ŞULE GÜRBÜZ’LE A’DAN Z’YE –III

Söyleşi: Yücel Göktürk, Tülin Er, Serkan Seymen
16 Temmuz 2022
Arthur Dove
SATIRBAŞLARI

1. bölüm: Peter Gabriel’in feryadı, Nahid Sırrı’nın neyi
2. bölüm: Karıncanın elini sıkmak
4. bölüm: İnsan kendi kendinin hayal kırıklığıdır

MAKAM

Geçen sayıda Zamanın Farkında’dan yola çıkarak “Klasik Türk Müziği”ni genel hatlarıyla konuşmuştuk. Bu sayıda Coşkuyla Ölmek kitabınızdan yola çıkarak makamlardan konuşalım biraz. Sevdiğiniz makamlar hangileri?

Şule Gürbüz: Türk müziği sadece şarkı formunda bestelenmiş eserlerden oluşsaydı, vaktiyle beni ona çekmiş olan ilgiyi duymazdım. Rahmi Bey’den, Rıfat Bey’den, Hacı Arif Bey’den, hele o pek zarif ve latif Şevki Bey’den Lem’i Atlı’ya uzanan şarkı geleneği ve güzel eserler elbet çok ve bazıları gerçekten derin ise de, benim aradığım içinde kaybolacağım kadar geniş, katmanlı ve acelesiz bir şeydi. Türk müziğinde içine yerleşilir ve izini kaybettirir bulduğum için başımı gömdüğüm şey, o sonsuz salınımlı, geniş ve esrikli hal. Kendi halini dayatmadan içine alan, yavaş yavaş büyüten, büyümeni izleyen, ama müdahil olmayan, kendisine gösterilen anlayışsız ve sathi bakışa dayanacak emniyeti ve sükûnu içine hapsetmiş, sana aslında aldırmayan bir müzik oluşu, beni bana bırakışı tab’ıma çok uygundu.

17. asır sonunun ve 18. asrın kendi içinde eklemli, barok bir yapısı olan ve o kemikli yapısıyla insanı bir hamakta uzun uzadıya sallayan, kendi içinde kıvrımlı eserleri, çemberlerini, zencirlerini, büyük usûllü eserlerini, bileşik makamlarını, o devrin bestekârlarını seviyorum. 19. asır ortalarından itibaren adları Bey olan redingotluları değil de, bir adımını martta öbürünü avrilde atan, Şam hırkalı, koca sakallı ağaları seviyorum. Dünyanın geri kalanına aldırılmadığı ve içlerine onlardan bir şeyin karışmadığı, böylece kendi içine uzun, acelesiz ve derin bakmaktan öncekilerin görmediği, sonrakilerin göremeyeceği, dünyanın bilmediği bir şeyleri bulup çıkarabilen ve aynı ağırlıkla ortaya koyabilen devri ve adamları seviyorum. “Onlardan çok şey öğrendim” demek benim için doğrudur, ama bunun başkasına ifadesi o kadar doğru olmayabilir, bu sebeple “çok şey sezdim” diyeyim. Onların zamanın geçişi, hızı ile dertlerinin olmadığı uzun, uzun tekrarlı, yeknesak gibi görünen, ama aslında insana sonsuzluk alâmeti gibi gelen tekrar tekrar dönüşlü kaybolma ve baş dönmesi hissi veren eserlerini seviyorum, onlar için girdim buralara. Klasik takımları ve büyük usûllü eserleri, daha kadim makamları seviyorum. Tamburi İzhak’ı, Kömürcüzade’yi, Solakzade’yi, Enfi Hasan Ağa’yı, Küçük Mehmet Ağa’yı, Tab’i Musta’fendi’yi, Zaharya’yı, Sütçüzade’yi, Kassamzade’yi, Vardakosta Ahmet Ağa’yı seviyorum.

Bazı eski romanlarda, Hüseyin Rahmi’de falan, cerrar kadınlara “Suzinak’tan bağırdı” deyiverirler. Böyle çıngıraklı, kalkaleli, yetiştiğine dalan, yetişemediğinin arkasından pabucunu fırlatan bir sesse…

Bir de Türk Müziği’nin tam künhüne varmak için ayinlerin önemli olduklarını düşünüyorum. Ruhun çok aksettiği sanatlarda, sanat onu meydana getiren eser sahibinden bütün alımını alır gibi geliyor bana. Bu sebeple de eser tekliğini ve yapanı aksettirişini daha derinden duyurur. İçe kapalı olmak ve dış etkilere tabii halle mesafeli durmak, yapılan işe bir başkalık ve kendine özgülük veriyor. Mesela 19. asırda içeri giren Batı etkisi, çok başka türlü müziklerin de dinlenmesi, Dede’nin bile sathi eserler vermesine sebep olmuş. Yarıp da kendi içine bakmış ve oradan çıkanı bambaşka bir duyuş ve sezişle ortaya koymuş hermetik yapılı eserler tabii ki daha gerçek. Kendi gerçeğini keşfetmek, kendi kitabını okumak gibi, o kadar sahici. Ama bin çeşit başka saz duyup kendi elindekinden tereddüde düşülen an, onca zamandır, içine başka zamanlar da girmiş bir zamanı o makamlarla geçirdikten sonra idraksizin, zevzeğin, her devrin yaramaz adamı, devrine aşık süflinin çekiştirmeye başlamasıyla Tamburi Cemil bile, büyüleyici Kemençeci Vasil bile Batı müziği dinlediklerinde kendi sazlarından çıkan sedanın gerçekten de ne olduğu, yoksa öbürünün yanında duran çobanın dağlardaki ıslığı mı olduğundan bir sallantıya düşmeleri muhakkak ki olmuştur, olmuş da. Bazen kendinden öte bir şeyin olmadığını bilip dünyayı karartmak lâzım…

