Balığın bol olması beklenen mevsimdeyiz, ama kasım ayının sonuna yaklaşmamıza rağmen bolluktan bereketten eser yok. Denizleri yağmalarcasına avlanıp, dizginsiz sınırsız kirletip bunun bir sonucunun olmamasını beklemek de abes olurdu elbette. Oysa devrin İstanbul Balıkhanesi müdürü Karekin Deveciyan bir asır önce çıkan “Balık ve Balıkçılık” kitabında deniz bereketinin eksik olmadığı bir coğrafyadan söz ediyordu. Marmara’nın iki denizi birleştiren benzersiz ekosistemi neredeyse tamamen çökmüş durumda. Karekin Deveciyan’ın kılavuzluğu ve Ahmet Rasim’in yarenliğinde yitirilen doğal deniz yaşamını hatırlıyoruz…
Marmara yakın zamanlara kadar balık çeşitlerinin zenginliğiyle istisnai sulardan. Özellikleri farklı iki denizin arasındaki konumu ve bunları bağlayan boğaz, pek çok balık türüne uygun bir yaşam ortamı oluşturduğu için, İstanbul da bu alanda farklı bir şöhret edinmiş.
O dönemleri anlatan değerli bir kitap var. Karekin Deveciyan tarafından yazılmış, Türkiye’de Balık ve Balıkçılık adlı çalışma ilk kez 1915’te Türkçe, ardından 1925’te Fransızca olarak basılmış. Reşad Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi’nde geniş ölçüde yararlandığı Deveciyan ve kitabı hakkında şöyle diyor: “‘Balık ve Balıkçılık’ milli kütüphanemizde benzerine ender rastlanan muazzam eserlerdendir ve kendi mevzuunda ise tek eserdir. Bugün İstanbul suları balıkçılığı hakkında bir şey biliyor isek, hepsini İstanbul Balıkhanesi’ne heykeli dikilecek koca adam Karakin Bey Deveciyan’a borçluyuzdur.”
Kitabın günümüz harfleriyle yeniden basımı ise hayli zaman almış, Aras Yayınları tarafından 2006’da yayınlanmış. Erol Üyepazarcı hem Osmanlıca hem de Fransızca baskılarından yararlanarak Türkçeye çevirmiş ve bir giriş yazısı yazmış. Üyepazarcı “Türkiye’de balıkçılık konusunda yazılmış en önemli eserlerin başında gelen ve konuyla ilgilenen herkesin takdirini kazanan çalışma alanında ilktir” diyor.
Deveciyan’ın yerel balık atlası
Karekin Deveciyan 1868 yılında Harput’ta doğmuş. Burada Fransız okulunda başladığı öğrenimini İstanbul’da Katolik Ermenilerin okulu olan Lusaroviç İdadisi’nde tamamlamış. 1891’de Düyun-u Umumiye İdaresi’ne girmiş. Düyun-u Umumiye’nin Bursa, Bandırma, Selanik, Sivas ve Beyrut şubelerinde çalıştıktan sonra, 1910’da İstanbul Balıkhanesi Merkez Müdürlüğü’ne, ardından balık işleri başmüfettişliğine ve daha sonra da başkontrolörlüğüne atanmış. Lozan Antlaşması ve onu izleyen yıllarda Düyun-u Umumiye merkez idaresi kadrolarının tedricen kaldırılmasından dolayı, 1927’de bu kurumdan ayrılmak zorunda kalmış.
Yukarıdaki bilgileri kendisinden öğrendiğimiz Üyepazarcı, Deveciyan’ın bazı küçük çevirilerinin de olduğu, ayrıca İstanbul’da çıkan bazı gazete ve dergilerde bilimsel makaleler yazdığını ifade ediyor. Deveciyan’ın elimizdeki kitabı uluslararası çevrelerde de ilgi görmüş ve zaman zaman kendisine bilimsel konularda başvurulmuş. Bu değerli insanın uzun bir ömrü olmuş ve 1964 yılında 96 yaşında vefat etmiş.
