“Emek Mücadelesinde Alternatif Örgütlenmeler” dizisinin ikinci bölümünde, söz sırası kıdemli bağımsız sendika DGD-Sen’de… Mevcut konfederasyonların yapısı, işleyişi dışında bir örgütlenme anlayışıyla 2012’de yola çıkan, sendikal mücadeleyi İşyeri Komiteleri ve İşçi Meclisleri ile yürüten DGD-Sen’in başkanı Murat Bostancı ve örgütlenme uzmanı Neslihan Acar’ı dinliyoruz.
Depo, Liman, Tersane ve Deniz İşçileri Sendikası (DGD-Sen) ne zaman ve nasıl kuruldu?
Murat Bostancı: Resmi olarak kuruluş tarihimiz 24 Aralık 2012. Kuruluş sürecine bizi götüren Migros depo oldu, oradan çıktı sendika. Yaklaşık on yıl önce, 2007-2009 arasında ben de aynı depoda çalıştım. Liman-İş Sendikası’na üye yapılmıyorduk. Akabinde yine başka bir depoda çalışırken Migros depodaki arkadaşlarla o zaman Kartal Bir Umut Derneği’ndeki Umut-Sen’li arkadaşlarla irtibat halindeydik. 16 no’lu iş kolunda –gemi yapımı, deniz taşımacılığı, liman, tersane, depo, antrepo iş kolu– üç sendika vardı, ikisi Türk-İş’te, biri DİSK’teydi. Bu mevcut sendikaların hiçbiriyle uyuşmadığımız için üç farklı depodan yedi işçi arkadaş yan yana geldik. Umut-Sen’in de destekleriyle 24 Aralık 2012’de resmi başvurumuzu yaptık ve sendikayı kurduk. Altı ay sonra kongremizi yaptık. Ondan sonraki süreçte Migros depolarda ve diğer depolarda örgütlenmemiz devam etti.
İşyeri komiteleri ve işçi meclisleriniz var, işçiler doğrudan karar süreçlerinde yer alıyor. DGD-Sen’deki bu işleyişi anlatır mısınız?
Bostancı: Ben sendikanın genel başkanıyım, ama bu sadece resmiyette, kâğıt üzerinde. Beş yönetici arkadaşımızın sadece kâğıt üzerinde görünmesinin çok da önemi yok. Örgütlü olduğumuz tüm işyerlerinde İşyeri Komiteleri olmazsa olmazımız. Bu komiteler üzerinden İşçi Meclisleri’nde işliyor tüm süreç. Oradaki işçi arkadaşların aldığı kararlarla sendikal faaliyetler yürüyor. Oraya dair ne yapıp edeceksek, oradaki işçi arkadaşların bizzat karar vereceği bir şey. Sendikanın işleyişi de öyle. Yani sendika, bu İşyeri Komiteleri ve İşçi Meclisleri’nin bizzat kendisidir. Meclis, komite, konsey örgütlenmesini önüne koyduğunda sendikayı aşmış oluyorsun aslında. Mevzu da bu zaten. Senin örgütlülüğün yan yana gelip talep edebilmeni de sağlıyor.
Kendi iş kolumuzun dışına da dokunmak, farklı işyerlerindeki işçi direnişlerinde yer almak, onlarla dayanışmak, birisi haksızlığa uğradığında onun yanında olmak gerek. Bir kadın baskı gördüğü zaman onun da yanına gitmek gerek. Türkiye ve dünyaya dair önemli gelişmeler olduğunda hem sendika hem sendikaya üye olanlar hem de işçi meclisleri buna dair konuşabilmeli, kendini ifade edebilmeli.
Biz de arkadaşların almış olduğu kararlarla birlikte örgütlenmemize devam ediyoruz. Yaklaşık altı yıl oldu. Tabii bağımsız sendikaların önünü kesmek için hem sistem tarafından hem de sarı-bürokratik sendikaların çeşitli manevraları var. Bu zorlu süreçte bütün imkânlarımızla sınıf mücadelesini yükseltmek için yola devam ediyoruz.
