“MERHABA CANIM”IN QUEER ELEŞTİRİSİ

Umut Erdem
9 Ocak 2022
SATIRBAŞLARI

Arkadaş Zekai Özger’i “gecikmiş bir tanışma” ile yıllar sonra insanlarla bir araya getirmeyi amaçlayıp izleyicilere “Arkadaş’ın dilinden” “merhaba canım” deme şiarına sahip bir belgesel, Merhaba Canım. İstanbul Film Festivali macerasının ardından Documentarist’le yaşanan madilik[i] sonrası tek bir gün (festivalin ilk günü) festival protesto edilerek internet üzerinden gösterime açılmıştı. İlk kez o zaman izlediğim Merhaba Canım, şimdi de Mubi Türkiye’de gösterimde.

Ulaş Tosun’un yönettiği Merhaba Canım, Bursa’da doğup Ankara’da hayata veda eden ve önce Sevdadır, sonrasında Sakalsız bir Oğlanın Tragedyası ismiyle yayınlanan kitabından şiirlerini okuduğumuz, bir şekilde tanıştığımız Arkadaş Z. Özger’i çocukluğundan okul yıllarına, tiyatro sahnelerinden şiir dizelerine, solcularla ilişkisine, politik kimliğine, aşkına, ailesine, şiirleri üzerinden takip ediyor. Kendi dünyasına dair uzun süredir kapalı kalmış bir kapıyı aralamayı amaçlıyor. Peki Merhaba Canım bunu Arkadaş’a yaraşacak, onun hak ettiği bir gözle yapabiliyor mu? Veya, “gecikmiş bir tanışma” daha neleri geciktiriyor ve neyi önceliyor?

Merhaba Canım son derece doğrusal bir zaman algısıyla doğumundan ve bu yüzden kardeşinin kendisine dair anlatısıyla başlayarak ortaokul, lise ve üniversitede hayatına giren insanların tanıklıklarıyla bize bir Arkadaş Z. Özger portresi sunuyor. Ona hâlâ Zekai olarak hitap edenden arzularını mektup satırlarına döktüğü “hü” ile yaşananları kendince reddedene, hatta “hü” ile ilişkisini kendi yargısıyla değerlendirip “bazı konulara girilmemesi gerektiğini” söyleyene kadar pek çok kişiye uzatılan mikrofon, özellikle üniversite zamanlarını paylaştığı solcu “abi”lerin gözünden Arkadaş’ı bize “anlatıyor”. Peki bu anlatıları ya da öldüğü gün, yeni aldığı açık gri takım elbiseyi giyip kimliğini almadan televizyon izlemek için dışarı çıktığını ve sonra geri dönmediğini söyleyen kardeşinden Arkadaş’ı dinlemek, Arkadaş’la bizi tanıştırmak anlamına mı geliyor? Ve her şeyden önce bu tanıştırma nasıl bir gözle yapılıyor?