O günlerin göçmen balıklarından İstanbul’a uğrayanlar şöyle: Kılıçbalığı, orkinos, palamut, uskumru, kolyoz, lüfer, istavrit, dülger, hamsi, sardalye; yerli balıklardan kırlangıç, iskorpit, lipsos, hani, barbunya, tekir, karagöz, sarıgöz, mezgit, gelincik; gezici ve uğrayıcı balıklardan ise levrek, izmarit, istrongiloz, kupes, mercan, kayabalığı, gümüş, zargana, kalkan, pisi, dilbalığı, vatoz, köpekbalığı.
Deveciyan, kitabının “mukaddeme”sinde şöyle diyor: “Osmanlı ülkesi sularında ve bilhassa Dersaadet civarındaki boğaz ve denizlerde avlanan balıklar hakkında şimdiye kadar hiçbir inceleme yapılmaması ve buna dair bir eser vücuda getirilmemesi bizde balıkçılık fen ve ticaretinin zamanın terakkisinden nasipsiz ve avcılığın yalnızca sahil balıkçılığına münhasır kaldığına delil telakki olunabilir. Bu arada göçmen balıkların göç zamanı ve göç yolları hakkında da bizim balıkçıların malumatı pek mahduttur.” Bu tespitten sonra da balık ve balıkçılığa dair her türlü bilgiyi içeren bir kitap hazırlamaya çalıştığını ifade ediyor.
Çalışma dört bölümden oluşuyor. İlk bölümde deniz ve tatlısu balıklarını, ikinci bölümde kabuklular ve yumuşakçaları, son bölümde de av araçlarını ve malzemelerini tanıtıyor. Eklerde ise o yıllara ait balıkhane istatistikleri ve çok-dilli bir balık sözlüğü bulunuyor.
Kitabın ilk sayfalarında genel olarak Türkiye’nin, özel olarak İstanbul’un göçmen, yerli ve gezici balıkları incelenmiş. Ayrıntılara girip kaybolmayalım. O günlerin göçmen balıklarından İstanbul’a uğrayanlar şöyle: Kılıçbalığı, orkinos, palamut, uskumru, kolyoz, lüfer, istavrit, dülgerbalığı, hamsi, sardalye; yerli balıklardan kırlangıçbalığı, iskorpit, lipsos, hanibalığı, barbunya, tekir, karagöz, sarıgöz, mezgit, gelincikbalığı; gezici ve uğrayıcı balıklardan ise levrek, izmarit, istrongiloz, kupes, mercanbalığı, kayabalığı, gümüşbalığı, zargana, kalkanbalığı, pisibalığı, dilbalığı, vatoz, köpekbalığı. Bu listede tatlısu balıkları yok. Ama bu eksik liste bile gösteriyor ki, o günlerin İstanbul’u balık açısından hayli zenginmiş.
Ahmet Rasim’in balıkçılığı
Deveciyan ile aynı yıllarda yaşamış olan Ahmet Rasim de benzer bilgiler veriyor. Bir yazısında Balıkpazarı’nda yaşadığı bir olayı naklettikten sonra aklına gelen balıkları sıralıyor: Lüfer, kofana, yunus, falyanos, orkinos, kılıç, poçita, altıparmak, torik, palamut, kestane palamudu, levrek, ispedik, kefal, uskumru, kolyoz, barbunya, izmarit, kıraça, istavrit, kırlangıç… Meğer üstat bir zamanlar meraklı bir balık avcısı imiş ve her türlü araç ve gereç kullanarak kimi zaman ayazda durma, üşüme, uykusuz kalma pahasına balık tutarmış!