19. asrın sonu, Türk müziğinin de poplaşması ve sonuna gelmesidir. 18. yüzyıl sonunda çok önemli eserler var. Vakit geniş, icra geniş… 19. asrın ikinci yarısında taş plak çıkıyor; taş plağın belli bir süresi var. Münir Nurettin’in o hızlı hızlı okumaları tarz değil, plağı doldurabilme telaşı. O yüzden de “taş plak okuma tarzı” diye bir şey çıkmış. Nakaratları okumamak ya da “güfte nasıl olsa tekrar ediyor” diye bütününü okumamak gibi bir tavır var. Halbuki, onun öncesinde zamanın ağır akması, insanların acelesinin olmaması, bir tambur taksimini uzun uzadıya, akideli bir şekilde yapabilmeleri, bestenin ağırlığı, güftenin ağırlığı, içe kapanıklığı, mistisizmi, ruha değişi, alçakgönüllülüğü… Sonrası için bunlardan pek bahsedilemez. Şunu demek istiyorum, dünyada her zaman bir şeyler vardır, başka bir ruh bir yerlerde kıpırdanıyor, birtakım oluşlar meydana geliyordur. Bunlar kimse fark etmeden olur. Kendi yapacağını o halle yapan ile olur, herkes ya da başkaları ne halde acaba dediğin an, yapacağını, hatta yapman gerekeni yapamazsın. Bu ötekini kıymetsiz bulma değil, sana fısıldanmış sırrı kaybetmeme hususunda çok sakınımlı olma ve gizlenmedir. Gizlen ki, ortaya çıksın, sakla ki kaybolmasın. Her iş böyle… Başka seslere kulak kabartıp “acaba bizimki?” dendiği an müziğimiz bitti. Sır bitti, rüya bitti, sis perdesi kalktı, hayalât ve büyü kalktı, sesler duyulmaz oldu, o akışkan duygular yapıştığı yerden kalkmaz oldu, gün acı acı ağardı. Şimdi ne yaparsan yap, ne yapabilirsin ki? Hiç, kalk yalan söyle, uydur, kimi bulursan inandır. Ben inanmıyorum.

Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu

18., 19. yüzyılda bestelenip icra edilen eserler, o zamanki hallerini bugün ne kadar koruyor? Notasyonu olmayan, kulaktan kulağa aktarılan bir müzik neticede.

Türk müziği bütün oluş ve gelişim süreci boyunca meşk yöntemiyle öğretilmiş, yapılmış. Bu söyleyişte de böyle, sazın icrasında da böyle. Bana göre, hiçbir kadim bestekâr bugün çalınanı, söyleneni duysa kendi eseri olduğunu anlamayacaktır. Hampartsum notasyonu da iptidai bir yazım şekli; birebir notaya aktarmaya kalktığınızda olanı tümden vermiyor tabii ki. Gerçi Refik Fersan gibi, zarif ve işin aslından gelen kimseler hampartsumdan şimdiki notaya çok eser çevirmişler, ama belki onlar da olabileceğin fazlasına elbet güç yetiremezler. Bugün şiirin çevrilemezliği hakkında herkes hemfikir; müzik bir şey olarak yaratılmış ve onun içinde ve ancak onunla olmaya tâbi olmuşsa, bu başka bir şeye nasıl devrilsin? Başka bir şeye dönüşerek olmuştur, ya da ne olsun, olmadan, olamayacağından emin, artık kendini salmıştır. Bugün Klasik Türk Müziği dinlemek isteyen bulabildiği en eski kayıtları bulup dinlemek zorunda, başka kaçarı yok. Bu düşünce biraz sert ve bu işle uğraşmak isteyen, buna gönlü kaymış kimseleri incitecek olsa da, bazı bitmiş ve artık onu tekrardan imal etmenin imkanının kalmadığı şeyleri bilip tefrik etmek zorundayız.

Cumhuriyetin geç nesli ne ağlamayı ne gülmeyi bilir, ne özlemeyi ne inşayı bilir. Her yeni gördüğüne Allah’ın ipine yapışır gibi yapıştı, önceki nesillerden bize devredilmesi gereken her şeyi güncelin en süflisi ile toka edip bıraktı.

Bugün Yahya Kemal gibi şiir yazan kimseler de var ve bunlar görünüp görünecek en acınacak kimselerdir, daha ölümü, öleni, biteni bilmiyor, çocuk gibi “Ver de ver” diyor. Bugün Orhan Veli gibi, Metin Eloğlu gibi şiir yazan çok kimse var, bunlara bir şey demeye bile kimse dönüp takât edemiyor. Turgut Uyar gibi, Edip Cansever gibi şiir yazabilen kimseler de var, ama hiçbiri öykünmekle büyük şair olamaz, büyük şairliği onlar yaptı, oluşturdu ve gitti. Ondan aldığınla sen de bir devam olmazsın. O dekor, o dert, o seslendiriş, o ıssızlık bitti. Şimdi bir şey olmak isteyen, şimdinin sırrını kendi başına keşfedecek, bunun yalnızlığına, takipsizliğine de talip olacak. Ben lisedeyken aynagöz bir arkadaşımız edebiyat dersinde birkaç zamandır okuduğu Can Yücel şiirlerinin etkisi ile altı-yedi şiir yazmış, hem bu gençlikte, hem kız haliyle, sakalsız bıyıksız, rakısız rokasız bu işleri çarçabuk hallediverdiğine şaşkın ve mecnun hocamıza uzatınca, kadıncağız “Kızım bunları Can Bey’e de yollayalım, bunlar da onun, ama bilmem beğenir mi, gayrimeşru bulup nüfuzuna almaz mı?” demişti. Çok gülmüştük. Dinleyen aramayı, bulmayı, bulduğunu kaldırıp ayırmayı, bilense canını kurtarır. Ama icracı için, hele bu işler tek başına da yapılacak işler değil, ne o sesler, ne o sazlardan çıkan seda, ne o ruh ve eda, ne kesif, yoğun bir keder… Nasıl olsun, Perizad Çelebi nerede, geceleri maişet derdine gizlice bozacılık yapan ve Uşşak makamından seslenen o çok büyük bestekâr Ali Rıza Şengel’in sanatı nerede? Bu artık karışık, boz bulanık inanılmaz, güvenilmez bir ahir zaman mayii.