Merhaba Canım’daki Arkadaş

Ulaş Tosun’un Merhaba Canım’dan önce çektiği Afganistanbul,[ii] Afganistan’dan Türkiye’ye iltica edenlere kamerasını çevirdiği bir filmdi. Merhaba Canım’dan konu olarak farklı olsa da Tosun’un “farklı dünyalara” kamerasını yönelttiği bir sinematografi çizdiğini söyleyebiliriz. Konu itibariyle, kimlik, beden ve sınır anlamında normları sorgulama potansiyeli barındırdığını söyleyebileceğimiz iki filminde de Ulaş Tosun’un film dilinin baskın form ve söylemler, geleneksel sinema sınırları içinde olduğunu görüyoruz. Afganistanbul bir yandan Türkiye’ye gelen Afganların İstanbul’daki hayatlarından kesitleri, ayak uydurmaya çalıştıkları koşulları özellikle bir mültecinin tanıklığıyla verirken Türk oldukları belirtilen kâğıt toplayıcıların (ırkçı/milliyetçi yaklaşımlarıyla) ve esnafın da görüşlerini aktarıyor. “İki taraf”ın da “bakış açısına” yer verdiği bu kısa metrajdan sonra çektiği belgesel Merhaba Canım’da Arkadaş, solcu olan ya da bir şekilde tanıştığı eski arkadaşlarının tanıklığı üzerinden ele alınıyor. Kimi olaylar kendi şiirleriyle, aslında Arkadaş’ın bakış açısıyla ve onun his, ifade dünyasından aktarılmaya çalışılıyor. Mesela kendisinin de işkence gördüğü Ankara’daki yurt baskınını ve Hüseyin Cevahir’in öldürüldüğü kuşatmayı Arkadaş’ın “Ferhat” ve “Aşkla, Sana” şiirlerinin bestelendiği şarkılar ya da dış ses tarafından okunan şiirlerinden bölümler eşliğinde arşiv görüntüleriyle izliyoruz. Arkadaş’ın Hüseyin Cevahir için yazdığı “Aşkla, Sana” şiirini Grup Yorum’un “İsyan Olsun” ismiyle bestelediği ayrıntısını da vermek gerek. Ulaş Tosun da 1+1 Express’e verdiği röportajda şöyle anlatıyor: “Üniversite bitince hatıra diye bir sürü kitap almıştım TÜYAP’tan, aralarında ‘Sevdadır’ da vardı. Kitapta ilk olarak o bildiğim şiirini aradım, bulamadım. Çünkü şiirin adı özgün müzik besteleyenlerin taktığı isimlerden hiçbiri değil. Ne Ahmet Kaya’nın dediği gibi ‘Alnında Dağ Ateşi’ ne Grup Yorum’unki gibi ‘İsyan Olsun’. Şiirin adı ‘Aşkla, Sana’. Peki niye isyana, dağ ateşine dönüşüyor bu aşk? Biraz düşündürücü gelmişti bu bana.”

Merhaba Canım üzerinden sinemada queer’e açılan patikaları konuşabilmek anlamlı. Sarf edilen emeği ve çabayı yok saymadan bu patikaları düşünerek Merhaba Canım’a dair tahayyülleri(mi) sunabilmek isterim. Çünkü “queer film eleştirisi daima metin ve seyircilerin kafa karıştıran çokluğuna yönelik queer’liği çevreleyen sınırların nasıl tanımlandığı sorusunu yöneltmek zorunda kalmaktadır”. 

Ulaş Tosun’un bu vurgusunun tam da bu politik zemine açılan queer bir çatlak olduğunu söyleyebiliriz. “Yasta değil, isyandayız” sloganının hissettirdikleriyle benzer bir yerden “aşkla sana” demek, “isyan olsun”dan daha az politik, daha az “toplumcu gerçekçi” gelmiş olmalı; tıpkı yasın gücünü yadsıyıp belirli bir isyan biçimini devrimci güç olarak görmek, “makbul bir direnme biçimi”ni kıstas kabul etmek gibi. Bu iki şiirin zamanında solcu müzik grupları tarafından bestelenmesinin en önemli sebebi, Arkadaş’ın yaşadığı dönemde edebiyat ve şiir dünyasının Arkadaş’ı “bireyci şair” diye yerip kendisi “Adak” gibi şiirler yazdığında “Arkadaş nihayet yolunu buldu, en sonunda toplumcu şair oldu” diye oh çekmeleriyle açıklanabilir. Ulaş Tosun, aynı röportajda “Merhaba Canım” şiirine dair kimsenin konuşmak istemediğini, kendisi hakkında sosyal medyada eşcinsel devrimci şair olarak söz edilirken görüştüğü insanlarla bu konuyu konuşamadığını dile getiriyor. Peki biz belgeselde neden bu konuyu pek de konuşmak istemeyen insanlardan yine Arkadaş’ı dinliyoruz?

Arkadaş Z. Özger gibi şiirleri queer estetik bağlamında çalışılan bir sanatçı ve şairin hayatına, egemen ve eril edebiyat anlayışını benimseyen birtakım adamların penceresinden bakmak biz seyircilere Arkadaş Z. Özger’le ne tür bir tanışma yaşatacak? Biz seyirciler olarak ne tür bir tanışma arzu ediyoruz ya da Ulaş Tosun (ya da Merhaba Canım ekibi) gecikmiş de olsa ne tür bir tanışma tahayyül etti?