O günler artık geride kaldı. Geri gelirler mi? Böyle giderse, hayır. Neyse, yeniden kitabımıza dönersek, ilk sayfalarda şu günlerde merakla beklediğimiz palamut hakkında şu satırları okuyoruz: “Palamut, torik, sivri, altıparmak ve pişotanın hepsi aynı tür balıklardır ve isimleri büyüdükçe değişir… Her soydan torikler Hıdırellez günü (mayıs) Karadeniz’e geçerler, palamut ise bir ay önce geçer. Bu balıklar kısmen Marmara Denizi’nde, kısmen Karadeniz’e geçerken Boğaziçi’nde yumurtlarlar. Temmuzun sonuna doğru sardalya kadar boyu olan küçük yavrular görülür. 15 Ağustos’ta boyları iri bir kolyoz kadar olur, bunlara çingene palamutu ismi verilir. 15 Eylül’de bu balıklar normal bir palamutun boyuna erişir ve Boğaziçi’nden düzgün olarak geçmeye başlar. Ekim ayında balık büyür ve yağlanır, tuzlamaya uygun hale gelir. Bir yaşına kadar olan balıklara palamut denir, iki yaşına gelince torik olur… Torikler Karadeniz’den 21 Ekim’den itibaren düzgün bir şekilde inmeye başlar.”
Yakın zamana kadar lüfer avı İstanbul’da yaşayanların eğlencelerinden biriydi; ay ışığı olduğu zaman akşamları, ay ışığı olmadığı zaman gün batarken ya da sabah erken saatlerde küçük teknelerle Boğaziçi’nde yemli olta ile yapılan bu av, genellikle bereketli de geçerdi.
Sezonun bir başka balığı lüfer de baharın sonlarına doğru Karadeniz’e çıkıp yaz sonundan itibaren Marmara’ya dönen balıklardan. Avlanma mevsimi genellikle ağustostan ekime kadar, ancak bu bazen kasım ve aralık aylarına kadar uzayabiliyor.
Yakın zamana kadar lüfer avı İstanbul’da yaşayanların eğlencelerinden biriydi; ay ışığı olduğu zaman akşamları, ay ışığı olmadığı zaman gün batarken ya da sabah erken saatlerde küçük teknelerle Boğaziçi’nde yemli olta ile yapılan bu av, genellikle bereketli de geçerdi. Şu günlerde bunu yapan var mı? Bilmiyorum, ama balıkçı tezgâhlarında lüfer yok.
Denizlerin gariban sakinlerinden hamsiye gelince; sezonun açılışında bu sene bol olduğu söylense de, balıkçılarda gördüklerim bunu pek doğrulamıyor.
Kitapta tavası ve dolması bolca yenen midye hakkında bilgiler de yer alıyor. Midyenin yer değiştirebilen, kayalara veya diğer cisimlere tutunarak yaşayan bir canlı olduğunu ifade eden Deveciyan şunları söylüyor:
“İstanbul’da yakalanan midyeler, midye çiftliklerinde özel olarak yetiştirilmemiş ve tamamen doğal olarak çoğalmış olsalar da, gerek boyları gerekse lezzetleri bakımından yine de çok makbuldür… Midyeler, kazıklara, dubalara, dubalı köprülere ve suyun altında bulunan her şeye yapışırlar ve oralarda gerçekten salkım salkım dururlar. Bu salkımlardan bir bölümü toplansa bile geri kalanlar hızla onların yerini doldurur… Alkarna ve kepçe yardımıyla midye avı yapılır. Kışın veya Hıristiyanların büyük perhiz döneminde çok fazla miktarda toplanır… Satılacak midyeler bazı sınıflara ayrılır: Salmalık, dolmalık, pilakilik ve tavalık… Taze olmayan midye mideye dokunur ve sağlığa zararlıdır, tuzlu sulardan gelen midyelerde zehir izleri bulunabilir, onun için bu yumuşakçayı güvenilir satıcıdan almak gerekir.”
Dalyan artık bir sokak adı
Çalışmanın üçüncü bölümünde av araçları ve malzemeleriyle ilgili çeşitli bilgiler yer alıyor. Buradan öğreniyoruz ki, Türkiye’de balıkçılar avlanmak için sekiz çeşit araç kullanıyor: Sabit ağlar, ığrıplar ve diğerleri, yani sürtme ağlar, çevirme ağları, dip ağları, salma ağlar, el ağları, oltalar ve diğer araçlar. Artık önemli bir bölümü kullanılmayan bu araçlardan biri de dalyanlar.