Bir önceki soruya cevap verirken “mevcut sendikaların hiçbiriyle uyuşmadığınızı” söylediniz. Bu uyuşmazlıklar neler, neden bağımsız bir sendika?
Bostancı: Önceden konfederasyonlarda bir eşitsizlik vardı. Konfederasyonlara bağlı sendikalara yüzde 1, bağımsızlara yüzde 3 işkolu barajı uygulanıyordu. Daha sonra Anayasa Mahkemesi tarafından eşitlik ilkesine aykırı bulunduğu için iptal edildi bu. Böylelikle bağımsız sendikalar ya da konfederasyonların hepsine yüzde 1 iş kolu barajı geldi. Ancak diğer sendikalarda bir kastlaşma var. Genel başkanın maaşı 50-60 bin lira, sendikanın örgütlenme uzmanı bile bir milletvekilinin maaşına yakın ücret alıyor. Bu durumda işçinin hakkını savunamıyorlar, sadece kürsülerde işçi sınıfına selamlar veriyorlar. Bunun dışında pek bir gerçeklikleri yok. Sendikaların iç işleyişlerinde demokratikleşme de yok. Bizim baştan beri üzerinde durduğumuz şey sendikal hareketi, sendikal mücadeleyi Toplu İş Sözleşmesi’ne (TİS) sıkıştırmamak oldu; işçi sağlığı, iş güvencesi, kötü şartlar, ücretler buna eklenebilir, sendikal hareketi TİS’e sıkıştıran mantığın kendisi yanlıştır.
Neslihan Acar: Kuruluş sürecimizde patron sendikaları vardı. Arkadaşların bu sendikalardan Liman-İş’e “gelin örgütleyin” gibi bir talebi bile oluyor, ama onlar “biz taşeron örgütlemiyoruz” diyorlar. Ya sendika kurmak gerekiyordu ya da varolan sendikaya dönüştürücü, zorlayıcı başka bir yöntem uygulamak. DİSK de dahil tüm sendikalar “taşeron örgütlemiyoruz” diyorlardı. Oysa bu ülkenin taşeron gerçeği var. Şimdi depo iş kolundasın, on işçi firmanın kadrosunda, doksanı taşeron. “Onunu örgütlüyorum, doksanıyla ilgilenmiyorum” diye bir şey olabilir mi? Taşeronların varlığı zaten yasadışı şekilde oluyor. Ben anketörüm, bizim sektörde on bine yakın anketör çalışıyor ve on bini de sigortasız. Şimdi sigortalı olduğumuz zaman Sosyal-İş Sendikası’nda örgütlenebiliyoruz, ama sigortasız olduğumuz zaman Sosyal-İş biz yokmuşuz gibi davranıyor. Sendikaya gittiğimizde, “sigortalı olun, öyle gelin” dendi. E ben bu mücadeleyi verebiliyorsam sana neden ihtiyacım olsun ki? Burada da aynı hikâye, diyorlar ki, “ben taşeron örgütlemiyorum, kadro değilsiniz, o değilsiniz bu değilsiniz.”
Mesele sadece TİS değil, işçilerin yan yana gelmesi. Kıdem tazminatlarının fona dönüştürülmesi, zorunlu BES, on yıl olan zaman aşımının beş yıla düşürülmesi… Bütün bunlar sermayenin saldırısıdır. Bu saldırıları İşçi Meclisleri, İşçi Komiteleri ile sendikalar gerçekten işçilerle birlikte hareket ettiği zaman yenebiliriz.
Murat abi anlattı, nihayetinde yedi arkadaş yan yana geldi ve bir sendika kurdu. Neden bağımsız, neden bir konfederasyona bağlanmıyor? Bu, “çatı” diye tabir ettiğimiz Umut-Sen’le de ilgili. Varolan konfederasyonlara baktığımızda, daha solda duranın bürokratikleştiğini görüyoruz, sağda duranı saymıyorum zaten, patronun yalvar yakar “gelin benim iş yerimi örgütleyin” dediği haldeler.
Peki zorluklarına rağmen siz taşeronu nasıl örgütlüyorsunuz?
Acar: Çok zor değil. Zorlukları var, ama oluyor da işte.