Bunlar filme queer bakışla dile getirilebilecek, dert edilebilecek türde sorular. Peki queer deyince neden bahsediyoruz? “Queer Türkçede (kuir) garip, tuhaf, yamuk gibi anlamlara geliyor. Bunun yanısıra argoda ibne demek.[iii] Queer kuramının merkezinde de acayip, tuhaf, yamuk, anormal, iğrenç, aşağılık olana, normatif olanın dışında kalana, bu alanın dışında bırakılana, normu ihlal edene bir gönderme ve bu “kötüyü”, “anormali” yeniden anlamlandırma imkânı yatıyor.”[iv] Queer’in sadece “kimlik” üzerinden tartışılmayacağı aşikâr. Arkadaş Z. Özger hakkında düşünürsek, çevresi tarafından eşcinsel olduğunun konuşulmasının, bu sebeple sol edebiyat camiasından dışlanmasının yanısıra, o dönemde benimsenen toplumcu gerçekçilik türüne uymayan şiirler yazması, o zamanın önemli görülen erkek edebiyatçıları ve şiir çevreleri için ayrıksı görülen bir dil kullanması, “döneminin şiirsel algısının epey dışında bir şiir tarzı”na[v] sahip olması, topal olması ve kendine isim vermesi, eşcinsel varsayılmasıyla paralel ilerleyen queer bir hayatın izlerini yansıtıyor. Ne olduğundan çok neye karşı olduğu çeperinden bakarsak Arkadaş queer bir gözle ve okumayla insanlara tanıştırılmayı hak ediyor. Fakat Merhaba Canım, Arkadaş için dönüm noktası olan bazı olayları Arkadaş’ın şiirleri aracılığıyla bize anlatsa da, Arkadaş’ın queer hayatına queer bir gözle bakmamız gerekirken onu zamanında dışlamış olan “arkadaşları”nın anlatılarına emanet ediyor queer’liğini ve yaşamını. Böylece biz ne kadar Arkadaş’ın ağzından bize “merhaba canım” dendiğini duyuyoruz, işte bu tartışılmaya muhtaç. Arkadaş’ın hayatına queer biz gözle bakılsa bu tanışma hikâyesi ya da onu anlatan insanlara yönlendirilecek sorular daha başka olabilirdi. Belki de biz o zaman en azından Tuğrul Eryılmaz’dan başka bir perspektifle Arkadaş’ı dinleyebilirdik ve düz (straight) erkek bakışıyla Arkadaş’ı alımlamamıza neden olacak diğer anlatıcılara ihtiyaç olup olmadığı üzerine daha fazla düşünülebilirdi. Ya da erişilen anlatılardaki eksiklik, erkek bakışın teşhir edildiği bir alan olarak kurgulanıp lubunyaların (queer) Arkadaş’ı nasıl gördüğüne yer verilebilirdi.

Arkadaş’ın queer geleceği

Arkadaş, sadece egemen yazın dünyasında değil, o zamanın sol hareketinde de bir öteki ve göçebeydi. Şiirlerinin dikkate değer görülmediği bir düzene karşılık Merhaba Canım’da konuşulmaya değer bir özne olarak karşımıza çıkması, Arkadaş’la bizi tanıştıran anlatılarla mümkün olmuş diyebiliyor muyuz? Filmin geçmişle yeteri kadar müzakereye girdiğinden bahsedebilir miyiz? Belgeselde Arkadaş’ın “Hüzün Mevsimi”ndeki dizeleri seslendirilirken onu zamanında yalnız bırakan anlatı sahipleriyle bir nevi hesaplaşma sekansı yaşanmış olması, geçmişin müzakere edildiğini, tarihin sorgulanıp yeniden ele alındığını gösterir mi bize? Bu yeterli midir? Çünkü “tıpkı ekran dışındaki yaşamda ve kültürde olduğu gibi queer şimdiki zaman, queer bir geleceğin söz konusu olduğunun tamamıyla bilincinde olarak geçmişle müzakereye girişir.”[vi] Ama filmin queer şimdiki zaman yaratma ve queer gelecek tahayyül etme gibi bir niyetinin olduğunu söyleyemeyiz. Böyle bir niyeti olsaydı, Cavit Kürnek’in Arkadaş’ın lubunya olması ve hü’ye duyduğu arzuya ithafen “fazla da üstüne varmamak lâzım, bazı şeyler saklı kalmalı” sözüne yer vermez, böylece dolaptan çıkıp şiir dizelerine, sokaklara dökülmüş Arkadaş’ın arzusu, düşleri ve varoluşu tekrar bir anlatıyla rafa kaldırılmaz, ölümüyle hikâyesini de bitirmiş olmazdı. Böylece aslında yıllar, hatta yarım asır sonra lubunyalar için Arkadaş ve eserlerinin ne ifade ettiğine, queer gözden Arkadaş’ın eserlerinin nasıl yorumlandığına belgesel aracılığıyla tanık olabilirdik. Arkadaş’ın kendini açtığı, sadece kimlik üzerinden değil, hayatta çizdiği yolda attığı queer adımların peşinden giderek hafızasına dair yaratılan queer şimdinin anlatısını dinleyebilirdik; onu zamanında dışlamakla kalmayıp hikâyesine düz, erkek bakış açısıyla bakarak queer yaşamını hizaya sokmayı, sansürlemeyi seçen eski ahbapları yerine.

