama getirmeyi tartışan Almanya bu yönde bir zemin tesis edebilir. Ücretsiz temel hizmetler ve bu hizmetlere hayata geçirecek, yeni mülkiyet yapıları kuran iktisadi teşekküller, tekelci şirketlerle devlet arasındaki ilişkiyi ters yüz edebilir.
Yakın zamanda Güney Kore’de verilerin bir kamusal ürün olarak tescillenmesinin imkânı belirdi. Bu amaçlar doğrultusunda piyasa dışı (non- market) ekonomi bakanlığının kurulması şart. Böyle bir bakanlığın görevi sadece kooperatif sektörünü teşvik etmek ya da istatistikler tutmak olmamalı. Aynı zamanda, yeni teknolojiler sektörüyle düşük teknoloji kullanan üretken emeğin karşılıklı ilişkisini düşünmek de şart. Böyle bir bakanlığın kredi birlikleri, kooperatifler, ortak mülkiyet yapıları tesis etmenin yanısıra, insanların evlerinden gerçekleştirdikleri yeniden-üretim emeklerini de iktisadi açıdan hesaplanabilir ölçülere indirgemesi şart.
Daha radikal bir programın olmazsa olmazı, teknoloji firmalarının tekelini kırmak. Bu cesareti göstermek için öncelikle bu programa sahip bir partinin seçimleri kazanması gerekiyor.
Bundan tam seksen yıl önce, 17 Ekim 1937’de, dünyanın çeşitli ülkelerinden Franko faşizmine karşı savaşmaya gelen Uluslararası Tugaylar, Barcelona’da büyük bir resmigeçit düzenlediler. Yürüyüşte kalabalık bir İngiliz bölüğü de vardı. Savaşta pek işe yaradıkları söylenemez. Hatta aralarında Stalinistler de bulunuyordu. Yine de onları burada anmakta fayda var. Çünkü buraya sadece düşmana karşı savaşmak için değil, akıllarındaki bir ideali hayata geçirmek adına geldiler. Bizim de burada murad ettiğimiz tam da böyle bir şey, hepimizin paylaştığı ortak bir ideal yaratmak. Barcelona’da, Amsterdam’da, kısmen Berlin’de, belediye ölçeklerinde tekelci teknoloji devlerine karşı verilen mücadeleyi, demokrasi adına hayata geçirilen ilerici pratikleri takdirle karşılıyoruz. Ama bir de Britanya gibi iktidara geldiğimiz bir ülkemiz olduğunu hayal edin…