MARX, MARKSİZM VE KOOPERATİF HAREKETİ

Bruno Jossa
14 Mart 2023
Nalan Yırtmaç, "Marx", kolaj, 2017
SATIRBAŞLARI

I. GİRİŞ: İKİ AMAÇ

Marx, genelleşerek toplumsal yaşama dahil olmalarının yeni bir üretim tarzı ile sonuçlanacağını savunduğu kooperatiflerden yana olduğunu sayısız defa vurgulu bir şekilde beyan etmiştir. Yaşamının farklı noktalarında, kooperatiflerin kapitalist firmaların yerini bütünüyle alacağından emin bile görünmüştür. Lenin de kooperatif hareketini desteklemiş ve 1923 tarihli (tamamen bu konuya ayırdığı) bir çalışmasında, kooperatifi genel olarak sosyalizm ile eşitleyecek kadar ileri gitmiştir. Dahası, kooperatifi sosyalizme geçişte önemli bir örgütlenme adımı olarak tanımlamanın ötesinde, açıkça “kooperatif sosyalizmdir” tezini ileri sürmüştür. (Lenin, “Kooperatifçilik Üzerine”, 1923) Bununla birlikte, Paris Komünü’nden bu yana, kooperatif hareketi marksistlerden çok az ilgi görmüştür.

Analizimizde ileri sürmek istediğimiz tezlerden biri, kooperatif hareketine yönelik bu ilgisizliğin, en azından kısmen, tarihte öne çıkmış bir kooperatif tipinden –işçilerin “kendi kendilerinin kapitalisti” (Marx, Kapital, Cilt 3, 1894) olduğu bir firma– kaynaklı olduğudur, çünkü bu, bir üretici kooperatifleri sisteminin gerçek bir sosyalizm biçimi olmadığı görüşünü destekleme eğilimindedir.

Verimli bir üretici kooperatifler sisteminin, marksist düşünce ile tam uyum içinde, kapitalizmin yerini alabilecek sosyalist bir düzen olduğunu öne sürmek mümkün.

Ancak, modern iktisat teorisi, saf kooperatifin, kendi kendini finanse etmediğini ve bunun sonucu olarak işçilerinin “kendi kendilerinin kapitalisti” olarak tanımlanmasının doğru olmayacağını, Vanek’in deyişiyle emek yönetimli firma (EYF) olduğunu göstermiştir. (Jaroslav Vanek, The Labor Managed Economy, 1971) Ve bu değerlendirme, kooperatiflerin, doğaları gereği, kapitalizm ile sosyalizm arası bir ara biçim olduğunu savunan marksistlerin argümanlarını yalanlamaktadır.

Peki ama, yukarıdaki mülahazalardan çıkan sonuçlar nedir? Marx’ın kooperatife kapitalizmin yerini alan yeni bir üretim tarzı olarak baktığını netleştirdiğimizde, marksistler en azından iki farklı gruba ayrılıyor: Marx’çı anlamda sosyalizmin bir özyönetimli firmalar sistemi ile tanımlanması gerektiğini savunanlar ve sosyalizmi devlet tarafından planlanan bir komuta ekonomisine eş görenler.

Bu iki grup hakkında, “ikisi de Marx’ın bu sistemlerden herhangi birine taraftar olmaya istekli olduğunu gösteren tutarlı bir sahih kanıtlar zinciri bulmanın çok zor olduğunun farkında” demek mümkündür. (Radoslav Selucky, “Marxism and Self-Management”, 1974) Dahası, Marx’ın eserlerinin, özellikle de geleceğin iktisadi sistemine dair olanların, hiçbir doktrin içermediği, yalnızca fragmanlar içerdiği (Étienne Balibar, Marx’ın Felsefesi, 1993) ve Marx için önemli olan tek şeyin metodoloji olduğu konusunda genel bir uzlaşma mevcuttur. Bu görüşü destekler şekilde, Horvat (An Essay on Yugoslav Society, 1969), Engels’ten (Fransa’da Sınıf Savaşımları’na Önsöz, 1895) “Marx’ın tüm konseptleri, doktrin değil, yöntemdir. [Bu konseptler], bütünlüklü doktrinler değil, daha derinlikli araştırmaya yönelik başlangıç noktaları ve o araştırmaya yönelik yöntemler sunar” diyen bir pasaj alıntılamaktadır.

Bu gibi değerlendirmelerin gerektirdiği tüm ihtimamı göstererek, verimli bir üretici kooperatifler sisteminin, marksist düşünce ile tam uyum içinde, kapitalizmin yerini alabilecek sosyalist bir düzen olduğunu öne sürmek mümkün.

Dolayısıyla, bu makalenin iki amacı var: Birincisi, Marx’ın kooperatif hareketini açıkça övdüğü bir dizi pasaja dikkat çekmek ve dolayısıyla, Marx’ın piyasaya karşı olduğuna ve geçiş dönemi için bile olsa bir üretim tarzı olarak kooperatifi reddettiğine dair, yanlış olmasına rağmen yaygın olan bir varsayımı çürütmek. İkincisi, marksistlerin hem kooperatif hareketine hem de Marx’ın (ve Engels’in) üretici kooperatifleri sistemini yeni bir üretim tarzı olarak sunan pasajlarına süregiden ilgisizliğinin, kısmen üretici kooperatiflerine dair bir ekonomi teorisinin geç ortaya çıkışına dayandığını ileri sürmek.

Marx ve Engels yayınladıkları Die Neue Reinische Zeitung’un (1848-49) yeni nüshasını inceliyor

II. MARX VE ÜRETİCİ KOOPERATİFLER

Marx’ın şöyle bir pasajı var:

“Mülkiyetin ekonomi politiğine karşı emeğin ekonomi politiğinin büyük zaferi halen yoldaydı. Kooperatif hareketinden, özellikle birkaç cesur ‘el’in desteksiz kalan çabalarıyla kurulan kooperatif fabrikalarından bahsediyoruz. Bu büyük toplumsal deneylerin değerini ne kadar vurgulasak az. Onlar büyük ölçekli üretime, modern bilimin buyruklarına uygun olarak, ellerini kullanan sınıfı istihdam eden bir efendiler sınıfının varlığı olmadan devam edilebileceğini, tartışma yerine iş yaparak göstermiştir; ürün verebilmesi için, emek araçlarının emekçinin kendisine karşı bir gasp aracı olarak tekelleştirilmesi gerekmemektedir ve tıpkı köle emeği gibi, serf emeği gibi, ücretli emek de bir geçici ve alt form olarak, istekli bir el, hazır bir zihin ve neşeli bir kalp ile durmadan çalışan birleşik emek karşısında kaybolmaya mahkûmdur.” (Marx, “Uluslararası İşçi Birliği için Açılış Konuşması”, 1864)[1]

Ve Kapital’in üçüncü cildinde şunu ileri sürer:

“İşçilerin tarafında kooperatiflerin, burjuvazinin tarafında hisse senetli girişimlerin gelişmesiyle birlikte, girişimci kazancının yönetim ücretiyle karıştırılmasının son bahanesi de ortadan kalktı ve kâr, pratikte de, teoride yadsınamayacak şekilde olduğu şey olarak, yani salt artık değer olarak, karşılığında herhangi bir eş değer ödenmeyen değer olarak, gerçekleştirilmiş olan karşılığı ödenmemiş emek olarak göründü.” (Marx, Kapital, Cilt 3, 1894 / çev. Mehmet Selik, Erkin Özalp, Yordam, 2015)

Bu pasajlar Marx’ın, bir kooperatif firmalar sisteminin yalnızca uygulanabilir olmakla kalmayıp tarihte ön plana çıkmasının zorunlu olduğuna da, ve bunun, ücretli emeğin silineceği ve –iktisatçıların sermaye dediği– üretim araçlarının artık işçileri köleleştirmek için kullanılmayacağı yeni bir üretim tarzı meydana getirdiğine olan inancının açık kanıtıdır. Böylesi bir sistemde, işçiler yalnızca sömürülmekten çıkmakla kalmayacak, kendilerinin sahip olduğu firmalarda çalışarak özgür olacak ve bundan mutluluk da duyacaklardır.