Coşkuyla Ölmekteki “Akılsız Adam” öyküsünde sırasıyla Hicaz, Yegâh, Rast, Uşşak makamları geçiyor. Hicaz’dan başlayalım. Nasıl bir makamdır?

Çok eski bir makamdır, çok da kullanılır, belki de en çok o kullanılır. Do diyeze benzer, Dügâh’ta karar verir, Yegâh re’yi karşılar, Rast’ta karar verir. Rast çıkıcıdır, sol sesi verir, neşelicedir, Uşşak çok renkli, güzel makamdır, çıkıcıdır. Ferahfeza nasıl bir makamdır?
Güzeldir, çeşnisi boldur, mürekkep bir makam. Yegâhta karar verir. Vadakosta Ahmet Ağa’nın bulduklarından, ama Dede’de kemal mertebesine, özellikle ayini ile varmıştır.

Huzurda bahsi çok geçiyor, Tanpınar’ın çok sevdiği belli.

Evet, sevdiği, sevilebilecek yani üzerinde durulup konuşulabilecek olduğu için o makamı seçmiş. İnsan kendini meşgul edene, düşündürüp kederlendirene müpteladır. Tanpınar resim, mimari, musiki, tabiat hakkında bilgisinin dışında ya da üstüne diyelim, bir duygu adamı olarak düşünüp, eserin onda meydana getirdiği ruh katmanlarını dile dökebilen bir adamdı. Şimdi bazı araştırmacılar Tanpınar’ın eserlerini “Ama oradaki cami öyle değil, o ağaç erguvan değil, Saba makamı Çargah’ta karar vermez, Bursa ya da Maraş öyle değil böyleydi” diye didikliyorlar. Çok şaşılacak bir şey. Ben Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü okurken bir kere mekanisyen gözü ile bakıp da “adama bak neyi neyle tamir ediyor, o ne demek, ona o mu denir” diye düşünmedim; bu zaten akla gelmez. Gerçi bir şey bilip başkalarını onunla imtihan etme marazası bizde ata sporudur. Yazarın kendi ruh heyulası ve hayâlatı içinde resmettiği şeylerde, asıl duygularını aktarmak için seçtiği temalarda teknisyen ifadesi aramak hem çok acı, hem sopalık bir şeydir. Tanpınar Huzur’da da Ferahfeza makamını anlatmak istediği tasvirlere bir fon olarak kullanıyor. Ama bu bir yemek tarifi değildir, yenmez. (gülüyor)

Ahmet Hamdi Tanpınar

Huzurda Debussy bahsi de Ferahfeza kadar geçiyor. Aralarında bir ilişki kurulabilir mi?

Kurmak isteyen kurar. Kurulabilir… Her ciddi sanatkâr kendi anladığını ve başkasından evvel, daha derin ve fazla duyduğunu dünyaya sesle, sözle aktarabilen biridir neticede. Bunun bir benzerinin, bir akranının, bir komşusunun, bir yakınının bulunması mümkündür. Tanpınar Tab’i Mustafa Efendi’den bahsediyor aynı eserde, müthiş bir bestekârdır. Tab’i Mustafa’yı, onun örgüsünü anlamış birisi, onu önüne yaymış demektir. Edebiyatta dil düşünülenden, sathi bir şekilde üstünden geçilenden çok daha önemli. Dilin genişlemesi düşüncenin de genişlemesi anlamına geliyor. Ama felsefede dilin düşünmeyi engellediğinden de söz edilir, bu durumda müzik anlam aralamada daha öne geçer. Bu durumda bir derinlik bir başka derinlikle yan yana konulduğunda yakınlıklar, akrabalıklar tespit edilebilir.

Hüzzam nasıl bir makamdır? Sever misiniz?

Severim tabii. Bütün makamların insanın kendisine yakın bulduğu duyguları olur; onu yakalar ya da biraz teğet geçebilir. Ama nasıl icra edildiğine, nasıl açıldığına, neyle anlamlandırıldığına, neyle komşu edildiğine göre değişir. Kimin elinde ne şekil aldığına bağlı o da, hemen her şey gibi.

Müzikle ruhsal tedavi hakkında ne düşünüyorsunuz? Segâh’ın örneğin, yatıştırıcı olduğu söylenir.

Hep böyle şeyler söylenir, ciddiye almak zorunda mıyız, bilemiyorum. Ciddiye almaktan kastım, insan inici bir makamdan, kas gevşetici, dinlendirici huzur verici bir makamdan bir şey dinleyip de denilen duygulara sahip oluyorsa, bence zaten bir şeyi yok demektir. Kalkıp gidebilir.

Şehnaz, Suzinak gibi makamların sinirleri gerdiği söylenir. Hakikaten öyle midir, çıkıcı makamlar sinirlendirir mi?

Sinirliyi her şey sinirlendirir. Bazı eski romanlarda, Hüseyin Rahmi’de falan, cerrar kadınlara “Suzinak’tan bağırdı” deyiverirler. Böyle çıngıraklı, kalkaleli, yetiştiğine dalan, yetişemediğinin arkasından pabucunu fırlatan bir sesse, “Suzinak’tan bağırdı” der eskiler. Makamın seyrine bakarak “bu şöyle, şu böyle, bu daha sakin, şu daha heyheyli, bu teyteyli, şu mıymıntı, bu ölgün, şu uyku getirir” denebilir, deniyor da. Ama ben bu bahislere biraz mesafeliyim.

Makamlarla günün dilimleri de ilişkilendiriliyor. Mesela, Uşşak için “fecirden kuşluk vaktine kadar iyi gelir” deniyor. Gece yarısı ve seher vakti için de Rast öneriliyor.

Kimin gece yarısı? Hangi derdin seher vakti? Tek parça kalbe hiçbir şey nüfuz etmez. Kalp yekpareliğini, o müstehzi, kaba halini kaybettiğinde, yani halden, oluştan haberdar olmaya başladığında her şey ona tesirli gelmeye başlar. Bu makam işi değil, adam olma, incelme, kopma işi. Sen ol da makam arkadan gelir. Şifa arayana Nim Sofyan’dan Darbeyn’e, her şey iyi gelir diyelim de olsun bitsin. (gülüyor)

Sizin günün belli zamanlarında tercih ettiğiniz bir makam var mı?