“Sendikal hareketi TİS’e sıkıştıran mantık yanlış” dediniz. Bir işçi örgütlenmesi daha fazla ne yapmak için varolmalı? Siz neler yapıyorsunuz?
Bostancı: Kendi iş kolumuzun dışına da dokunmak, farklı işyerlerindeki işçi direnişlerinde yer almak, onlarla dayanışmak, birisi haksızlığa uğradığında onun yanında olmak gerek. Bir kadın baskı gördüğü zaman onun da yanına gitmek gerek. Bunları önemsiyoruz. Türkiye ve dünyaya dair önemli gelişmeler olduğunda hem sendika hem sendikaya üye olanlar hem de işçi meclisleri buna dair konuşabilmeli, kendini ifade edebilmeli. Referandum öncesinde, Gebze’deki temsilcilikte işçi meclisleri olarak “Referandumda işçiler ne diyor?” diye bir sempozyum yapmıştık. Oradaki işçilerin hepsi yüzde yüz aynı düşünmeyebilir, ama biz bununla ilgili de bir gayret içerisindeyiz. Çünkü mesele sadece TİS değil, işçilerin yan yana gelmesi. Kıdem tazminatlarının fona dönüştürülmesi, zorunlu BES (Bireysel Emeklilik Sistemi) getirilmesi, önceden on yıl olan zaman aşımının beş yıla düşürülmesi ve hatta bunun daha da aşağı çekilmeye çalışılması… Bütün bunlar sermayenin saldırısıdır. Bu saldırıları işçi meclisleri, işçi komiteleri ile sendikalar gerçekten işçilerle birlikte hareket ettiği zaman yenebiliriz.
Hangi şehirlerde örgütlüsünüz? İşçi komiteleriniz bu örgütlenmelere nasıl dahil oluyor?
Bostancı: İstanbul dışında Kocaeli, Tekirdağ, Bursa, Kayseri, İzmir ve Ankara’daki depolarda üyelerimiz var. Depo işçileri olarak bu işe başladık, ama tersane, liman, deniz işçisi de bize üye olabiliyor. Ağırlık depo, antrepo işçileri, fakat tersane, liman, uzak deniz işçileri de var.
Şehirlerde depolardaki üyelerimizle irtibatı kurduktan sonra hızlı bir şekilde işçi arkadaşlarla yan yana geliyoruz, daha sonra oradaki işyerinde İşyeri Komitesi kurulmasında birlikte hareket ediyoruz. İşyeri Komitesi kurulduktan sonra üyelikler devam ediyor. Bununla ilgili dönem dönem sıkıntılar da yaşıyoruz.
Çalıştığı işyerinde o zamana kadar ciddi sorunlar yaşayan, ciddi baskılar gören işçi baskı dayanılmaz bir noktaya geldikten sonra sendikayla iletişime geçiyor. Bizimle iletişime geçen kim olursa olsun, Türkiye’nin neresinde olursa olsun, hızlı bir şekilde karşılık veriyoruz, en kısa sürede kendi olanaklarımızla işçi arkadaşlarla yan yana gelip o işyerinde İşyeri Komitesi’nin kurulmasını sağlıyoruz. Oradaki bütün işleyiş o İşyeri Komitesi üzerinden şekilleniyor. İşçi Hakları Eğitim Toplantıları yapıyoruz. Bu toplantılarda işçi arkadaşlara–kıdem tazminatı konusu, işçinin işten atıldığı zaman nasıl hareket etmesi gerektiği meselesi, sendika nedir, dayanışma ve örgütlenme nasıl olmalıdır gibi– haklarını kapsayan bilgilendirmeler yapıyoruz.
Akla ilk gelenler Avon ve Migros direnişleri. Bunlar ve içinde yer aldığınız diğer direnişler neler, halihazırdaki eylemlerinizi anlatır mısınız?