“Kendilerinin efendisi”

Marx’ın tahayyül ettiği üretici kooperatifleri sistemi, işçilerin “kendi kendilerinin efendisi” (John Stuart Mill, Principles of Political Economy, 1871) haline geldiği ve sermaye sahiplerinin üretim faaliyetine ilişkin karar alma gücünden mahrum bırakıldığı bir piyasa sistemidir. Bu sistem, “modern bilimin buyruklarıyla uyum” içindedir ve aynı zamanda, verimlidir de, çünkü eşzamanlı olarak, eski üretim tarzı dahilinde yükselen ve onu geliştiren yeni bir üretim tarzını getirir.[2]

Kooperatifçilik teorisine yapılan yakın tarihli katkılar, marksistlerin eleştirilerini nasıl yanlışlayabileceğini vurgulamak için bir fırsat sağlıyor. İktisatçılar iki kooperatif tipi arasında ayrım yaptılar: İşçi Yönetimli Firmalar (İYF’ler) ve Emek Yönetimli Firmalar (EYF’ler).

Bu tez, Kapital’in iyi bilinen başka pasajlarınca da teyit edilmektedir, ki bu, Marx’ın üretici kooperatiflerine dayalı bir sisteme kapitalizmden üstün yeni bir üretim tarzı olarak baktığını açık şekilde ortaya koymaktadır. Aşağıda alıntılanan satırlardan hemen önce Marx, anonim şirketleri, “kapitalist sistemin içinde” olsa da, “kapitalist özel sanayinin ortadan kalkması”na doğru bir ilk adım olarak tanımlamıştı. (Kapital, Cilt 3) İlerleyen satırlarda ise şunu okuyoruz:

“İşçilerin kendilerinin kooperatif fabrikaları, gerçek örgütlenmeleriyle, mevcut sistemin tüm yetersizliklerini doğal olarak her yerde yeniden üretmelerine ve yeniden üretmek zorunda olmalarına rağmen, eski biçimin içinde, eski biçimde açılan ilk gediklerdir. Bu fabrikalarda, sermaye ile emek arasındaki karşıtlık, başlangıçta yalnızca birlik halindeki işçilerin kendi kendilerinin kapitalistleri olması, yani üretim araçlarını kendi emeklerini değerlendirmek için kullanmaları biçiminde olsa bile, ortadan kaldırılmıştır. Bunlar, maddi üretici güçler ve onlara karşılık gelen toplumsal üretim biçimleri belirli bir gelişme aşamasına ulaştığında, bir üretim tarzından yeni bir üretim tarzının nasıl doğal olarak çıkıp geliştiğini gösterir. […] Hisse senetli kapitalist girişimler, tıpkı kooperatif fabrikaları gibi, kapitalist üretim tarzı ile birleşik üretim tarzı arasındaki geçiş biçimleri olarak ele alınmalıdır; tek fark, karşıtlığın, birinde olumsuz ve diğerinde olumlu bir şekilde ortadan kaldırılmasıdır.”

Siyasal demokrasinin temel bileşeni

Marx’ın, doğası itibariyle bütünüyle ticari kalan bir üretim sisteminde bile ücretli emeğin ortadan kaldırılması gerekliliğini neden vurguladığını anlamak için, üretici kooperatiflerinin ana avantajlarından birinin, siyasal demokrasinin temel bir bileşeni olarak ekonomik demokrasiyi gerçekleştirmek olduğunu akılda tutmalıyız. İyi bilindiği üzere, Marx, marksistler ve genel olarak da mevcut toplumu eleştirenler siyasal demokrasiyi sırf biçimsel düşünürler, çünkü iktidar sıkı sıkıya kapitalistlerin elindedir, yani, her şeye hâkim olan ekonomik güç hâlâ sermayedir.

Kapital’den bir başka alıntı, bu bağlantıyı şu şekilde açığa çıkarır:

“Kapitalist üretimin kendisi, yöneticilik emeğinin, sermaye mülkiyetinden tümüyle ayrılmış olarak, her yerde bulunabilir olmasını sağlamıştır. Bu nedenle, yöneticilik işinin kapitalistler tarafından yapılması gereksizleşmiştir. Ne bir orkestra şefinin orkestradaki aletlerin sahibi olması gerekir, ne de diğer müzisyenlerin ‘ücretleriyle’ herhangi bir şekilde ilgilenmek şef olarak onun işlevlerinin bir parçasıdır. Kooperatif fabrikaları, bir üretim görevlisi olarak kapitalistin, tıpkı onun tepeden bakarak gereksiz bulduğu büyük toprak sahibi kadar gereksizleşmiş olduğunun kanıtını sunuyor.” (Kapital, Cilt 3)[3]

Burada Marx, açıkça, kapitalistlerin güçlerinden mahrum bırakılacağı bir piyasa ekonomisi biçimi düşünmektedir.[4]

Raoul Peck’in Genç Karl Marx‘ında (2017) Stefan Konarske ve August Diehl, Friedrich Engels ve Karl Marx  rollerinde

III. KOOPERATİFLER VE DEVLETİN ROLÜ

Marx’çı anlamda, kooperatif üretimi kendi içinde bir amaç değil, “sınıfların mevcudiyetinin dayandığı ekonomik temelleri ortadan kaldırmanın bir aracı” (Fransa’da İç Savaş) ve iç üretim sistemini her şeyi kapsayan bir plan uyarınca örgütlemenin bir yoludur. Bu, Marx’ın Paris “Komünü” deneyimi üzerine yorumlarından çıkarsanabilir:

“ ‘Komün’ diye haykırıyorlar, ‘mülkiyeti, yani tüm uygarlığın temelini ortadan kaldırmak istiyor’! Evet beyler, Komün çoğunluğun emeğini azınlığın zenginliğine dönüştüren o sınıf mülkiyetini ortadan kaldırmak istiyordu. Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini amaçlıyordu. Şu anda her şeyden önce emeği köleleştirmenin ve sömürmenin araçları olan üretim araçlarını, toprağı ve sermayeyi özgür ve birleşmiş emeğin aletlerinden ibaret kılarak, bireysel mülkiyeti bir gerçeklik haline getirmek istiyordu. Ama bu, komünizmdir; o ‘olanaksız’ komünizmdir! Mevcut sistemin sürmesinin olanaksızlığını görebilecek kadar zeki olan egemen sınıf üyeleri (ki bunların sayısı az değil), kooperatif üretimin sırnaşık ve geveze havarileri olup çıktı. Ama kooperatif üretim yalnızca boş bir görüntü ve hile olarak kalmazsa, kapitalist sistemin yerini alırsa, kooperatifler hep birlikte ulusal üretimi ortak bir plana göre düzenlerse, böylece ulusal üretimi kendi yönetimleri altına alırlarsa ve kapitalist üretimin kaçınılmaz kaderi olan sürekli anarşiye ve belirli aralıklarla geri dönen sarsıntılara bir son verirlerse… Sorarım size beyler, bu, komünizmden, ‘olanaklı’ komünizmden başka ne olurdu?” (Fransa’da İç Savaş, 1871 / çev. Erkin Özalp, Yordam, 2016)

Keşfedilen siyasal biçim: Paris Komünü

Marx’a göre, Paris Komünü, “cumhuriyete gerçekten demokratik olan kurumlardan oluşan temeli sağlamıştı” ve bu nedenle, “emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayabilecek olan en sonunda keşfedilmiş siyasal biçim” olarak görülebilirdi. (Fransa’da İç Savaş) Komün, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini getirmiştir. Ve Engels, “Paris Komünü, imalatçılar tarafından kapatılmış fabrikaları işçilerin ortaklaşa yönetmesini talep etmiştir” diye eklemiştir. (“Bebel’e Mektup”, 1886) Bu bağlamda Loyd D. Easton, haklı bir şekilde, Marx’ın “kooperatifleri ‘gerçek anlamda demokratik kurumların’ ekonomik neticesi olarak gördüğünü” ve “devlete bakışında, kooperatif üretimi, mevcut kapitalist sistemin basit bir olumsuzlanması meselesinden ziyade, muhafaza ederken olumsuzlayan bir diyalektik aşkınlık olarak gördüğünü” ileri sürmüştür. (“Marx and Individual Freedom”, 1994)