Ulaş Tosun, “Merhaba Canım” şiirine dair kimsenin konuşmak istemediğini, kendisi hakkında sosyal medyada eşcinsel devrimci şair olarak söz edilirken görüştüğü insanlarla bu konuyu konuşamadığını dile getiriyor. Peki biz belgeselde neden bu konuyu pek de konuşmak istemeyen insanlardan yine Arkadaş’ı dinliyoruz?

Arkadaş’ı özne olarak konumlandırıp eserlerine yarenlik eden, queer okunabilecek yorumlar getiren bazı çalışmalar yapıldı şimdiye kadar. Mesela sanatçı Eşref Yıldırım, “çok belki ifade edilemeyen bir eşcinsellik” anlatısıyla kendi yaşamını özdeşleştirip Arkadaş’ın “Bir Gün Sevişmeyi Bana”nın dizelerinden ilhamla Arkadaş’ın şiirlerini dokuyor, portresini yapıyor. Pandemiyle birlikte daha fazla hissettiğini söylediği yalnızlık duygusunun etkisiyle okuduğunda çarpıldığını ifade ettiği “Yalnızlık her sabah öldürüyor beni” dizesinin yer aldığı beşliği dokuduğu eseri geçtiğimiz sene Galeri Zilberman’daki Unlock sergisi kapsamında gösterildi. Zafer Aracagök, SIFIR projesi kapsamında[vii] “Merhaba Canım”ı, şiirin hüznüne az biraz neşe katarak hazırladığı bir müzikle seslendirdi. Aracagök, bu projeye dair “Gençliğinin baharında kaybettiğimiz sevgili Arkadaş Zekai Özger’in ‘Merhaba Canım (Zeki Müren’i Seviniz)’ adlı şiirine neşe ve hüzünle yaklaşmak istedim. Karamsar neşe insanı her zaman ölümden korumaz, ama dans ettirebilir” diyor. Yani Arkadaş Z. Özger ve şiirleri birileri için zaten bir şeyler ifade ediyordu. Onların hayal ve yorum dünyalarında bir yere tekabül ediyordu Arkadaş. Keza ben de Arkadaş’ın “eşcinsel şair” olarak akıllarda yer ettiğini, pek çok lubunya için dizelerinin kendileriyle özdeşleştirdikleri bir mekân, bir yuva olduğunu biliyordum. Bazı solcu lubunyalar için “Arkadaş, gökkuşağındaki kızıldı”. Arkadaş’ın hikâyesi, bu kişisel hafızalardaki anlatıların toplanmasıyla yeniden yorumlanıp queer bir bakışla anlatılabilirdi. Çünkü “queer film çalışmalarında queer, bir karakteri, bir metinsel üretim modunu ve/ya da alımlama pratiklerini tanımlamak üzere kullanılabilir”.[viii]