Yok. Genelde çok erken kalkarım, beş buçuk-altıda. Sevdiğim saatler onlar, uzundurlar da… Mesela, eski güneş saatlerinde, saat dilimleri aynı değildir. Zaten “her saatin arası 60 dakikadır” denmesi, hesaba, düzene oturtma işidir, hakikatin işi değil. Yoksa, sabah altıyla yedi arası normalde 60 dakika değil, diyelim 70 dakikadır. Mesela, insan beş buçukta kalktığında, gözleri hafiften kamaşarak, biraz günün buğusuna elini sürerek, sanki beş saatlik bir zaman dilimi yaşar. Eşsiz bir zamandır, sessiz, uzun ve kendi içinde katlanarak artan bir zaman, ince ve uzun, ama ağırlıksız bir zaman. Zihin açıktır, bir çalışma saati olabilir. Dakikalar dakikaların içinde yürür, saatler geçti zannedersiniz, bakarsınız 6.45, uzun bir şeyler önünden yuvarlanır, başından akar, insan içine karışma vaktiniz geldiğinde yeni kalkmış ve bu kalkışından bile müşteki olanla aranızda 200 sene mesafe açılır. Duygudan, zevkten, kederden ve buğudan oluşma bir mesafe. Bu başkalarına karşı da korur, kimse o uzaklığı, mesafeyi göze alamaz.

Arthur Dove

Günün hayhuyunun henüz başlamadığı vakitlerde neler dinlemeyi tercih ediyorsunuz?

Saz eserlerine, taksimlere daha düşkünüm galiba.

Niye saz eserleri?

Müzikle insanın arasına giren bir söz meselesi var, müzikle arama bir perde geriyor. Kendi olarak gelenden çok geleni tanımaya, tanımlamaya, onu güne ve duygularıma yaklaştırmaya daha meyyalim. Yoksa ona tâbi olmak gerekir, o da bazen olur, güzel de olabilir, ama o zaman kendinle kalamazsın, onunla kalman gerekir, bu bana bazen zor gelir. Bir de tabii Türk müziğinde güfte çok önemsenmemiş; belli bir iskelete giydirilen bir şey. Çok hüzünlü melodide çok hareketli, şen şakrak sözler oluyor. Bazen çok hüzünlü sözlerde bakıyorsunuz ki, melodide bir coşku bir coşku. Dolayısıyla, saz eseri, taksim dinlemeyi, onunla kendi kendime kalmayı daha tercih ederim. Söz insanı hep bir geri bırakıyor, müzikle aranıza bir mesafe koyuyor. O nedenle, sabah 11’e kadarki sakin zamanda saz eseri dinlerim.

Gece birle üç arası, eskilerin hacet vakti dedikleri, bizim meditasyon vakti diyebileceğimiz bir zaman var. Bizim gibi o saatlerde ayakta olanlara hangi makamları önerirsiniz?

O vakit düşünme, idrak ve kendini tartma zamanıdır. Tartıda eksik ve kusurlu bulma, ezilme ve üzülme zamanıdır. Geceye ve karanlığa sığınma zamanıdır.

Makamlarla burçlar arasında kurulan ilişkiye ne diyorsunuz? Örneğin, Hüseyni makamının kova burcuyla örtüştüğü söyleniyor. Siz de kovasınız, Hüseyni’yle aranız nasıl?

Hiç burcum olmasın isterdim, “bende yok çok şükür” demek isterdim. Burç diye 12 illet var, illa birine dahilsin.

Hüseyni nasıl bir makam?

Pastoral bir makamdır, biraz kır, köy havası estirir. Zarif ve güçlü bir bestekârın elinden çıkmazsa türkü formuna yakın bir makamdır. Eski Hüseyniler, Zaharya’nın, İlya Efendi’ninkiler falan güzeldir. Ama 19. yüzyıl sonu, yüzyıl başı Hüseyni şarkıları dinlerken o beşli mi aralığı koyun gibi meler, yetmez melemesi, k çıngırağını da çalar, bayırlardan yuvarlanarak iner, şen ve samimi, ama biraz kabacadır. (gülüyor)

Balık burcu için de Uşşak deniyor…

Uşşak da sağı solu belli olmayan bir makamdır. Bunu size yakıştırdılarsa, itiraz edin. (gülüyor) Uşşak Hüseyni’den çok iyi, ama balık kovadan iyi mi, bilmem. Uşşak çok revişli makam, kendi içinde kıvrımlı.

“El veled-i sırrı ebih” diye bir söz vardır, “evlat babanın sırrıdır” mânâsında. Bana da bu ifade sırlı geliyor; sırların kaybolmaması, hem de soy nesep takip etmesi… Kendini tanıyan, kendinin görünenin kaçta kaçını kendinin yaptığını, “benim” dediğinin ve öyle bilinenin ne kadarının kimlere ait olduğunu bilir.

Makamlarla uğraşanların bir kısmı, aynı zamanda astrolojiyle ilgileniyor. Bir kısmı ise günün vakitleriyle makamsal ruh hallerini ilişkilendirerek bir müzikal halet-i ruhiye veya müzikal şifa teorisi yapıyor. Üstelik, bu asri zamanlara özgü bir şey değil, tarihsel kökleri var. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Eski Mısır’da ve pek çok kadim medeniyette burçlar, falcılık, kâhinlik şimdiki ile mukayese edilmeyecek kuvvette ve rağbette bir ilim seviyesinde. İslam’da kâhinlik gaybı bilmeye yönelik bir gayret olduğu için şirkten sayılıyor ve “haram” deniyor bunlarla ilgilenmeye. Semadan söz işitip kaçmış şeytanın bulup buluşturduklarını, yarım yamalak duyduklarını döke saça yayması olarak görülüyor, buna rağbet eden, peşine düşen de küfre sapmış oluyor. Ama elbet din işi ve dünya işi sadece laisizmde değil, her şeyde bir yol bulunup ayrılabildiği, yani din dünyayı çepçevre yaşamaya hep bir mani teşkil ettiği, bu da açıktan söylenemeyip öte taraf da akla gelip üç günün kârı için ahreti ateşe atmayalım deyince, ama maalesef ahretin de kendinden bahsedince, ateş göstermeden mecali hiç düşmeyince, fazla korku ve tedirginlik kurcalamayı beraberine taşıyor. Kurcalama her türlüdür, âlim olacağım diye sapkın olmak da, tam bir abid, zahid olacağım diye asıl yoldan çıkmak da, fazlasını anlayıp diğerlerini geride bırakacağım derken bildiğini unutmak da, geleceği az buçuk öğreneyim de ayağımı tek atayım derken adım atmayı unutmak da, hepsi insanların yorulup bıkmadıklarından, çünkü henüz neticesini tam görmediklerinden, cehennemin henüz uzaktaki bir alev oluşundan. Batı’da da örnekleri çok, saat bilgisi, yani hangi saat uğurludur, hangi saatte ne yapılır, dikiş bile ne vakit dikilir, hangi müzik ne vakit dinlenir, harp ne vakit edilir…