Bakunin’in Devlet ve Anarşi’sini eleştirisinde bizzat Marx, proletaryanın kendisini hâkim sınıf haline gelecek şekilde örgütleyeceğine dair tezine aşağıdaki açıklamayı getirmiştir:

“Bu, proletaryanın iktisaden ayrıcalıklı sınıfa karşı bölük pörçük bir mücadele yürütmek yerine, bu mücadelede genel zorlama araçlarını kullanabilecek kadar güce ve örgütlenmeye sahip olduğu anlamına gelir. Ne var ki, bu tür iktisadi araçları yalnızca ücretli kesim olarak, dolayısıyla da sınıf olarak kendi niteliğini ortadan kaldırmak üzere kullanabilir. Tam olarak zafer kazanmasıyla birlikte sınıf karakteri ortadan kaybolacağı için proletaryanın yönetimi de sona erer.” (“Bakunin’in Devlet ve Anarşi’si Üzerine Notlar”, 1875)[5]

“Barışçıl yollar”

Bu pasaj, proletaryanın ücretli emeği ortadan kaldırmak için gereken gücü nasıl elde edebileceğini gösterir, ama işçilerin çıkarlarının, halkın çoğunluğunun konsensüsünü kazanma kabiliyetine sahip siyasi partilerce benimsendiği günümüz demokratik toplumlarında, ekonomik olarak ayrıcalıklı sınıflara karşı koymak için gereken “genel zorlama araçları”nın, ücretli emeği hepten yasaklayacak tek bir meclis önergesi de pekâlâ olabileceğini inkâr etmek için bir sebep yok. Özel mülkiyetin barışçıl yollarla ortadan kaldırılıp kaldırılamayacağı sorulduğunda, Engels şu cevabı vermiştir: “Bunun olabilmesi arzu edilir ve komünistler kesinlikle buna en son karşı çıkanlar olacaktır.” Ama bu gibi barışçıl yollara iktidardaki sınıfın karşı çıktığını ve ilerlemeyi yönünden saptırmak için şiddet kullanımının, muhtemelen, ezilen proletaryayı özgürlüğünü elde etmek için devrim mücadelesi vermeye iteceğini eklemiştir.

Marx: “Mevzubahis bugünkü kooperatif toplulukları ise, bunlar ancak işçilerin bağımsız yaratıları oldukları ve ne hükümetler ne de burjuvalar tarafından korundukları ölçüde değerlidir.”

Bu pasajların alındığı eser olan Komünizmin İlkeleri (1847) aşağı yukarı Marx ve Engels’in Manifesto’su ile aynı zamanda yazılmıştır ve Engels, iki metin arasındaki farkların, Manifesto’da komünizme giden yol konusundaki ortak fikirlerinin, kamuya açmaya elverişli olacağı düşünülen ölçüde açıklanmasından kaynaklandığını açıkça vurgulamıştır.

Demokrasinin sosyalizmin gelişini hazırlama konusunda oynayabileceği rol de aşağıdaki Engels alıntısında şöyle ele alınmıştır:

“Komünist Manifesto halihazırda evrensel seçme ve seçilme hakkının, demokrasinin kazanımını militan proletaryanın ilk ve en önemli görevlerinden biri olarak ilan etmişti ve Lassalle yine bu noktayı ele almıştı. Şimdi Bismarck halk kitlelerini planlarına ikna etmenin tek yolu olarak bu hakkı getirmeye kendisini mecbur hissederken, işçilerimiz derhal bunu ciddiye alarak, ilk, kurucu Reichstag’a August Bebel’i gönderdiler. Ve o günden bu yana, seçme ve seçilme hakkını onlara binlerce kat geri dönüşü olacak ve tüm ülkelerin işçilerine bir model teşkil edecek şekilde kullandılar.” (Fransa’da Sınıf Savaşımı’na Önsöz, 1895)

“Sosyalizmin merkezi fikri”

Ancak, yazarlarımıza göre, kooperatiflerin devlet yardımı sayesinde kapitalist bir sistemde öne çıkabileceği tezi, yalnızca işçilerin zaten siyasi iktidarı elde ettiği durumlar için geçerlidir, çünkü burjuvazinin iktidarda olduğu bir toplumda, işçilerin “mülksüzleştirenleri mülksüzleştirme” çabalarına devletin yardım etmesinin beklenebileceğine ne Marx ne de Engels inanmıştır.

Gotha Programının Eleştirisi’nde, Marx Lassalle’ın hem devlet fikrini hem de işçilerin kurtuluşunun devlet destekli bir üretici kooperatifleri sistemi tarafından sağlanacağı inancını reddeder. Gotha programına dayalı olarak, toplumsal sorunların çözümünün bir yolu, çalışan yığınların demokratik denetimi altında üretici kooperatiflerinin kurulmasını fonlamak için devlet yardımı talep etmekti.

Marx, “işçilerin toplumsal bir ölçekte, ve her şeyden önemlisi ulusal bir ölçekte, kendi ülkelerinde, kooperatif üretime yönelik koşulları oluşturma arzusunun, yalnızca üretimin mevcut koşullarını dönüştürmeye çalıştıkları anlamına geldiği ve bunun devlet yardımı ile kooperatif toplumlarının kurulması ile ortak hiçbir yanı olmadığı” itirazını getirerek bu noktaya karşı çıkmıştır.(Gotha Programının Eleştirisi, 1875)

Aksi halde, “bilimsel sosyalizmin, işçilerin kurtuluşu yalnızca kendi çabalarıyla elde edebileceklerine dair merkezi fikri ile taban tabana zıt bir şekilde, sosyalizm, devlet eylemi üzerinden kuruluyor olacaktır” diye ekler Marx. İşçiler, devrimci hareketleri için devlet desteğine ihtiyaç duyacaksa, bu yalnızca onların “hem yönetimde olmadıklarının hem de yönetmeye hazır olmadıklarının tam olarak bilincinde olduklarını açığa vuracaktır!” (Gotha Programının Eleştirisi)[6]

Bu doğrultuda, Marx, “mevzubahis bugünkü kooperatif toplulukları ise, bunlar ancak işçilerin bağımsız yaratıları oldukları ve ne hükümetler ne de burjuvalar tarafından korundukları ölçüde değerlidir” diye bitirir.

Yukarıdaki mülahazalar, Marx ve Engels’in perspektifinden, kooperatif hareketinin “ulusal yollardan beslenen” aşamalı büyümesinin, ancak işçiler mecliste çoğunluğu elde ettikten sonra olsa da, barışçıl bir yolla bile gerçekleşebileceği sonucunu göstermektedir.[7] Böylesi bir tezin eşitlikçi sonuçları açık.

Marx’ın kooperatif yanlısı tutumu, tekrar edelim ki, kökenleri maddi üretim ilişkilerinde, yani, Hegel’in “sivil toplum” dediği o ilişkiler ağının içinde olduğundan, ne hukuksal ilişkilerin ne de siyasi örgütlenme sistemlerinin kendi başlarına düzgün şekilde anlaşılabileceğine dair temel inancı ışığında ele alınmalıdır. (Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, 1859) Daha önce belirtildiği üzere, bir üretici kooperatifleri sistemi olarak örgütlenmiş bir “sivil toplum”, sermayenin artık her şeye hâkim ekonomik güç olmadığı ve kayda değer miktarda mülke sahip olanların, nüfusun geri kalanına kendi iradelerini dayatmasının engellendiği bir toplumdur. Demokratik şekilde yönetilen kooperatifler tarafından imal edilen metalar, çalışmamızla ilişkisi olmayan “dışsal bir nesne” olmaktan çıkacak (Marx, Kapital, Cilt 1, 1867; John Holloway, “Why read Capital?”, 2001) ve işçiler tarafından birlik halinde yapılan özgür tercihlerin ürününe dönüşecektir.