Bostancı: Şimdiye dek beş-altı direniş gerçekleştirdik. Kamuoyunda en çok Avon direnişi öne çıktı. Arkadaşlarımız 64 gün boyunca onurlu bir şekilde Avon önünde direndiler. Avon sonradan iş kolu değiştirme, taşeron gibi birçok manevra yaptı. Migros direnişimiz 14-15 gün sürdü. Netlog direnişimiz oldu, iki hafta sürdü. Kendim 2016’da Bomi-Lodi firmasında çalışırken 36 günlük bir direnişim oldu.
Bizimle iletişime geçen kim olursa olsun, Türkiye’nin neresinde olursa olsun, hızlı bir şekilde karşılık veriyoruz, en kısa sürede işçi arkadaşlarla yan yana gelip o işyerinde işyeri komitesinin kurulmasını sağlıyoruz. Oradaki bütün işleyiş o işyeri komitesi üzerinden şekilleniyor.
Bu direnişler hem işyerindeki işçi arkadaşlara hem direnenlere hem de bize öğretiyor. İlk başladığımızda şu anki sınıf bilincinin belki yarısı bile yoktu. Ama bunu öğrenirken işçilerle birlikte öğreniyoruz. Çünkü bunu mevcut bürokratik-patron sendikalarıyla öğrenmemiz mümkün değil. Onların öğretecek bir şeyi yok, bir çukura girmişler, tek düşündükleri işçilerden almış oldukları aidatlar. Sendikayı holding, işçileri müşteri olarak görüyorlar. Kendi yaşam tarzları tamamen farklı; 20, 30 ya da 50 bin lira alan bir sendika yöneticisinin yaşadığı yer, yaptığı tatil, giyimi ve kuşamı işçininkiyle aynı olabilir mi? Yaşam biçimi farklı olan birinin işçiler nezdinde bir karşılığı olmaz, söylediğinin de bir önemi olmaz. “Metal Fırtına” döneminde Türk Metal Sendikası’na karşı metal işçilerinin birçok yerde kendi sendikalarına tepkisini ciddi şekilde gördük.
Bağımsız bir sendikasınız, ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz?
Bostancı: Gittiğimiz birçok yerde şöyle bir zorlukla karşılaşıyoruz: Depo işçisi aslında başka sektörlerde de çalışmış, metal iş kolunda ya da plastik iş kolunda bulunmuş ve hasbelkader çalıştığı işyerinde sendikal faaliyet içine girmiş. Bu işçi arkadaşlarla karşılaştığımızda “biz artık sendikanın s’sini dahi duymak istemiyoruz” diyorlar. Neden? Çünkü bahsettiğim sarı-patron sendikalarla geçmişte karşılaştıkları için. İşçi bağımsız sendikaymış, konfederasyonmuş bakmıyor. Sendika dendiği zaman direkt algı şu: “Ben daha önce sendikaya üye olmuştum, ama sendika beni sattı, yarı yolda bıraktı, tazminatımı da alamadım.” İşte bu yolu deneyimlemiş bir işçiye hiç sendikayı tanımayan bir işçiden daha fazla anlatmak gerekiyor. Tabii anlattıktan sonra da iş bitmiyor. İşçi bizi tanıdıktan sonra bu kez de bağımsız sendikaların önünü kesmeye yönelik bir durum var. Türk-İş, Hak-İş içindeki sendikalarda bunu görüyoruz. Bağımsız sendikaların önü kesiliyor.
Neler yapıyorlar?
Bostancı: Birçok iş yerinde şununla karşılaşıyoruz: “Siz yüzde 1 işkolu barajının altındasınız, TİS yapamıyorsunuz.” Oysa biz Gratis’te, Netlog’da örgütlenme yaptık ve çok ciddi sayılara ulaştık. Ciddi bir sayıya ulaştığımızda bir anda örgütlenme uzmanları “Bu sendika zaten yüzde 1 barajının altında, TİS yetkisi yok. Biz size işten atıldığınızda, direniş ânında maaşınızı öderiz” falan deyip manevra yaptılar ve bize üye işçilerin istifa etmesini sağladılar. Oysa bizim iş kolumuzda örgütlenecek yüz binlerce işçi var. Şu an örgütlenebilecek birçok liman, depo var, ama sarı-patron sendikaları gelip bizim örgütlenme yaptığımız yerlere müdahale ediyorlar. Bu manidar. Amaç bağımsız sendikaların önünü kapatmak. Yüzde 1 işkolu barajı da bunun bir parçası aslında. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) yasaları kapsamında bu barajın geçersiz olması lâzım. Bizim yüzde 1 barajını aşmak için Türkiye genelinde 1600-1700 üye yapmamız gerekiyor, böyle bir gerçeklik olabilir mi? Diyelim, bir işyerinde 100 işçi var, 100’ü de üye olsa TİS yapamıyoruz. Zorlanılsa protokol yapılabiliyor. Büyük sendikaları, bürokratik sendikaları korumak, onları beslemeye devam etmek ve bağımsız sendikaları engellemek için bir manevradır bu.