Arkadaş Z. Özger’in hayatı için “heteronormativitenin parçaladığı bir hayat hikâyesi” tanımlamasını yapmak yanlış olmaz. Peki bu hayat hikâyesini heteronormativiteyi sorguladığı kuşkulu zihin ve dillerden dinlemek, Arkadaş Z. Özger’in tarihini nasıl bir çeperden (yeniden) yazmak anlamına geliyor? “Ezeli ve edebi normatif cinsellik ve cinsiyet fantezisi ile heteronormativite, lubunyanın tarihini parçalar. Büyük anlatıların dışına iter. Her dışlama stratejisi gibi, buna eşlik eden bir içerme stratejisini de çalıştırır. Zamana, mekâna, kültüre ve topluma göre değişse de, içerme stratejisi cinsellikler ve cinsiyeti zapturapt altına almanın önemli bir aracına dönüşür.” [ix] Merhaba Canım’ın daha fazla insanın Arkadaş Z. Özger’i tanımasına önayak olduğu aşikâr. Zaman içinde ne yazık ki silinmiş, özellikle lubunyaların sahiplendiği bir şairin zamanında yaşadığı dışlanmayı teşhir ederek insanlara hikâyesini anlatması çok anlamlı, önemli ve değerli. Emeğin hakkını teslim edelim, ama filmin “kolektif tarihin büyük anlatılarda değil, birbirine konuşan hislerde saklı olduğu” fikrinin gücünden pek yararlanamadığını da söyleyebiliriz. Her ne kadar Merhaba Canım, büyük anlatıların dışına itilen bir hikâyeyi izleyicilere sunma isteği taşısa da, Arkadaş’ın eski ahbaplarından ve aşık olduğu hü’den dinlediğimiz melankolisi ve kendine dair yaşadığı kaybı anma hikâyesi ne yazık ki varoluşunun zapturapt altına alınmasını beraberinde getiriyor. Hislerden çok o adamların değer yargılarıyla Arkadaş’ın kimliklendirildiğini izlemeye devam ediyoruz. Anlatılar, Arkadaş’ı yalnız hissettiren, onu sınırlandıran toplumsal normlardan, şiirlerinde dinlediğimiz melankolisi ve kaybı anma hikâyesinden onu özgür kılamıyor, hatta bunları Arkadaş’a yapıştırıyor. Bu da bizi “kim olduğumuzla ne hatırladığımız ya da neyi unuttuğumuz arasında da hayli sıkı bir bağ olması gerektiği”[x] gerçeğiyle yüzleştiriyor. Tam da bu sebeple Arkadaş’ın hikâyesini kimin ya da kimlerin anlattığı önem arz ediyor.

Arkadaş Z. Özger’in hayatı için “heteronormativitenin parçaladığı bir hayat hikâyesi” tanımlamasını yapmak yanlış olmaz. Peki bu hayat hikâyesini heteronormativiteyi sorguladığı kuşkulu zihin ve dillerden dinlemek, Arkadaş Z. Özger’in tarihini nasıl bir çeperden (yeniden) yazmak anlamına geliyor?

Bellek bir etkileşim işi olduğu kadar şahitlik etmek işi de aynı zamanda ve mevzu “eşcinsel bir şair” olarak kulaktan kulağa şiirleri yaygınlaşmış birinin hikâyesini görünür kılmaksa, anlatılan yalnızlık hikâyesinin izleyicilere “bir güçlenme ve güçlendirilme hikâyesi” olarak aktarılması, medyada LGBTİ+ görünürlüğüne ve normatif olmayan bedenlere, sakatlığa dair farkındalık yaratmak anlamında da kıymetli. Fakat kaleminden cinselliği, erotizmi okuduğumuz, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve normlarına karşı duran, toplumun cinsiyeti algılayışını eleştiren ve “eril dilin” kadın-erkek ayrımını pekiştirdiğini düşünerek verili düzenin sunduğundan farklı bir dil arayışına giren şiirler yazmış bir şairi genelde nasıl bir zihin ve algıdan duymak, dinlemek zorunda kaldığımızı tartışmak yerine belgesel, maalesef daha çok tam da bu zihin ve algı yoluyla Arkadaş’ı bizimle tanıştırıyor aslında.