Dolayısıyla, marksistlerin ve genel olarak solun kooperatif hareketine neden az dikkat gösterdiği sorusu cevapsız kalmaya devam ediyor.[8]

Manila’da bir duvar resmi

IV. GEÇİŞE DİYALEKTİK BAKIŞ

Marksist teoride, kooperatiflerin, özelde üretimin anarşik doğası, genelde ise piyasa ekonomisinin tüm yetersizlikleri olmak üzere, kapitalizmin ana kusurlarından bazılarını pekiştirdiği görüşü vardır; peki ama, kooperatifleri komünizme geçiş sürecinin tipik kurumları olarak düşünmek mümkün mü?

Marx ve Engels’in geçiş mefhumuna ışık tutmak için, bir toplum biçiminden diğerine geçişe dair diyalektik bir bakışı, önceki toplumsal düzenin tamamen yıkımını öngören “nihilist” bir duruş ile karşılaştırmamız gerekir. İkinci görüş, işçi sınıfının iktidara gelişini, Marx ve Engels’in kapitalizmde eleştirdiklerine (toplumun efendilerin işçi sınıfını sömüren sınıflara ayrılması ve üretimin anarşik doğası) taban tabana zıt özelliklere sahip yeni bir toplumsal düzenin derhal kurulmasının izlemesi gerektiğini savunanlarca benimsenmektedir. (Engels, Antidühring’e Ekler, 1882) Dolayısıyla, kapitalizmin ortadan kaldırılmasının ardından hemen kurulacak olan yeni toplumsal düzen, merkezi planlamanın olduğu sınıfsız bir toplum olmalıdır: Sovyetler Birliği’nin Stalin’in iktidara gelişini müteakip kurduğu ve en sonunda 1989’da çöken düzen.

Lawler’ın “nihilist” olarak tanımladığı bu geçiş görüşü, iktidarı elde etmesinin ardından proletaryaya verilen görevin “üretimin tüm araçlarını devlet elinde merkezileştirmek” olduğu Komünist Manifesto dahil, Marx ve Engels’in kendi eserlerinin bazılarında da vardır.[9]

Engels, Antidühring’de şöyle yazar: “Üretim araçlarının toplum tarafından ele geçirilmesi ile birlikte, meta üretimi sona erecek ve eşzamanlı olarak, ürünün üretici üzerindeki efendiliği bitecektir.[10]

“Komünizmin ayırt  edici özelliği”

Ancak daha yakından bir analizle, Marx ve Engels’in geçiş fikri, kapitalizmin olumsuzlanma şeklinin, hem neyin olumsuzlandığına hem de elde edilecek amaca bağlı olduğu diyalektik bir bakış olduğu görülecektir.[11] Bu, iktidarda olanların, eski toplumun bazı özelliklerinin yeni topluma aktarılmasını güvence altına alması gerektiği anlamına gelir. Bu diyalektik bakışa göre, özel mülkiyet insanlığın evriminde bir adım veya aşamadır, toplumsal organizmanın sağlıklı üyelerinin öne çıkabilmesi için ortadan kaldırılması gereken bir kanser türü değildir. (James Lawler, “Marx’s Theory of Socialism: nihilistic and dialectical”, 1994) Sosyalizm, bir gerileme getirmek bir yana, kapitalizmi olumsuzlarken ondan daha ileri gidilmesini sağlamalıdır; ve maddi zenginliğin yaratılması açısından, eşit bile olsa genelleşmiş bir yoksulluk seviyesi getirmekten ziyade, kapitalizminkini aşan büyüme seviyeleri sağlamalıdır.

Diyalektik yaklaşım, eski toplumsal düzenden yenisine geçişi, kapitalist toplumun belirgin özelliklerinin tek bir darbede olumsuzlandığı kısa bir süreç olarak değil, uzun bir aşamalı düzenleme dönemi olarak düşünmeyi de gerektirir.[12]

Kendi kendisini finanse eden ve emek gelirlerini sermaye gelirlerinden ayırmayan İYF’ler karma gelirler kazanır. EYF’ler ise çalışmadan gelen gelirlerle sermayeden ya da mülkten gelen gelirler arasında net bir ayrım koyan kooperatiflerdir. EYF’yi “ideal tip” üretici kooperatifi olarak tarif edersek, kooperatiflerin gerçek anlamda sosyalist firmalar olduğunu gösterecek bir pozisyonda oluruz.

Bu iki geçiş görüşü arasındaki karşıtlık, ilk olarak, “herkes tarafından özel mülkiyet olarak sahip olunamayacak her şeyi ortadan kaldırmayı” ve “evrensel özel mülkiyeti özel mülkiyetin karşısına çıkarmayı” amaçlayan kaba ve maddi bir komünizm biçimi tarif eden 1844 Elyazmaları gibi erken dönem eserlerde ortaya çıkmaktadır. Marx’a göre, “insanın şahsiliğini her alanda olumsuzlamakla, bu tip komünizm, özel mülkiyetin mantıklı anlatımından başka bir şey değildir”. Kıskançlık ve açgözlülükten doğmuştur, çünkü “her özel mülkiyet parçası, kıskançlık ve şeyleri ortak bir seviyeye indirgeme itkisi biçiminde, en azından, daha zengin özel mülkiyete karşı hale gelmiştir”.[13]

Yukarıda sözü edildiği üzere, Manifesto, hem nihilist hem de diyalektik geçiş görüşünü destekleyen mülahazalar ve argümanlar içermektedir. İkincilerden biri şöyledir: “Komünizmin ayırt edici özelliği, genel olarak mülkiyetin ortadan kaldırılması değil, burjuva mülkiyetinin ortadan kaldırılmasıdır.” Ve Marx ile Engels, işçilerin çalışmaları sonucunda ortaya çıkan esere hakları olduğunu ve her birinin ürettiğine el koyabileceğini net şekilde belirtmiştir. Dolayısıyla, şunu ileri sürerler: “Komünizm, hiç kimseyi toplumun ürünlerine el koyma gücünden mahrum bırakmaz; yaptığı şey, onları böyle bir el koyma yoluyla başkalarının emeğini kontrol altına alma gücünden mahrum bırakmaktır.”

Bu alıntılar, kapitalizmi devirme fikrinin, ücretli emeğin ortadan kaldırılması ile eşzamanlı olduğu ve eski dünyanın küllerinden doğacak yeni toplumsal düzende, piyasa dahilindeki üretici kooperatiflerinin öneminin, ücretli emeği kapitalist firmaların kullandığı şekilde çalıştırma olasılığının kendisinin ortadan kaldırılmasından kaynaklandığı fikri ile uyumludur.

Macron’un Çalışma Yasası’nı değiştirme girişimine karşı gösterilerde, “Marx ya da Grev”, Paris, 2017

Sürecin tedrici doğası

Ve daha da dikkat çekici bir nokta, sürecin eski toplumun yeni toplumsal düzene yol vereceği şeklindeki aşamalı doğasıdır, ki bu, Manifesto’nun aşağıdaki dahil sayısız pasajında ortaya konmuş bir mefhumdur: “Proletarya, siyasi üstünlüğünü, tüm sermayeyi kerte kerte burjuvaziden çekip almak, üretim araçlarını devlet elinde merkezileştirmek için kullanacaktır.”

Bu sürecin adım adım ilerleyen doğası, Marx ve Engels’in işçi sınıfının iktidara gelişinin hemen ardından gelen döneme dair programlarında da vurgulanmıştır. Başka şeylerin yanısıra, bu program aşağıdaki tedbirleri içerir:

• toprak mülkiyetinin ortadan kaldırılması;

• yüksek bir gelir vergisi;

• tüm miras haklarının ortadan kaldırılması;

• asilerin ve yurtdışına iltica edenlerin mülklerine el konması;

• kredi ve ulaşımın devlet elinde toplanması;

• artan sayıda firmanın kamulaştırılması.

Marx ve Engels’in dönüşümü tüm üretim araçlarının ânında kamulaştırılması ve eşzamanlı olarak her alanı kapsayan merkezi planlamanın başlaması olarak düşünmemiş olduğu, Komünizmin İlkeleri’nde daha net görülebilir. Burada Engels, işçilerin iktidara geldikten sonra “demokratik bir anayasa” yaratacağını ve “daha ileri tedbirleri –aşamalı gelir vergisi, ağır miras vergileri ve toprak, bina, demiryolu ve gemi sahiplerinin, kısmen devlet sektörünün rekabeti sonucu, kısmen de karşılığını ödeme yoluyla doğrudan bir şekilde aşamalı olarak müsadere edilmesi– hayata geçirmenin bir yolu olarak derhal kullanılmazsa, demokrasinin proletarya için son derece faydasız olacağını” ileri sürmüştür.