Erken gençliğinde Boğaziçi’nde son kalan birkaç dalyanı görmüş, merak etmiş ve hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışmış biri olarak dalyanlara iltimas geçeceğim! Çalışmanın verdiği bilgiler şöyle: “Türkiye sularında kullanılan sabit ağların en önemlileri, tarihi çok eskilere kadar uzanan dalyanlardır… Kıyıdan birkaç yüz kulaçta veya ırmakların ağızlarında yahut da göllerin savaklarında dalyanlar kurulur. Dalyanlar birçok kazık, halat ve demir çapa kullanılarak düzenlenmiş çok çeşitli ağlardan veya ağ gibi düzenlenmiş çitlerden oluşur… Dalyanlar özellikle göçmen balıkları avlamak için ortaya çıkmışsa da bu bazı dalyanlarda aynı zamanda yerli balıklarla gezici veya uğrayıcı balıkların avlanmasına engel teşkil etmez.”
Dalyanların bulunduğu yerlere zaman içinde binaların yapılması, deniz kirliliği, aşırı avlanma sonucu balıkların azalması, yunusların yok edilmesinin balık sürülerinin kıyıdan uzaklaşmasına yol açması ve gelişen teknolojinin avcılıkta kullanılmaya başlaması dalyanları giderek verimsiz hale getirmiş ve Beykoz’daki son dalyanın sökülmesiyle, dalyanlar yarım asır önce tarihe karışmış.
Ancak dalyan kurabilmek kolay bir iş değil. Deveciyan’ın bir uyarıyla noktaladığı paragrafını okuyalım: “İlk önce her yer dalyan kurmaya uygun değildir; dalyanlar ancak balıkların geçit yeri üzerine kurulur, ayrıca belli ölçüde akıntılar ve dalgalardan da korunmuş olmalıdır. Diğer taraftan dalyanın işletilebilmesi için on beş ile yirmi tayfaya gereksinim vardır; diğer bakım masrafları yanında mal sahibi bu işçilerin kumanyasını da sağlamak zorundadır. Eğer kötü yerde kurulmuşsa veya iyi düzenlenmemişse, dalyan sahibini batırabilir… Donanımın kurulması yalnızca parasal kaynak sağlamakla olmaz, deneyim ve uzmanlık da ister.”
Ayrıca dalyanlar, yaz dalyanı ve kış dalyanı olarak ikiye ayrılıyor. Her yıl nisan başında kurulan yaz dalyanları, 15 Ağustos’ta sökülüyor. Kış dalyanları ise ağustosun ortasında kurulup av verimli olarak devam ederse şubat sonuna kadar yerinde kalıyor. Dalyanların girişinin kesinlikle balıkların geçiş yönünde olması gerekiyor.
Altı tür dalyan olduğunu belirten yazar, sırayla bu dalyanları bize tanıtıyor. Bunlar içinde en büyüğü şıra dalyanı adı verilen dalyan. On üç direk ve beş çeşit ağdan oluşuyor. İstavritten kılıçbalığına giren balığın buradan çıkması mümkün değil.
Kitapta yer alan Boğaziçi ve çevresinin haritasında görüyoruz ki, 20. yüzyılın başlarında 52 adet dalyan bulunuyor. Ancak dalyanların bulunduğu yerlere zaman içinde binaların yapılması, deniz kirliliği, aşırı avlanma sonucu balıkların azalması, yunusların yok edilmesinin balık sürülerinin kıyıdan uzaklaşmasına yol açması ve gelişen teknolojinin avcılıkta kullanılmaya başlaması dalyanları giderek verimsiz hale getirmiş ve Beykoz’daki son dalyanın sökülmesiyle, dalyanlar yarım asır önce tarihe karışmış. Geriye kalan yalnızca adı dalyan olan sokaklar olmuş.