Sinemada queer’e açılan patikalar

“Sinema, queer kültür içinde politik bir karmaşa alanı, çok yönlü kamusal bir sahne olarak varlığını sürdürür. Burada itirazlar yapılır ve fikirler yaygınlaştırılır. Ayrıca yakınlık, aitlik ve samimiyete dair yaygın olan daha fazla deneyimle beslenebilecek alanlar sağlanır. Bu alanlarda izleyiciler beklenmedik çarpışma ve birleşmelere neden olur.” [xi] Bu sebeple Merhaba Canım üzerinden sinemada queer’e açılan patikaları konuşabilmek anlamlı. Sarf edilen emeği ve çabayı yok saymadan bu patikaları düşünerek Merhaba Canım’a dair tahayyülleri(mi) sunabilmek isterim. Çünkü “queer film eleştirisi daima metin ve seyircilerin kafa karıştıran çokluğuna yönelik queer’liği çevreleyen sınırların nasıl tanımlandığı sorusunu yöneltmek zorunda kalmaktadır”. Bu yazıda da aslında Arkadaş’ı toplumda çevreleyen sınırlar yanında belgeselde onu anlatılarla çevreleyen sınırları deşifre etmeye çalıştım. Tabii bir yandan izleyiciler açısından bakınca belgeselin bu konuda yeterince açığa çıkaramadığı potansiyeli düşünüyorum. Sadece Arkadaş’ın kimliği ve aldığı, hatta saptığı yollar açısından değil, seyircilere hitabı anlamında queer’i araç olarak kullanmanın belgeselin yaratacağı forma dair bir tahayyül bu. Merhaba Canım tipik bir “konuşan kafalar” tarzı belgesel örneği. Aslında hem şiirlerinde hem hayatında askıda kalmış, müphem de diyebileceğimiz meselelerine yönelik anlatı ve tanıklıklarla kendi dünyası arasında keskin bir sınır çiziyor böylelikle film. Bir yandan Arkadaş hakkında edebiyat çevresinde ve sol cenahta hayaletvari dolaşan sessizliği kırmak, Arkadaş’ı dışlayan ve yalnızlaştıran, üzerinde baskı uygulayan zihniyeti deşifre etmek isterken toplumda Arkadaş’ı kabul etme ayrıcalığına sahip bir güruha bizzat Arkadaş’ın hikâyesini anlatma otoritesini tanıyor. Bu da ne yazık ki Arkadaş’ın şiirlerinde vücut bulan başkaldırının dışavurumunu bize yansıtmaktan ziyade bir kabul arayışına tanıklık etmemize neden oluyor. Yani odak, Arkadaş’ın başkaldırısını dışavurmak, queer arzu ve deneyimini görünür kılmaktan ziyade, Arkadaş’ın kabul görmesi için filme yerleştirilen, ama onu pek de kabul etmediğini izlediğimiz “konuşan kafalar” oluyor.

Filmin zaman içinde ne yazık ki silinmiş, özellikle lubunyaların sahiplendiği bir şairin zamanında yaşadığı dışlanmayı teşhir ederek insanlara hikâyesini anlatması çok anlamlı, önemli ve değerli. Emeğin hakkını teslim edelim, ama filmin “kolektif tarihin büyük anlatılarda değil, birbirine konuşan hislerde saklı olduğu” fikrinin gücünden pek yararlanamadığını da söyleyebiliriz.