1300’lerden itibaren burçlar, uğurlu saatler, kutsal vakitler, dua saatleri ve saatlerin müziği iç içe, yan yanadır. Bizde de başta Muhittin Arabi’nin Saatler Kitabı olmak üzere, pek çok uğurlu saat ve “hangi saat ne içindir” risalesi var. Zamanı ve saatleri tanzim etmek ve ruhu bunlara uydurmak, “doğrusu budur” demek, bir insanın bile kendini içinde her gün bulabileceği ve yadırgamadan yerleşeceği bir şey değil. Ruh değişken, akışkan; büyüyor, gidiyor, geliyor, görüyor, başkalaşıyor, memnuniyeti ve derdi artıp azalıyor, bir sabitliğin ve dilimlenmiş hallerin içine girmesine imkân yok. Ama bu, isteği anlaşılmaz yapmıyor tabii. Dolmabahçe Sarayı’nın dahi cumhuriyete kadar görev yapmış, hatta 1950’lere kadar, vefatına kadar yani, maaşını almış olan bir müneccimbaşısı var. Müneccimbaşılık lağvedilmiş, ama son müneccimbaşı Hilmi Efendi vefatına dek emekli maaşı almış. Resmini de görmüşlüğüm var. Heidegger’in Kara Ormanlarda yürürken bir resmi vardır ya, sırtında bir koyu renk palto, elinde bir baston, aynı o. Bir ağır, bir vakarlı… Dolayısıyla, görüyoruz ki cumhuriyete kadar müneccimbaşılık fikri sorulan, “uygun mudur değil midir, vakti saati müsait midir?” diye sorulan bir merci imiş.

NOSTALJİ

Biraz da nostalji makamından konuşalım… Zamanın Farkındada, özellikle “Mutfak” adlı öyküde, nostaljiye kapılmanın tehlikesinden bahsediliyor. İnsan yaş aldıkça nostalji kaçınılması güçleşen bir hal oluyor. Sizce de öyle mi?

İnsan yeni gelen zamanın artık geçmişe devredilemeyeceğini, yaşandığı yerde kalacağını, inşaya yaramayacağını anladığı vakit dönüp kullanabileceği bir şey aramaya başlıyor. O da elbet geçmişten başkası olamıyor. Eskiyi tümden değil, sebepleri ile değil, gerçek bir idrakle hiç değil, ama kendince şöyle bir bilmek dönüp dönüp arkaya bakmaya, arkayı da artık anladığı, tanıdığı ve hikâye edebildiği, bir sulh de oluşturabildiği güvenli bir kıt’a olarak içine yerleşilebilir ve oradan konuşulabilir bulmaya başlıyor. Geçmiş, şimdinin özürü, olanın olmayanın sebebi olarak, üstelik beyan edenin beyanına tâbi olarak kabul edilecek bir zırha da dönüşüyor. Bu bana sanatkârane geliyor, ama mütefekkirâne gelmiyor. Yaşamak ve konuşmak, hikâye edilene itibar etmek, zaten başta kendinin, arkadan herkesin eklemeli, çıkarmalı, uydurmalı, seyrelmeli anlatışına kabul göstermeyi gerektiriyor.

“Coşkuyla Ölmek” tabirini “Akılsız Adam”ın kahramanı kendi duygularından sezdirirken dile getirdi. O genç ve diri bir ölümü genç ve diri iken arzulamış, ama bu kendiliğinden olmamıştı. Ölmeyi isteyebilmek, bunun çok bariz sebepleri yokken aslında bir diriliktir.

Genelde, kendi anlattığına kendi inanan, başkasınınkini de makûl bulmaya daha meyyaldir. Kendindekinin halini gören, etrafa daha temkinli, daha silkeleyerek yaklaşır. Hayata dayanmak güçleştiği anda, süresiz ve başsız sonsuz bir kaos değil de “bir vakit böyle değilken şimdi böyle oldu” demek az da olsa yatıştırıcı bir şey. Yalanın, abartının, hikâyenin olduğu her şey zaten yatıştırıcıdır. İnsanlar neden Allah’tan korkuyor? Ölmekten korkuyor. Aslında, bu sadece gerçek korkusudur. Nostalji, bana göre, başka hayatları gördükten, az çok işten anlar olduktan sonra, kendinde olmayanları özleme ve bir vakit onları olmuş varsayma marazasıdır. Yeryüzü pazarında neyin ne ettiği, neyin kaça gittiği, kimlerce revaçta olduğu iyiden iyiye öğrenilince insanların geçmişi, bu makbul sayılana yaklaşmak için sağından solundan kesile kırpıla, eklene kaynatıla, çala çala bir havayı tutturacak hale gelir. Hakikatte olan, bilendeki serinkanlılık nostaljikte yoktur. Kabullenemeyiş nasıl anlayamamanın neticesi ise geçmişe özlem, dünyanın ve insanların hallerine sükûnetle bakıp da illetin sonsuzluğunu, her devirde başka şekil alan devamını göremeyip kendi haline, zamanına vahlananın pek sathi inancıdır. Kayıp, bilinen ve onunla iken hakkı verilen bir kayıp ise bu hal müstesna.