Örgütlü olduğunuz iş kollarında iş cinayetleri yaşanıyor mu? Bunlara ve yine iş kazaları ile meslek hastalıklarına karşı sendikanız nasıl çalışma yürütüyor?
Bostancı: Daha çok tersanelerde yaygın iş cinayetleri. Depolarda ise eğitimi verildiği zaman iş kazaları en aza inebiliyor. Bizim işkolumuzdaki iş cinayetleriyle gücümüz oranında mücadele veriyoruz, farklı iş kollarındaki iş cinayetlerine de müdahil oluyoruz. Geçen sene Bursa’da bir işçi arkadaşımız paletin altında kaldı, feci şekilde can verdi. Vatan Plastik’te çatıdan yağmur damlıyor diye oraya çıkıp tamir etmeye çalışan bir abimiz, Şakir İpek, oradan düştü ve o da feci şekilde can verdi. Hangi işkolu olursa olsun biz sendika olarak hızlı bir şekilde o işçinin ailesiyle irtibat kuruyoruz, yaralanan işçiyle bir araya geliyoruz, yanlarında oluyoruz. Bizim iş kolumuz olan depolarda iş cinayetlerinde bir azalma var, ama yeterli değil. Merdivenaltı tabir ettiğimiz depolarda eğitimden de bahsedemiyoruz. Eğitim kâğıt üstünde, bir imza attırılıyor işçiye, yasak savılıyor sadece.
Yaşamı düzeltmenin koşulu işçilerle yan yana gelmek. Tek başına olmuyor. Sendika yöneticisi olarak 20 bin lira maaş alırken, 2 bin lira maaş alan işçiyle bağ kuramazsın. Ne de o işçinin 2500 liralık talebini anlamlandırabilirsin.
Acar: İş cinayetleri önlenebilir mi? Hepsi önlenebilir. Şakir abinin çatıdan düşüp ölmesi mesela. Çatı malzemecisi işçilerle konuştuğumuzda “Oraya tecrübeli biri de çıksa bu kaza olacaktı, her an bir kaza bekliyorduk orada zaten” dediler. Sadece çatı meselesi değil. İşletmede patron şunu yapıyor: Makinede her an bir işçinin kolunu kaptıracak düzeyde arıza var, ama makine üretmeye devam ediyor. Otuz yıllık bir makine ile çalışıyor işçi. Makine ürettiği sürece, aynı ürünü çıkardığı sürece patron açısından bir sorun yok. Bu da iş organizasyonunun bir parçası. İyi bir sendikal örgütlenme tabii ki bu iş cinayetlerini engeller. En azından işverene “Bu makine, bu da insan” meselesini hatırlatabilir. Geçenlerde bir işçi arkadaş kaza yaptı, kazadan sonra işten atıldı. Yirmi yıllık freni tutmayan bir istifleyici ile bozuk zeminde palet taşıyor rafa, raf zaten çöktü çökecek, ama işçiler o durumda yine de devam ediyor. Zemin zaten kötü. Buna karşı ihtar yazdığımızda “Zemin sorunlu olabilir, ama sonuçta işçi de o istifleyici ile şu kadar santim kayması gereken yerde bu kadar santim kaydı” dendi. İşçi bunun eğitimini almış mı? Hayır. Freni tutmayan bir istifleyici, zemin bozuk, eğitim yok. İşçi bacağını kaybediyor… Sendikal müdahaleyle, bizim hukuksal anlamdaki müdahalemizle bir şeyler düzelebilir. Değil iyi, en vasat sendikal örgütlenmeyle dahi iş cinayetleri önlenebilir. Bugün birçok sendikalı işyerinde iş cinayetleri yaşanıyor, çünkü sarı-bürokratik sendikalar işin bu kısmıyla değil de aidatlarla ilgilendikleri için buna müdahil olmuyorlar.