Merhaba Canım’ın Arkadaş Z. Özger’e dair arşiv mahiyetinde bir belgesel çalışması olduğunu düşünürsek dünya çapında queer arşivcilik, hikâye anlatımı ve belgeselciliğin nasıl bir göz ve metod kullanılarak yapıldığına bakmak, nasıl örneklerin olduğunu incelemek, mesele ettiğim konuyu daha somutlaştırmamı sağlayabilir. Merhaba Canım ile janrları farklı olsa da, ‘91 yapımı The Hours and Times, John Lennon ile zamanında Beatles’ın menajerliğini yapmış yatırımcı Brian Epstein arasında “söylenti” mahiyetindeki çekimi konu alan bir kurmaca film ve bir imkânın, olasılığın peşinden gidiyor. ‘63’te birlikte çıktıkları tatilde neler olmuş olabileceği üzerine bir yorumdan, bakıştan ibaret filmin hikâyesi aslında. Hem anlatılardan yararlanarak hem de Arkadaş’ın şiirlerinde yansıttığı dünyanın peşinden giderek yine bir imkânı ve olasılığı ete kemiğe büründürüp seyircilere Arkadaş’ı anlatabilmek de mümkündü. Böylece Arkadaş’ın sesi, o anlatıların da ortak olduğu sessizliği kırmada daha geniş role sahip olan bir unsur olabilirdi. Ya da belgesel Tongues Untied (Çözülen Diller) siyah lubunyaların (gey, drag, trans)[xii] hem siyah olarak beyaz iktidarı altında nasıl şiddete maruz bırakıldıklarını deşifre ederken hem de lubunya oldukları için siyah komünite ve (beyaz) LGBTİ+ toplulukları içinde de ayrımcılık yaşadıklarını gözler önüne seriyor. Birden fazla siyah lubunyanın anlatısına şiir dizeleri, kurmaca ile arşiv görüntüleri ve polifonik söylemler eşlik ediyor. Belgesel yüzlerini görmediğimiz, kameranın sadece ağızlarına odaklandığı ve ağızlarından çıkanı işittiğimiz siyah din adamlarının siyah lubunyaları “makbul” görmediklerini dillendirdikleri sözleriyle, fobiklerin hakaretleriyle yüzlerini gördüğümüz öznelerin karşılaşmalarını ifşa ediyor. Bu ifşadan sonra da sessiz kalmaya zorlanma haline öznelerin üzerinden ve dilinden vurgu yaparken öfke duygusunu ekrana taşıyor belgesel. Yani bir hesaplaşma ânını izliyoruz aslında. Film Eddie Murphy’nin eşcinsellerle dalga geçtiği stand-up gösterisinden bölümlere ve bir grup siyah dansçının eşcinsellerle alay ederken görüldüğü Spike Lee’nin School Daze filminden sahnelere yer verirken bu sınırlandırıcı, baskılayıcı sistem içinde öznelerin hayatta kalma mücadelelerine, başvurdukları çıkış yollarına tanıklık etmemizi sağlıyor. Odak böylelikle teşhirin kullanımıyla öznelerin mücadelesi oluyor. Özneler kendileri olarak eve (siyah topluluğuna) gidemediklerini söylerken kimsenin, bir kişinin kendisi dışında adını, sevgisini, hayatını, insanlığını kurtaramayacağının farkında: “Seni senden başka kurtaracak kimse yok” [xiii]diyorlar. Ve filmin sonunda eşcinsel düşmanı pankartlarıyla sokağı doldurmuş insanların karşısına “siyah erkeklerin siyah erkekleri sevmesi devrimci bir eylemdir” yazılı banner’la, utanca karşı onurlarıyla çıkan siyahların ekrandan bize taşan güçleri yer alıyor.

Arkadaş’ın hem çevresi hem toplum içinde karşılaştığı ağır toplumsal ve ahlâki cezaların ifşa edilmesinin yıllar sonra beyazperdede konu edilmesi çok anlamlı ve pek çok insanın merakla beklediği bir hadiseydi. Arkadaş’ın şu zamana kadar adını duymamış olanlar için Merhaba Canım etkileyici bir seyirlik vaat etmiş de olabilir, ama Arkadaş’ın daha güçlendirici bir temsille, normatif erkek olmayan bir gözden bizimle tanıştırılması bence bir ihtiyaçtı. Mesela ben Ulaş Tosun’un, Arkadaş’ın öldüğü ya da öldürüldüğü gün açık gri elbisesiyle kimliğini almadan sokağa çıkmış olmasının, aslında ablasının söylediği gibi televizyon izlemeye değil, çarka çıkmış[xiv] olabilme ihtimalini filmde de göstermesini dilerdim, sadece röportajda bahsetmesi yerine. Çünkü Arkadaş o gece gerçekten çarka çıkmış da olabilir ve anlatıcıların birbirinden farklı tahmin ve spekülasyonlarını merkeze almak yerine şu an pek çok trans seks işçisi kadının evlerinden edilmesi, 2013’te farklı toplumsal ve siyasal altyapılardan insanın katıldığı Gezi direnişinde, Gezi Parkı aslında bir çark mekânı da olduğundan, LGBTİ+’lerin özne olduğu gerçeğinden hareketle Arkadaş’ın hikâyesinde bu olasılık bu kadar üstü kapalı olmadan bizlerle paylaşılabilirdi.