Heybeliada

“Özgürlük alanının başladığı yer”

Yukarıdaki pasaj, Engels’in özel mülkiyetin “ancak aşamalı olarak” ortadan kaldırılmasını savunması gibi, bu aşamalı sürecin hem rekabetin kendiliğinden mekanizması ile hem de devletin yapacağı tazminat ödemeleri ile –kısacası, devrimci şiddete başvurmaksızın– yürüyeceğini net olarak ortaya koymaktadır.[14]

Bununla birlikte, Marx, kapitalizm tarafından ezilen işçilerin iktidarı ele geçirmesiyle birlikte geçişe dair nihilist bakışı benimsemesini doğal, hatta kaçınılmaz görür. (1844 Elyazmaları; James Lawler, “Marx’s Theory of Socialism: nihilistic and dialectical”, 1994)

Geçişe nihilist bakış konusunda şöyle bir ekleme yapalım: Marx ve Engels’in planlamayı kapitalist piyasanın anarşik doğasının panzehiri olarak gördükleri kesin olmakla birlikte, onlar, meta üretimini ortadan kaldırmaya yönelik bir plan düşünüyorlardı ve dolayısıyla değer yasasına dayanmıyorlardı; yani, piyasa-planlama arasındaki diyalektik zıtlığı, zorunluluk ile özgürlük arasındaki çatışmanın bir örneği görüyorlardı. Dolayısıyla, onlara göre, kapitalist piyasanın karşıtı, zorunluluk alanında kalan sosyalist planlama değil, komünist bir toplumun planlamasıydı, çünkü “özgürlük alanı, ancak, zorunluluğun ve dış çıkarların emeği belirlemesinin sona erdiği yerde gerçekten başlar; o, doğası gereği, maddi üretim alanının ötesindedir”. (Marx, Kapital, Cilt 3; ayrıca bkz. Engels, Komünizmin İlkeleri; Marx ve Engels, Alman İdeolojisi, 1845-6)

Bu paragrafta öne sürülen argüman, bir kooperatifler sisteminin Marx’çı açıdan itiraz edilebilir olmadığının yeterli kanıtını sağlamış olmalıydı. Bir piyasa ekonomisi olarak, Marx’çı bir perspektiften, daha ziyade geçişsel bir ekonomik sistem olarak bakılmalıdır.

V. MARKSİST ELEŞTİRİNİN MANTIĞI

Piyasadan hemen kurtulamamanın suçu kooperatiflere yüklenemeyeceğinden, marksistler komünizme geçiş için onlara dayanılmaması konusunda hangi gerekçe ile ısrarlıdır?

Marksistlerin kooperatif hareketine bugüne kadar pek az ilgi göstermiş olmasının sebeplerinden biri, Paris Komünü’nün çöküşünün ardından Marx’ın kooperatif firmalara ilgisini kesmiş olmasıdır. Bu ise 1870’lerden sonra kooperatif hareketinin yaşadığı zorluklarla açıklanabilir. (Eduard Bernstein, “The Preconditions of Socialism and the Tasks of Social Democracy”, 1899) İyi bilindiği üzere, Marksizm daima, komünizmin gelişine “dua etmek” yerine onu kaçınılmaz bir olay olarak teorize eden bir “bilimsel sosyalizm” biçimi olarak görülmüştür;[15] ve başarısız bir hareketin komünizmin kuruluşu için uygun bir araç olarak görülmesi zordur. Kaustky’ye göre, kooperatif üretim tarzı, ancak dağınık ve bütünlüklü olmayan bir şekilde, kendisini hâkim biçim olarak hiç dayatmaksızın ortaya çıkabilir. (Materyalist Tarih Anlayışı ve Etik, 1907)

20. yüzyıl başında tanınmış bir İtalyan marksist, Marx’ın işçilerin birlikte “kendi kendilerinin kapitalisti” olarak yönettikleri kooperatif firmalara bir süre boyunca güven duyduğunu, ama sonra bu güveni kaybettiğini ileri sürdüğünde ve bu güven kaybını 1860 ile 1870 arasında birçok üretici kooperatifinin çöküşüne ve Marx’ın geçiş aşamasının doğasına dair kendi yeniden değerlendirmesine bağladığında, aşağı yukarı aynı görüşü benimsiyordu. (Enrico Leone, “On the Principle of Cooperation in its Relationship with Socialism”, 1902)

Dolayısıyla, kesin olmamakla birlikte, Marx’ın kooperatif hareketine inancını yitirmiş olması olasıdır.

Devlet işletmeleri mi, kooperatif firmalar mı?

Daha ikna edici argüman ise, marksistlerin zaman içinde verili bir noktadan sonra kooperatif hareketine az ilgi göstermesinin, Kaustsky ve Lassalle’ın devletçiliğe dönüşünün sonucu olduğudur. Marksistler, giderek sosyalizmi üretim araçlarının kamulaştırılması ile eşitliyordu ve Bolşevik devrimi müteakip, devlet işletmeleriyle kooperatif firmalar arasında bir tercih yapma zamanı geldiğinde, sistematik olarak ilkine ikincisi karşısında öncelik verdiler. (Yevgeni Preobrazhensky, The New Economics, 1926)

Yine de, marksistlerin kooperatife yönelik eleştirilerinin bir başka açıklaması, aşağıdaki Manifesto  alıntısında görülebilir:

“Bu biçime, Proudhon’un ‘Sefaletin Felsefesi’ni örnek verebiliriz. Sosyalist burjuvalar modern toplumun koşullarını isterler, ama o koşulların kendisinden kaynaklanan mücadeleler ve tehlikeler olmaksızın. Mevcut toplumu, onu devrimci dönüşüme uğratacak ve çözecek unsurlar kesilip çıkarılmış olarak isterler. Burjuvazi olsun, ama proletarya olmasın. Kendi egemen olduğu dünyayı elbette ki en iyi dünya olarak görür burjuvazi. Burjuva sosyalizmi bu konforlu mefhumu, az ya da çok bütünlüklü çeşitli sistemler halinde geliştirir.”

Bu satırlar, Marx ve Engels’in üretici kooperatifleri sistemini “tutucu veya burjuva bir sosyalizm biçimi” olarak gördüğü kuşkusunu haklı çıkarıyor olabilir. Ancak, analizimizi şu an için bu pasajla sınırlandırırsak, bir üretici kooperatifleri sisteminin “proletaryasız bir burjuvazi”ye sahip veya proletaryası olup da burjuvazisi olmayan bir toplum olduğunu iddia etmek olası mıdır? Ya da, Manifesto’nun bu pasajı, üretici kooperatiflerinin eleştirisi olarak okunabilir mi? Açık ki, burjuva toplumunu kapitalist üretim ilişkileri ile karakterize olan ve proleterler sınıfını denetimi altında tutan[16] ve üstünlüklerinin sonsuza dek süreceğini hayal eden üretim araçlarının sahiplerinin hâkimiyetindeki bir sistem olarak düşündüğümüz sürece, bu soruların yanıtı olumsuz olacaktır.[17]

Bununla birlikte, Beatrice Webb, Rodbertus ve Bernstein, kooperatifçiliğin sosyalizm değil, en fazla kapitalizm ile sosyalizm arasındaki bir orta yol olarak görülebileceğini kalın harflerle yazmışlardır. (Beatrice Potter, The Cooperative Movement in Great Britain, 1893; Eduard Bernstein, The Preconditions of Socialism and the Tasks of Social Democracy, 1899)