Şimdi şehrin eski dekorundan, artık rastlanmayan yüz ifadelerinden, evlerinden, limanlardan, eşya ve alışkanlıklarından, şiiri ve musikisinden, limonluk ve kamelyalarından, tenhalık ve mahzunluğundan, sükût ve edepten bugüne kalanlara bakıp da şimdinin çiğliğine yanmamak elde değil. Ama bakıyoruz ki, nostaljide de o devrin iyisini ezen ve onun hayat hakkını daraltan ile o ezilen güzellik aynı derecede, hatta kötüsü, daha çok özleniyor. Özlem de kesim kesim ve kesit kesit. Neyi özleyeceğini de bilmek için biraz da şuurlu olmak gerekiyor elbet. Soba ile uğraşmanın, kuzine derdinin, ahşap evde çekilen sıkıntıların, odunun, kömürün, temizliğin, ezanın cefanın yanından geçmeyenlerin, yine başka bir safanın ocağına düşürmek istedikleri arzularını ve dillerini kestane ile közde elma ile soba arkasında mayalanarak yatma ve sabah ekmeği sobada kızartıp tuzlu tereyağ sürme hali de bana çocukluğumda çalışmaktan mum halaya, kadideye dönmüş, soğuktan elleri çatlak, gerçekten didinerek yaşayan insanları hatırlatıyor… Ve şimdi dünyadan da, ahiretten de habersiz kimselerin o sobada, kuzineden akşamın yorgunluğunda küllerin arasında duran bin meşakkatle oraya getirilip konulmuş kirli yüzlü elmayı, armudu aşırıp kendi zamanlarının konforunda yemek istediklerini görüyorum. Yani ev kombili, koyun kıvırcık, dağlıç olsun, ev üç katlı ve ahşap, yoğurt manda sütünden, biz arsız olalım, ama komşularımız Hafız Aşir Efendi’yi dinleyen, iyi helva kavuran, edep dairesinden dışarı parmak savurmamış olsun, odunluk kuru, kömür maşallah parlak linyit, seccade su yeşili atlastan, tarak akikten, hamam tası gümüşten olsun… Bunun adı da artık nostalji olmasın.

Arthur Dove

Şöyle bir nostalji tarifi var: “Bugünden şikâyetçiysek, yarın da umut vaat etmiyorsa, o zaman nostalji başlar.” Nostaljinin Türkiye’de toplumsal bir fenomen haline gelmesini, üstelik kavram olarak da 1980’lerin sonlarına doğru Türkçeye girmesini –o tarihten önce “geçmişe özlem” denirdi, örneğin Simone Signoret’nin La nostalgie n’est plus ce qu’elle êtait adlı kitabı “Özlemin Eski Tadı Yok” diye çevrilmişti– bu tarif çerçevesinde düşünmek nasıl geliyor size?

Aslında, aklı başında kimse, kendi günlük kârını, kisvesini bir kenara ayırabilecek ve her şeyi kendi zaviyesinden görecek ve değerlendirecek ruh fukaralığında olmayan herkes yani, bugünden memnun değildir, “yarının umudu” derken bile eksilir ve bu sözü sarahatle ciddiye alamaz. Ama Batı, her vakit olduğu gibi öyle bir tarif yapmış ki, ya içinden çıkamazsın ya da “entelektüel” tarifinde olduğu gibi, ne yapsan içeri giremezsin. Nostalji tanımı çok geniş bir kümeyi kapsamış. Ama elbet ne kendinden, ne kendisi için yapılan tariflerden, duygulardan haberi olmayan, dünyanın dağlarından, denizlerinden büyük, geniş ve dayanıklı olan insan kütlesi dinleyip üzerine alınmadığı takdirde tarif yapanın ve onu üzerine alanın derdi olarak kalır…

Nostaljinin Türkçeye girişi hakkında söylediklerinize gelince… Kelime Türkçeye girmeden demek ki duygusu da yokmuş. Türkçeye girdi, ama girdiği yer geldiği yere pek benzemiyor. Türkiye’deki durum biraz tuhaf. ‘80 öncesinde, “Ah Halveti deveranı ile çifte vavlar çizerek dönmeyi özledim, Kasımpaşa’daki Rufai Dergâhı’nda altı perde kaldırdığımız zikirleri özledim, tirşe rengi ferace giyen hatunun eldiveni ile bileğinin arasındaki boşluğa bakıp da kaybolmayı özledim” diyecek adamlar zaten göçmüştü. Cumhuriyetin geç nesli, ayıptır söylemesi, ne ağlamayı ne gülmeyi bilir, ne özlemeyi ne inşayı bilir, az çok uskumru yedi, lüferi, midyeyi bitirdi, duvarları lambri kaplattı, her yeni gördüğüne Allah’ın ipine yapışır gibi yapıştı, önceki nesillerden bize devredilmesi aslında gereken her şeyi güncelin en süflisi ile toka edip bıraktı. Bu neslin evinde ne doğru düzgün bir eski devir eşyasına, alışkanlığa, yemeğe, müziğe, hatta oturup kalkmaya tesadüf edilemez. Şimdiki yirmi yaşındaki kızın ondan duyacağı hiçbir şey yoktur. Hatta Şimdiki gençler de ateş, ateş!” diyerek onların önünde kendisi el bağlar, halayık olur. 80’lerin sonuna doğru, Batı’da eskiye özlem var diye, yarı kaçak, yarı pahalı bir nostalji girdi memlekete. Bizim nostaljik de özleyecek şey bilip bulamadığından, genelde 50’lerin sonu ve 60’ların ortasına kadarki çoğunca frankofon özlemlerini kendine dahil etti. Tabii bu kaliteli olmayan bir yarılmadır. Halbuki, düşününce görülüyor ki, Yahya Kemal bile sırf bitmiş bir imparatorluğun ardından, çok derin ve mânâlı olmasa bile, temeli olan bir özleyişle baka baka bir sanatın son parçasını bugüne uzattı. Az yazmasının nedeni bence budur, o devirde o hülya ile daha fazla üretilmez.