Arkadaş’ın hikâyesinin ölümünden yaklaşık yarım asır sonra anlatılmaya değer görünmesi ve beyaz perdeye uyarlanmasında Türkiye’deki LGBTİ+ ve feminist hareketin bugüne kadarki etkisinin olmadığını iddia edemeyiz bence. Yapılan işin kıymetli bir çaba ve izlenmeye değer olduğunu son olarak tekrar ifade etmek isterim. Ama sinemada bir queer tarihi açığa çıkaracak hikâyeler anlatmanın gücü ana yollardan sapıp patikalar bulmaya ve yeni görsel üretimleri kullanmaya, hatta yeni görsel metodlar üretmeye dayanıyor.[xv] “Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası” isimli bir şiir kaleme almış, yaşamı “normal” ve baskın olanla anlaşmazlık içinde geçmiş bir şairin hikâyesini anlatmak, sansasyon yaratma potansiyelini içinde barındırmayı, baskın form ve söylemlerden ayrışan bir film dili yaratmayı, geleneksel sinema ve belgeselcilik anlayışını zorlamayı gerektiriyor.

Filmin künyesi

Yönetmen: Ulaş Tosun
Yardımcı Yönetmen: M. Kaan Karataş
Şiir Seslendirme: Ahmed Saka
Anlatıcılar: Ahmet İnam, Akın Evren, Ali Özpalanlar, Cavit Kürnek, Deniz Ziya Temeltaş, Ertuğrul Kürkçü, Eşber Yağmurdereli, Halit Özboyacı, Hüseyin Peker, İsmet Tokgöz, Necla Zarakol, Mehmet Savaş Dizdar, Ramiz Bilgin, Raşit Önal, Sina Akyol, Suat Çelebi, Şükran Tekin, Tuğrul Eryılmaz


[i] “Merhaba Canım” ekibi, Documentarist filmi göstermek için kendilerine ulaşmışken sonrasında programlarına almadığını beyan ederek festivali protesto etmiş ve süreci ifşa eden bir metin paylaşmıştı; festival bitiminde Documentarist konuya dair bir açıklama yayınladı.

[ii] 2018 yapımı Ulaş Tosun imzalı kısa metraj belgesel Afganistanbul’u da MUBI’den izleyebilirsiniz.

[iii] Queer, önceden küfür olarak kullanılan bir kelimeyken, küfrün yöneltildiği varoluş ve bedenlerin bu kelimeyi sahiplenmesiyle toplumsal bir harekete dönüştü. Türkçede karşılığını şu an lubunya olarak bulduğunu söyleyebiliriz.

[iv] Sibel Yardımcı, Özlem Güçlü, “Giriş: Queer Tahayyül”, Queer Tahayyül, Sel Yayıncılık, s. 17

[v] Onur Özdil (2020). “Queer Estetik Bağlamında Arkadaş Z. Özger Şiirinin İncelenmesi”, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, 12/24, 159-200.

[vi] Ruby B. Rich, “Yeni Queer Sinema”, KaosQueer+, sayı 7, s. 14.

[vii] “Neşe ve hüzünle, bir kez daha Merhaba Canım”, kaosgl.org, 2 Eylül 2021.

[viii] Nejat Ulusay, “Yeni queer sinema: Öncesi ve sonrası,” Fe Dergi 3, no. 1 (2011), 1-15.

[ix] Yıldız Tar, “Bedende Tecessüm Eden Hafıza ve Arşiv”, Kaos GL dergisi, 2019, s. 24-27

[x] Göze Orhon, “Birlikte Hatırlamak: Topluluk Belleği Üzerine Düşünceler”, Kaos GL dergisi, 2019, s.32-34

[xi] Karl Shoonover – Rosalind Galt, Queer Cinema in the World, Duke University Press, Aralık 2016.

[xii] Filmde biseksüel temsili gösterilmediği için parantez içine eklemedim.

[xiii] “yalnızlığımı hüznümle yoğuran gece
öyle basitsin ki sen bütün şiirlerin içinde
biliyorum. biliyorum bunu da biliyorum.
gökteki yıldızlar kadar dizeler yazılsa da
kendime kendimden başka kendim yok
ne utancımı kuşanan bir sevgi
ne çirkinliğimi öpen bir kız
yalnızlığımdan yalnızlığım yalnız…”
(Arkadaş Z. Özger, Hüzün Mevsimi)

[xiv] Lubuncada, para karşılığı ya da değil, seks yapacak partner aramak anlamına gelir.

[xv] T. Onur Çimen, “Queer Tarihin Belirsiz Kaynakçaları”, Kaos GL dergisi, 2019, s. 35-39.

^