1 Mayıs, “Hayal et ve Marx”, Paris, 2017

İYF’ler ve EYF’ler

Bizim görüşümüze göre, kooperatifçiliğe dair ekonomik teorinin geç formülasyonu, marksistlerin kooperatif firmalarına az ilgi göstermesi ile açıklanabilir. Ward’ın 1958’de yayınlanan analizi, üretici kooperatiflerinin ilk ekonomik teorizasyonudur. Dolayısıyla, mevcut kooperatiflerin ekonomik verimlilik kriterlerine uygun şekilde örgütlenmemiş olduğuna ve üretici kooperatiflerinin ekonomik teorisinin geç ortaya çıkmasının, kooperatif hareketinin düşük başarısından en azından kısmen sorumlu olabileceğine inanmak için her sebep mevcuttur. (Jaroslav Vanek, “Some fundamental considerations on financing and the form of ownership under labor management”, 1971; “The basic theory of financing of participatory firms, 1971)

İşçi yönetimli firmalar (İYF) ile emek yönetimli firmalar (EYF) arasındaki ayrımı ve İYF’lerin (EYF’lerin aksine) neden doğaları gereği başarısızlığa mahkûm oluğunu belirleyen faktörleri tartışırken (aşağıya bakınız), Vanek şunları savunur:

“Sunulan argümanlar, geleneksel veya konvansiyonel üretici kooperatifi ve katılımcı firma biçimlerinin eksikliklerini açıklama konusunda o kadar güçlüdür ki, bu biçimlerin 18. ve 19. yüzyıl yazarlarınca ilk ele alınışlarından bu yana tarihte karşılaştırmalı başarısızlıklarına dair bolca açıklama sunarlar. Bu analizin geliştirilmesi benim için son derece tatmin ediciydi. İmeceye, çıkarların uyumuna ve insanların kardeşliğine dayalı, ahlâki ve felsefi temelde bu kadar çekici ve arzu edilir bir üretici örgütlenmesinin, pratik bir teste tabi tutulduğunda bu kadar başarısız olabilmesinin nasıl mümkün olduğu beni daima şaşırtmıştır. Öyle görünüyor ki, bu konuda artık hem bir açıklamamız hem de çaremiz var.”

Kooperatiflerin kendi kendisini finanse etmesi engellendiği an üretici kooperatiflerinin “kendi kendilerinin kapitalisti” olan işçiler tarafından yönetilen firmalar şeklindeki tanımı geçerli olmayacaktır. Ve sermaye ile emek arasındaki kapitalist ilişkiyi tersine çeviren EYF gerçek bir sosyalist işletme olarak değerlendirilebilir.

Ama daha fazlası da söz konusu, çünkü işbirliğine dair ekonomik bir teorinin geç ortaya çıkması, marksistlerin kooperatif hareketine olan düşük ilgisinin ardındaki ideolojik nedenlere de işaret ediyor.

1865 tarihli bir eserinde, kendi (ve Marx’ın) dönemindeki kooperatifleri tanımlayan ve zenginliğin ana kaynakları olan toprak, sermaye ve emek arasında iktisatçılar tarafından yapılan ayrımları tartışan Walras, bireylerin bu üç zenginlik türünden de, vakti gelince, aşamalı olarak toprak, sermaye ve emek sahibi olacakları âna dek, hep daha büyük miktarlarda biriktirmeye eğilimli olduğunu ileri sürmüştür. Walras, bu iddiasını daha da uçlaştırarak, ekonomik ilerlemeyi, bireylerin tüm zenginlik kategorilerine ve özel olarak da, işçilerin sermaye sahipliğine daha tam bir erişimine giden yol olarak tanımlamaya kadar vardırmıştır. (Léon Walras, Les associations populaires, 1865)

Bu doğrultuda, kooperatiflere iki ayırt edici unsur atfetmiştir:

(a) Kapsam bakımından, tüm üyeler sahip olduğu için bölüşülebilir olmayan risk sermayesi yaratma eğilimi ve

(b) Söz konusu kaynakların geldiği yer bakımından, bu risk sermayesinin ücretlerde indirimlerden oluştuğu gerçeği.

Yukarıdakilere dayalı olarak, Walras, kooperatifin özünün, özlü bir şekilde işçilerin tasarruf üzerinden sermaye elde etmesini mümkün kılan bir araç olarak tanımlanabileceğini savunmuştur.

Walras’ın analizi, marksistlerin kooperatifçiliğe yönelik ilgisizliğinin sebeplerine ışık tutar. Kooperatiflere yaklaşımı kendi ve Marx’ın döneminde başka herkesten daha iyi teorileştirdiği için, argümanları hem Marx’ın kooperatifleri işçilerin “kendi kendilerinin kapitalisti” olduğu firmalar olarak tarif edişini, hem de marksistlerin bir kooperatifler sisteminin bir tür “üretici kapitalizmi” ile sonuçlanacağı görüşünü aşamalı olarak neden benimsediklerini açıklayabilir. Ve, bir kooperatifler sistemi bir kapitalizm biçimi olduğu sürece, uğruna mücadele edilmeye değer görülmeyebileceğine kuşku yok.

Bu, iktisatçılar tarafından kooperatifçilik teorisine yapılan yakın tarihli katkıların, marksistlerin eleştirilerini nasıl yanlışlayabileceğini vurgulamak için bir fırsat sağlıyor. Ward’ın 1958 tarihli makalesinin ardından, iktisatçılar iki kooperatif tipi arasında ayrım yaptılar: İşçi Yönetimli Firmalar (İYF’ler) ve Emek Yönetimli Firmalar (EYF’ler).

Batı dünyasında yaygın olan, kendi kendini finanse eden ve sonuç olarak emek gelirlerini sermaye gelirlerinden katı bir şekilde ayırmayan İYF’ler; bunların üyeleri, salt çalışmadan gelen gelirler yerine karma gelirler (hem sermayeden hem çalışmadan) kazanır. Bunun aksine, EYF’ler ise kendini borç para ile finanse eden ve sonuç olarak çalışmadan gelen gelirlerle sermayeden ya da mülkten gelen gelirler arasında net bir ayrım koyan kooperatiflerdir. Ve Vanek ile başkaları, kooperatiflerin neden EYF tipinde olması gerektiğine –öncelikle, yatırımsızlığı aşmaları gerekmektedir– dair derinlikli analizler üretmişlerdir.

Beyoğlu, 2013

“İdeal” üretici kooperatif

Bu makalenin amaçları açısından, yukarıdaki ayrım belirleyicidir. EYF’yi “ideal tip” üretici kooperatifi olarak tarif edersek, kooperatiflerin gerçek anlamda sosyalist kurumlar olduğunu gösterecek bir pozisyonda da oluruz. İyi bilindiği üzere, üç “üretim faktörü” mevcuttur: toprak, sermaye ve emek. Sanayi Devrimi sonrası önemini aşamalı olarak yitiren toprağı dışarıda tutarsak, piyasada faaliyet yürütmek için kurulan bir firma, iki örgütlenme seçeneği arasında tercih yapabilir: sermaye sahipleri (veya bunların temsilcileri) tarafından yönetim ya da işçilerin (veya bunların temsilcilerinin) kendisi tarafından yönetim. İlk durumda, bu kapitalist bir firmadır ve ikinci durumda, bu gerçek ve tam bir sosyalist firmadır.

Daha net şekilde söylersek, kooperatifler EYF tipindeyse, iki işletme biçimi arasındaki zıtlık şu şekilde ifade edilebilir: Kapitalist firmada, işçileri işe alıp çalıştıran, onlara sabit bir gelir (ücret) ödeyen ve tüm kârlara el koyan, sermaye sahipleri veya bunların temsilcileridir. Kooperatif firmasında, sermaye borç alan, bunun üzerine sabit bir gelir (faiz) ödeyen ve kalana el koyan işçilerdir (veya temsilcileridir).

Dolayısıyla, iktisatçılar tarafından teorize edilen üretici kooperatifleri, yalnızca kapitalist olmayan firmalar olmakla kalmaz, gerçek anlamda sosyalist firmalardır da, çünkü kapitalist muadilleri ile karşılaştırıldıklarında, sermaye-emek ilişkisini etkili şekilde tersine çevirirler.[18] Ve bunun, gerçek anlamda Marx’çı açıdan, bir kooperatif firmalar sisteminin, bir piyasa ekonomisi dahilinde kapitalizme karşı esaslı bir ilerleme teşkil edeceği anlamına geldiği açıktır.[19]

Bu netleştirme ışığında, Marx’ın bir kooperatifler sisteminin ortaya çıkışını coşkuyla öngördüğü alıntılar, derhal doğru perspektiflerine yerleşecektir.