Rembrandt’ın ünlü “The Return of the Prodigal Son / Sefih Oğulun Dönüşü” tablosuna esin veren Martin van Heemskerck’in 1642 tarihli tahta oyma eseri

OĞUL

Bir sohbetimizde “Evlat babanın sırrıdır denir. Yani, büyükte gizlenen küçükte ortaya çıkar. Çok güzel bir söz bu” demiştiniz. Yeni kitabınızdaki “Akılsız Adam” adlı öyküde babanın gözünden oğlunu, onun ardından gelen “Akılsız Adamın Oğlu Sadullah Efendi”de de oğulun gözünden babayı okuyoruz. Oğul Sadullah Efendi, baba Refik İyisoy’un “sırrı” mı? Refik İyisoy’da gizlenen Sadullah Efendi’de mi ortaya çıkıyor?

Evet, “El veled-i sırrı ebih diye bir söz vardır, “evlat babanın sırrıdır” mânâsında. Bana da bu ifade sırlı geliyor; sırların kaybolmaması, hem de soy nesep takip etmesi, kendi ile bittiğini zannedenin canlısını ekip gitmesi ile. Bazı insan başkalarına neyi ne kadar gösterip neyi saklayacağını bilme hususunda isabet ehlidir. Kendini tanıyan insan neyi, ne kadarı ile ve tamamı kendinin görünenin bile gerçekte kaçta kaçını kendinin yaptığını, “benim” dediğinin ve öyle bilinenin aslında ne kadarının kimlere ait olduğunu bilir. Demek istediğim, insan başka yaşayanların da elinden, gözünden, fikrinden, sedasından elinin erdiğini, gözünün gördüğünü çalıp çırparak, kendine mâlederek yaşar. Belki de bu tabiidir. Kaybolmamaları, bir geçmiş miras, bir ibretlik harabe gibi bir vücutta toplanmaları da gerekiyor olabilir. Ama insan, yani çalıp çırpıcıdan bahsediyorum, bunların hiç sözünü etmez, kudretten böyle doğmuş gibi yapar. Bu işe hep şaşarım. Hem de mânâlı bulurum. Düşünsenize, Hüseyin Rahmi evine gidip gelen bohçacı kadınların sözlerini, deyim ve türlü lakırdılarını kaydetmese ne olurdu? Keza Sermet Muhtar, keza sesini ve tavrını Bekir Sıtkı Sezgin’e geçirmiş olan Manisalı Hafız… Yani, bir insan, bir sanatkâr, kimselerin bilmediği, ama çoğunluğunu oluşturan başka pek çok kişinin eseri, aslen pek çok şey ortaya çıkması gerekeni meydana getirmek için elbirliği yapıyor, kendileri iz bırakmadan kayboluyor, ama o bırakılacak şeyler bir isimle anılarak kalıyor. Akıllı insan, yani kendini sezmede maharet sahibi insan, kendinden bir şey çıkamayacağını da bilir. Buna sebep çoluk çocuğa da burkularak bakar. Bu bir bilme ifadesidir aslında. Bu yüzden, sözü edilen sır baba için sır değildir aslında, ama sırrın ortaya dökülüşüdür.

“Akılsız Adam”da altını çizdiğimiz satırların bazıları şunlar: “Oğlum benim devamım mı, dünyanın devamı mı, şaşırdım.” “Ben zavallı baba, adımdan, sıfatımdan utanarak…” “Ne demişler, ‘kader ne der, peder ne der’…” “Benim yerine cenkleşsin, benim yenildiklerimi yensin, benim diyemediklerimi desin diye…”

Ana-babaların çocuklar üzerinde, kendilerinin de bir şey olmadığı meydana çıkmasın diye böyle delice uğraş verdiklerini düşünüyorum. Zaten prensip gereği dünyada iki iyi şey birbirini izlemez; baba sezgili ise çocuk ister istemez kaburgası kalının teki olacaktır. Çünkü insan verilenle değil, çaldıkları, çalmayı, kendine katmayı arzu ettikleri ve değerli buldukları ile yol alır. Verilen bu durumda ziyan edilendir, bilen yetiştirmeye çalışır, hayat yetiştirmeyi değil, kendiliğinden yetişen, ne düşünülürken ne olanlarla yol alır. Melankolik, marazi, ama sezgileri çok güçlü, tiksintileri –ki tiksinebilmek becerisi ülkemizde pek olmayan bir şeydir– kendi düşüncesi ile sersemleyip genişleyebilen, ucu açık ifadelere kavuşabilen, dünya ile uyumsuz, ama kendi ile gayet uyumlu bir adamın bir oğul sahibi olması, oğulun saydam ve verilenle, gördükleri, duydukları ile sersem ve hepsine yabancı, ifadede ve güvende taşlaşmış, psişik bir hal serdeden bir oğulla başbaşa kalacağını da fazla sürpriz olmadan müjdeliyordu. Sadece hayvanlar, kuşlar, börtü böcek değil, insan da evine yeni bir şey getirmek ister, evinde olamayan bir düşünce, bir ifade, bir sanat, bir maharet… Vasat evlerde bu kolaydır, sağlıklı ve gürbüz, kendinden emin, tıkız çocuklar rahat yetişir. Zor olan, bir şeylerin hem de bu keskinlikte olduğu bir evden sağ çıkmak; bu çok çok zordur.

Müteşekkir Müteveffalar’dan gelsin: “Blues for Allah”

ÖLÜM

2012 tarihli kitabınızın birçoğumuza ürpertici gelebilecek bir adı var: Coşkuyla Ölmek. Kitabın son öyküsü “Rüya İmiş” de şiddetli bir ölüm arzusuyla bitiyor. Bu durumda, ölümden konuşmaya elimiz mecbur.