DGD-Sen kendini işçi sınıfı mücadelesinin neresinde görüyor? Bir çağrınız var mı?
Bostancı: Birçok sendika kendisini işçi sınıfının önünde, arkasında ya da başka bir yerinde görüyor olabilir, ama biz o sınıfın kalbindeyiz. Sınıf mücadelesi ve sendikal mücadele farklı bir şey, “işçi solcudur, onu sendikaya üye yapmak daha kolaydır” mantığı yanlış, “işçi AKP’lidir, MHP’lidir, sendikaya üye yapamazsın” mantığı da yanlış. Sınıf siyasetinde işçinin hangi partiden, mezhepten olduğunun, nereden geldiğinin önemi yok. İşçinin kendini işçi olarak görmesi önemli. Biz işçi sınıfının tam da kalbindeyiz, o kalp attığı sürece mücadelemiz sürecek.
Acar: Aslında bir sendikanın kendi yapısal sınırları sınıf mücadelesini belirliyor. Sendikalardaki genel duruma bakarsak, bir başkan sıfatı, bir koltuk var ve onun üzerinde şekillenmiş bir yönetim var. 20-30 bin ya da daha üstü maaş alan, en kötü uzmanın 13-14 bin lira maaş aldığı bir hikâyenin içinde biz sıfır liraya mücadele veriyoruz. Murat abi depo işçisi, aldığı ücret asgari ücret düzeyinde, saat 16-17’ye kadar çalışıyor, o saatten sonra Migros önüne gidiyor, ondan sonra Simit Sarayı işçileriyle yan yana geliyor. Yaşamı düzeltmenin koşulu işçilerle yan yana gelmek. Tek başına olmuyor. Sendika yöneticisi olarak 20 bin lira maaş alırken, 2 bin lira maaş alan işçiyle bağ kuramazsın. Ne de o işçinin 2500 liralık talebini anlamlandırabilirsin.
Bostancı: Kendi iş kolumuzdaki mücadelenin dışında, göçmen işçiliği, kıdem tazminatı, zorunlu BES, iş cinayetleri gibi birçok konuda yan yana geldiğimiz, güçlerimizi birleştirdiğimiz durumlar var; birlikte hareket edeceğimiz durumlar da olabilir. Bunlarla ilgili sürekli çağrılarımızı yapıyoruz. Birliktelik önemli, ama bunun kâğıt üstünde kalmaması lâzım. Eğer altını dolduramıyorsak, bunu fiili olarak hayata geçiremiyorsak, bu solcuların yan yana geldiği, bir-iki sendikanın da buna öncü olduğu bir şey oluyor. “Dostlar alıverişte görsün” deyip yan yana gelmek bize de, dostlarımıza da zaman kaybettirir. Sınıf mücadelesi sürdüren derneklerin, oluşumların yan yana gelmesi, güçlü bir sendikal cephe oluşturması bizim için de önemli, ama altının doldurulması lâzım. Mücadeleyi büyütmek lâzım, buna inanıyoruz ve bunun için de tüm gayretimiz ve inancımızla devam ediyoruz.
I. BÖLÜM: PTT-Sen – PTT Kargo-Sen — İşçi kendi siyasetini yapıyor, hikâye büyüyor
III. BÖLÜM: Bağımsız Maden-İş — Üretenin yönettiği sendika
IV. BÖLÜM: Nakliyat-İş — Sendika yöneticileri işçi gibi yaşamalı
V. BÖLÜM: Ekmek ve Onur Derneği — Değirmeni suyun akışına kurmak
VI. BÖLÜM: Umut-Sen — Komite, konsey, meclis