VI. SONUÇLAR

1886 gibi geç bir tarihte, Engels şöyle yazmıştır: “Önerim, kooperatiflerin mevcut üretim sistemine girişini […] tıpkı Paris Komünü’nün işçilerin imalatçılar tarafından kapatılan fabrikaları işbirliği içinde yönetmesi gerektiğini talep ettiği gibi öngörüyor”, ve sadece birkaç satır aşağıda, ne Marx’ın ne de kendisinin, “tamamen komünist bir ekonomiye geçiş sürecinde, yaygın kullanımın, bir ara aşama olarak kooperatif yönetiminden oluşması gerekeceğinden asla kuşku duymadığını” eklemiştir. (“Bebel’e Mektup”) Yukarıda alıntılanan diğerleri gibi, bu pasajlar da, bizi, dikkatini Marx’ın özyönetime ilişkin fikirlerine odaklayan ilk yazarlardan biri olan Brachet’nin sonucunu benimsemeye götürüyor: “sosyalizmi işçilerin üretim ve dağıtım aparatları üzerindeki özyönetimi olarak görenler, Marx’çı düşünce ile bu noktada mükemmel bir uyum içindedir”. (Philip Brachet, L’etat-patron: theories et realites, 1975; başkalarının yanısıra ayrıca bkz. Pero Damjanovic, “Les conceptions de Marx sur l’autogestion sociale”, 1962; Yvon Bourdet, Pour l’Autogestion, 1974; Selucky, “Marxism and Self-Management”, 1974; Jirí Pelikán, “Il socialismo e l’Europa orientale”, 1977; David Schweickart, “Economic democracy: a worthy socialism that would really work”, 1992; James Lawler, “Marx as market socialist”, 1998; farklı bir görüş için bkz. Bertell Ollman, “Market mystification in capitalist and market socialist societies”, 1998)

Bu noktada, kendimize, marksistlerin kooperatif hareketine ilgisizliğini doğru şekilde ele alıp almadığımızı sormamız gerek. Yukarıda sözü edildiği üzere, bizim görüşümüze göre, bu ihmalin önemli bir sebebi, mevcut kooperatiflerin, işçilerin “kendi kendilerinin kapitalisti” olduğu kendi kendini finanse eden tipe (İYF’ler) uymasıdır, çünkü bu, kooperatifleri doğaları gereği kapitalist ve sosyalist firma arasındaki bir ara biçim olarak gören ve bu sebeple marksistler tarafından azimle savunulmayı hak etmediklerini düşünen Beatrice Webb, Rodbertus ve Bernstein’ın yaklaşımlarını doğrulamaktadır. Yine de, üretici kooperatiflerine dair ekonomik teorizasyon, bu eleştirileri kökten kesmiştir. Vanek’in başka herkesten daha ikna edici şekilde ileri sürdüğü üzere, kooperatiflerin kendi kendini finanse etmesi engellendiği an (yani İYF yerine EYF’ler olarak örgütlenmelerini sağlamak), üretici kooperatiflerinin “kendi kendilerinin kapitalisti” olan işçiler tarafından yönetilen firmalar şeklindeki tanımı, artık geçerli olmayacaktır. Ve sermaye ile emek arasındaki kapitalist ilişkiyi tersine çeviren EYF, hiç kuşkusuz, işçilerin kendi kendilerinin kapitalisti olarak hareket etmekten çıktığı gerçek bir sosyalist işletme olarak değerlendirilebilir.

Sonuç kısmımızda, bu makalenin Marx’ın kooperatif firmaları sistemini kapitalizmden çıkışın en iyi yolu olarak tutarlı ve sürekli biçimde düşündüğüne dair kanıt sağlama amacı taşımadığını belirtmek isteriz. Böyle bir amaç, Marx’ın düşüncesinin tarihsel bir analizi ile desteklenmeyi gerektirecektir ve ele aldığı şey ne düşünce tarihi ne de sosyalist hareketin tarihsel gelişimi olan bu makalenin kapsamı dışındadır. Bundan ziyade, Vanek’in katkısını takip ederek, bir üretici kooperatifleri sisteminin marksist düşünce ile tamamen uyumlu olduğunu ve artık kapitalizmin örtük bir biçimi olarak görülemeyeceğini göstermeyi amaçladık.

Express, sayı 172, Mart 2020
Çeviren: Serap Güneş
Kaynak: Bruno Jossa, “Marx, Marxism and the Cooperative Movement”, Cambridge Journal of Economics, sayı: 29/1, 2005


[1] 1864 tarihli “Açılış Konuşması”, “emeğin ekonomi politiğini teorize etmeye yönelik bir girişim” olarak tanımlanmıştır. (bkz. Étienne Balibar, Marx’ın Felsefesi, 1993)

[2] Sayısız yazar, bu yeni üretim tarzının kapitalizmden yükseleceği mefhumunu desteklemektedir. Bunlar arasında, kapitalist toplum dahilinde, kapitalist değerleme mantığı ile işlevsel olarak çatışan yeni alt sistemlerin veya yapısal unsurların yapısal uyumsuzluğunu vurgulayan Claus Offe’yi analım. (bkz. Strukturprobleme des kapitalistischen Staates, 1972)

[3] Engels Antidühring’de (1878), anonim şirketlerin ve tröstlerin ortaya çıkışını müteakip, “burjuvazinin gereksiz bir sınıf olduğunu gösterdiğini” savunmuştur.

[4] Bazı Marksistler, kapitalizmde çözülmesi gereken ana çelişkinin, planlama ile piyasa arasındaki zıtlık değil, sermaye-emek zıtlığı veya, başka sözlerle ifade edersek, tüm iktidarı elinde tutan bir sınıf ile görevi pasif bir şekilde itaat etmek olan bir diğeri arasındaki çelişki olduğuna dair bir farkındalık geliştirmiştir. Hayati önemdeki faktörün iktidar ilişkileri değil, piyasa ilişkileri olduğu görüşü, dikkatleri temel meseleden, yani işçilerin iktidara gelmesine karşı olan bir “burjuva” sınıfının var olmasından –ya da olmamasından– saptırıp önemsiz faktörlere yönlendiren büyük bir hatadır (bkz. Charles Bettelheim, “On the transition between capitalism and socialism”, 1969; ayrıca bkz. başkalarının yanısıra Franz Marek, “Teorie della rivoluzione e fasi della transizione”, 1982). Michael Charles Howard ve John Edward King’e göre (“Where Marx was right: towards a more secure foundation for heterodox economics”, 2001), “çıktıların kapitalizmde metalaşması, Marx için, girdi tedariklerinin ve özellikle de emek hizmetlerinin ticarileşmesinden daha az önemlidir. Bunun sebebi basittir. Piyasanın üretimin faktörlerine doğru genişlemesi olmaksızın, genel piyasa bağımlılığı olamaz.” (ayrıca bkz. Robert Brenner, “The social basis of economic development”, 1986)

[5] Türkçesi için bkz: “Bakunin’in Devlet ve Anarşizm’ine Genel Bir Bakış”, geocities.ws

[6] Kitabın bir başka yerinde ise, programın, “mevcut toplumu mevcut devletin temeli olarak ele almak yerine, devleti kendi entelektüel, etik ve liberter temellerine sahip bağımsız bir yapı olarak ele alışı ile, sosyalist fikirlerinin yüzeysel bile olmadığını gösterdiğini” okuyoruz.

[7] Manifesto’da, işçi sınıfı devriminin ilk adımının, proletaryayı egemen sınıf konumuna yükseltmek, demokrasi mücadelesini kazanmak olduğunu okuyoruz. Ve Engels’in Fransa’da Sınıf Savaşımları’na yazdığı önsözde şunları okuyoruz: “Dünya tarihinin ironisi her şeyi baş aşağı çeviriyor. Biz, ‘devrimciler’, ‘devirenler’, yasal yöntemlerle, yasadışı yöntemlerle ve devirmekle olduğundan çok daha başarılıyız.” Sonuç olarak, “Marx ve Engels, iktidar için, proletaryanın demokratik bir toplumda siyaseten etkili bir güç haline gelmek için gereken deneyimi ve netliği kazanacağı, on yıllara yayılan uzun bir kitlesel mücadele öngörmüştür” diyen Thomas Sowell’e (Marxism: Philosophy and Economics, 1985) katılıyoruz.