Her şeyin neticesinin, işin sonuna bakmanın üzerinde durarak, kulağımız bunlarla kuruyarak geldik bugüne. Ama işin sonu deyince akla elbet ölüm gelirken ve bu son ve sona gelmedeki yaşamanın rolü üzerinde enikonu durmak gerekirken, ölüm bahsi hoşa gitmiyor. Bense büyüleyici buluyorum. Kendimi bildim bileli, her günümde, her şeye bakışımda, düşüncemde ondan hiç ayrılmadım, ayrılamadıkça bağlandım. Ölümün kat’iliği, kaçınılmazlığı, vakti saatinin bilinemezliği beni pek ilgilendirmiyor. Yaşamadaki her düşüncenin, her tartının, hafife alınmayan, ama var olan her şeyin, kayıp sanılan, ama aslen semada yüzenlerin, uçar denen, ama yine kim bilir nerede saklanmış sözlerin, karşılıksız şeylerin, almadan vermelerin, duyurmadan yapmaların, gizlice kendi kendine çok başka ve yüksek bir terazi ile dünyadan kendini belli etmeden ayırıp başka bir düzene göre yaşamanın nihayeti ölüm. Ve bu bana tüm yırtılacak hakikat perdesi ile umulmadığın, bilinmediğin en arkadan öne geçişi ile kaybolanların ortaya çıkışı ile tüm geçmişin hayaletinin dirilişi ile buna tanık olunuş ile o kadar fevkalade geliyor ki, bu dururken ve beklerken, buna dahil olunacakken, başka neye bayılınır, hiç bilemiyorum.

Ölüme bayılınca, hayat benim gözümde mistiklerin ve mutasavvıfların –belki ben yanlış yerinden tutuyorumdur, ama elimden kayıyordur– hissiyatı gibi değersizleşmiyor, aksine her zerre, her söz ve duyuş derinleşip vuzuh kazanıyor, anlamı ve varacağı yerle basitliğini üzerinden atıyor. Önümde uzanan sonsuz boşluğu hem görmemi, hem o süresiz başdönmesini, hem de boşluğu dolduran düşüncelerle sonuna getiremese de zihne akışkan, genişleyip yenilenen bir varlık alanı açmayı sağlıyor. Yoksa, boşluk elbet düşürür ve kaybeder, ama aslında o yoldur, yürünür, gidilir, görülür. Dünyevi oldubittiyi netice sayanla benim yolum çok şükür hiç kesişmedi, bitme diye bir duygu dünyadaki halime hiç yetişmedi. Ben bunu burada başlayan bir uzanış olarak görüyorum. Bu bir kırıklığı beraberinde taşısa da, hani insan birisine bir ceza kesecek olsa, işin aslından ve kendi hükmünden ve bunun doğru miktar olup olmadığından asla emin olamayacağından, ne yapsa yanlış olur. Sadece affederse bir boşluk ve tazelik ve hatta günahtan kurtuluş kazanır ya, ben de yaşarken hep böyle bir boşluğu önümde açarak yerimde saymaktan ya da geriye düşmekten sanki kurtuluyorum.

Kitaba bu adı vermeyi niye, nasıl tercih ettiniz?

“Coşkuyla Ölmek” tabirini “Akılsız Adam” hikâyesinin kahramanı kendi duygularından sezdirirken dile getirdi. “Beraber dile getirdik” diyeyim. O genç ve diri bir ölümü genç ve diri iken arzulamış, ama bu kendiliğinden olmamıştı. Ölmeyi isteyebilmek, bunun çok bariz sebepleri yokken aslında bir diriliktir. Ben ölmeyi toprağın artık çekmesi değil, toprağı kendine çekmek olarak anlıyorum. Borges’in bir hikâyesinde adamın biri önemli bir kalabalık karşısında bir yandan tedirginlik duyarken güçlü ve çok etkili bir konuşma yapar. Karşılığını da aynı kuvvetle alır, ama kürsüden inerken şimdi şu durum karşısında ne hissetmesi gerektiğini düşündüğünde “keşke şimdi ölsem diye aklından geçirir. İşte bu genç ve coşkuyla ölmektir. Her şey tamken, iyiyken, fazlasına hazırlanırken, vaat doluyken gitmek, gitmeyi istemek benim duygularıma da çok yakın. Daha açken sofradan kalkmak, severken tamam demek, tam yaşayabilecekken ölmek istemek. Bunlar aslında insanı her şeyden kurtarır, ölümden bile.

Yakın geçmişte, ölüm kolay kolay telaffuz edilmeyen bir sözcüktü. Örneğin, gazeteler “öldü”yü pek kullanmazdı, “vefat etti”, “kaybettik”, “hayata gözlerini yumdu” türünde ifadeler tercih edilirdi. Şimdilerde ise günlük konuşmalarda, haber başlıklarında hiç sakınmadan “öldüdeniyor. Bu durum “kaçınılmaz son”la ilişkimiz hakkında ne söylüyor?

Biraz dil bilmezlikten, düzlüğü ve ortadan konuşmayı samimiyet ve netlik sayan bir tuhaf telâkkiden, çok kısa ve duygusuz ifadelerin derinlik taşıdığına ve 1960’ların Camus artığı düşüncesinin gayetle havalı olduğuna duyulan sarsılmaz imandan, biraz da gerçekten duygusuz, biraz da insan fazlalığı ve geometrik artışın insan ölümü ile tavşan telefatını birbirine komşu etmesinden herhalde. “Hakka yürüdü, sırlandı, göçtü kervan oldu… denecek insan olmak da, bunu görüp hakkını verecek ve diliyle ikrar edecek adam bulmak da zor artık. Belki de insanlar artık gerçekten ölüyor, kim bilir? Bu kadar rabıtasız yaşayan ve buna cümle âlemi tanık tutan zaten nereye sırlansın, nereye yürüsün? Bunu açık etmeyecek genel bir terbiye de yoksa, ancak ölünür, arkadan da öldü denir, bunu diyen de ölür, ona da öldü diyen bulunur. Allah bizi bu seyirden, bu tâbi buluş ve bulunuştan korusun da hiç değilse yürüyelim.

Bir+Bir, sayı 20, Ocak 2013

1. bölüm: Peter Gabriel’in feryadı, Nahid Sırrı’nın neyi

2. bölüm: Karıncanın elini sıkmak

4. bölüm: İnsan kendi kendinin hayal kırıklığıdır

^