[8] Charles Bettelheim’a göre, Marx ve Engels’in kooperatifçiliğe “büyük önem” atfettiği eserler, “unutulmaya” yüz tutmuştur (bkz. Class Struggles in the USSR; 1917-1923, 1974; ayrıca bkz. Nikolay Bukharin, Selected Writings on the State and the Transition to Socialism, 1982)

[9] Marx’ın “nihilist” bir geçiş görüşünü paylaşır gibi göründüğü birkaç pasaj, muhtemelen erken yıllarında, Hegel’ci “olumsuzlamanın olumsuzlanması” konseptine, bunu teleolojiye bir geri dönüşle eşit görerek karşı çıkan Feuerbach’tan derin şekilde etkilenmiş olmasına bağlanabilir (bkz. David MacGregor, The Communist Ideal in Hegel and Marx, 1984)

[10] Gramsci’nin her devrimin “mevcut toplumsal sistemden illa ki kopuşması ve onu bütünüyle yıkması gerektiği” ve yeni toplumun örgütlenme şekline dair “hiçbir şeyin öngörülemeyeceği” argümanının altında da “nihilist” bir mantık yatıyor görünmektedir. (Antonio Gramsci, L’ordine nuovo [Yeni Toplum Düzeni], 1919-20)

[11] “Hedeflerinizin bilincinde olmaksızın asla geleceğe bakmamalısınız; başlangıç yaptığınız gerçekliğin doğru bir değerlendirmesi olmaksızın da hedeflerinizin bilincine varamazsınız.” (Rodolfo Mondolfo, Il materialismo storico in Federico Engels [Friedrich Engels’te Tarihsel Materyalizm], 1952)

[12] Marx’ın, diyalektik düşünüşe olan daimi borcunu kabul etmiş olduğu gerçeği, Kugelman’a 6 Mart 1868’de yazdığı bir mektupta kendi sözleriyle teyitlidir: “Hegel’in diyalektiği, tüm diyalektiğin temel biçimidir, ama ancak mistik biçiminden arındırıldıktan sonra, ve benim yöntemimi ayırt eden de tam olarak budur.” Bu görüşten ayrılan Schumpeter, Marx’ın Hegelciliği onun tüm eserlerine kesinlikle yansımış olsa da, “bunu sistemin maymuncuğu haline getirmenin” bir hata olacağını ileri sürmüştür, çünkü bu, “bir hata ve Marx’ın bilimsel yetkelerine haksızlık” anlamına geliyordu. Ona göre Marx, “kendisiyle Hegel’in argümanı arasında bulunabilecek belirli analojilerden hoşlanıyordu”, ama “hepsi buydu”. (bkz. Joseph Schumpeter, Capitalism, Socialism and Democracy, 1954). John Rosenthal de yakın zamanda diyalektiğin Marx’ı anlamaya yardımcı olmayacağını ileri sürdü. (The Myth of Dialectics: Reinterpreting the Marx-Hegel Relation, 1998) Tersine, Grundrisse’ye dayalı olarak, Rosdolsky’nin hiçbir akademik eleştirinin Marx’ın ekonomik eserlerine önce onun yöntemini ve bu yöntemin Hegel’inki ile ilişkisini incelemeksizin yaklaşmaması gerektiği argümanını destekleme eğilimindeyiz, çünkü “Hegel’in Marx’ın Kapital’i üzerindeki etkisi yalnızca birkaç dipnotta açık bir şekilde görülebiliyorsa, Grundrisse, Hegel’e devasa bir referans olarak görülmelidir, özellikle de Mantık Bilimi’ne” (Roman Rosdolsky, The Making of Marx’s Capital, 1971). Bununla birlikte, Marx’ın diyalektiği hiçbir şekilde Hegel’inki değildir (bkz. Benedetto Croce, Materialismo storico ed economia marxista (Tarihsel Materyalizm ve Marksist Ekonomi), 1899; Jean Hyppolite, “Science and Ideology from a Marxist Perspective”, 1969 ve Roger Garaudy, “Marx’s Notion of Structure and Alienated Conceptions of Structure”, 1969. Marx’ta diyalektiğin rolü için ayrıca bkz. Mario Dal Pra, La dialettica in Marx (Marx’ta Diyalektik), 1972; David MacGregor, The Communist Ideal in Hegel and Marx, 1984; Robert Fine, “The Marx-Hegel relationship: revisionist interpretations”, 2001.

[13] Bu kaba ve maddi komünizm biçiminin eleştirileri, Gobetti tarafından erken döneminde ortaya konanlardır: “Bolşeviklerin bu fikri eyleme dönüştürmeyi amaçladığı yollar, özünde, siyasidir, bu da demektir ki, siyasetin ekonomiye bağımlılığı konusundaki geleneksel Marksçı bakışı tersyüz ederler ve marksizmin evrimci özünü katıksız şiddetle olumsuzlayarak, sonunda bu özün daha da dejenere ve zararlı bir versiyonunu ortaya koymuş olurlar.” (Piero Gobetti, “Rassegna di questioni politiche” (Politik Meselelerin Bir Değerlendirmesi), 1929)

[14] Marx veya Engels’in eserlerinin hiçbir yerinde, Herbert Marcuse (“A Critical Review of the Concept of Revolution”, 1969) ve diğerlerinin ancak çok kısa bir geçiş döneminin baskılamaya doğru dejenerasyon sürecinin önüne geçeceği argümanını destekleyen bir şey yoktur. Aksine, sosyalist bir ekonomide tesis edilmiş piyasa ilişkilerinden kopuşmak için gereken uzun süre düşünülürse, çoğu marksist, bu geçiş döneminin oldukça uzun olması gerektiği görüşünü benimsemiştir. (başkalarıyla beraber bkz. Paul Sweezy ve Paul A. Baran, Monopoly Capital, 1966; Sweezy, “Reply to Bettelheim,” 1969; Bettelheim, The Transition to a Socialist Economy, 1969)

[15] Kautsky’ye göre, bilimsel sosyalizmde sosyalist bir düzenin ortaya çıkışına kaçınılmaz gözüyle bakılır, çünkü hem sınıf mücadelesi hem de proletaryanın zaferi kaçınılmazdır. (Karl Kautsky, Etik ve Materyalist Tarih Anlayışı, 1907). Ancak, Robert C. Tucker (1961 tarihli kitabı Karl Marx’ta Felsefe ve Mit’in Giriş bölümünde) 1844 Elyazmaları’nın Rusça (1927) ve Almanca (1932) yayınlanmasını takiben bu görüşün artık savunulamayacağını ileri sürmesine rağmen, marksizme sosyalizmin kaçınılmaz olduğu bir dünya görüşü olarak yaklaşmak, halen açık ara hâkim görüştür.

[16] Burjuvazi, “tüm gelişmiş ülkelerde geçim yollarının neredeyse münhasıran sahibi olan büyük kapitalistler sınıfıdır”. (Engels, “Draft of a communist confession of faith”, 1847)

[17] Yakın tarihli mükemmel bir kitapta, Ernesto Screpanti, “temel kapitalist kurum istihdam sözleşmesidir” tezini kapsamlı şekilde ele almıştır (bkz. The Fundamental Institutions of Capitalism, 2001). Teorisi doğru ise, bir üretici kooperatifleri sisteminin kapitalizmle hiçbir ilgisi yoktur. Ayrıca bkz. Screpanti, “Employment Contracts, Ownership and the Role of Accumulation: Towards a General Theory of Capitalism”, 2002.

[18] Bu konu Bruno Jossa ve Gaetano Cuomo tarafından daha ayrıntılı ele alınmıştır. (The Economic Theory of Socialism and the Labour Managed Firm, 1997)

[19] İşçi denetimine ilişkin olarak, Ernest Mandel, “işçi denetiminin bir geçiş aşaması talebi, türünün en iyisi bir antikapitalist yapısal reform olduğunu” ileri sürmüştür. (“The debate on workers’ control”, 1968-9)

^