DİYARBAKIR BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ EŞBAŞKANI SELÇUK MIZRAKLI

Söyleşi: Anıl Olcan
8 Eylül 2019
SATIRBAŞLARI
Oylarıyla seçtikleri belediye başkanının kayyum darbesiyle görevden alındığı 19 Ağustos’tan beri, Diyarbakır halkının sivil itaatsizlik eylemleri kesintisiz olarak ve ivme kazanarak sürüyor. Bu kitlesel itirazın dinamiklerini, kayyum darbesinin yapıtaşlarını ve genel manzarayı Diyarbakır’ın seçilmiş belediye başkanı Selçuk Mızraklı’dan dinliyoruz.
Oturma eylemleri kayyum darbesinden beri devam ediyor

1+1 Forum’da yayınlanan Kayyum atamadan kayyumlaştırma başlıklı, Özgür Amed imzalı yazıda, HDP’nin 31 Mart yerel seçimleri sonrası kazandığı belediyelere uygulanan ekonomik ve siyasi baskılar kayyum atanmasının farklı bir yöntemi olarak tanımlanıyordu. Görevde kaldığınız süreyi siz nasıl tanımlarsınız?

Selçuk Mızraklı: Birinci fasıl, yerel yönetimlerin yeteneklerine ilişkin OHAL döneminde çıkarılan kararnamelerle belediyelerin idari yetkilerine kısıtlamaların getirilmesiydi. İkinci fasıl kayyum dönemiydi, israf ve savurganlığın ötesinde, bir talan mantığı hâkimdi. Bu nedenle “kaynakların verimsiz kullanımı” gibi ifadeler çok yetersiz kalıyor. Biz kısa vadede ödenmesi gereken çok büyük borçlarla belediyeyi devraldık. Goebbels’in propaganda makinesi gibi çalışan havuz medyasında, seçim öncesi başlayan ve seçim sonrasında da devam eden süreçte çok sayıda yalan haber çıktı. Yaptığımız bütün işlemleri çok şeffaf bir şekilde yürütmemize rağmen, bayrakların indirildiğinden tutun, belediyede suçlu insanların dolaştığına, birçok yalan haber yazdılar. Bu ayrıca sosyal atmosfer açısından da bir sıkıştırma eksenine dönüştürüldü. Yerel yönetimler kamu ile birçok noktada kesişir. Bir telekomünikasyon şirketiyle yürüttüğümüz, 100 civarında çocuğumuzun robotik kodlama ve yazılım eğitimi yapacağı bir çalışma için Milli Eğitim Müdürlüğü yetkilileri ne yazılarımıza cevap verdi ne de telefonlarımıza çıktı.
Müftülük ve valiliğin birçok kez bizi yavaşlatmak için engellemeleri oldu. Bu politika bir tür “kayyum” gibi bizi bir çepere alıp hareket kabiliyetimizi düşürüyordu. Biz bir önceki kayyum dönemine ait 100 milyon lira civarında borç ödedik. Kayyumlar böyle bir borç bırakmasa bu para Diyarbakır kentine dönecek yatırım demekti. Yaratacağı katma değer düşünüldüğünde bu çok önemliydi. Bütün bunlara rağmen faaliyetlerimizin hepsi hukuka ve kamu idari disiplinine uygun şekilde gerçekleştirildi. Bu dönemde hem İçişleri Bakanlığı’nın olağan teftiş süreci hem de Sayıştay’ın denetimi vardı. Bunlardan hiç rahatsız olmadık. Yaptığımız işlemlerden son derece emindik. Bu denetimler yapılırken kayyum dönemine ait faaliyetlerin de ayrıntılı ve nitelikli bir değerlendirmesini yapmalarını umuyorduk. Nitekim bunlar bazı raporlara da yansımıştı.

31 Mart’ta yapılan yerel seçimlerden sonra AKP’den alınan belediyelere ait çok sayıda yolsuzluk dosyaları paylaşıldı. Siz de göreve geldikten sonra Diyarbakır kayyumunun harcamalarını bir videoyla teşhir ettiniz. Geçtiğimiz hafta da Ekrem İmamoğlu İBB’ye ait araçları Yenikapı’da sergiletti. Bu yolsuzlukları nasıl yorumluyorsunuz?

Herkesin uyması gereken temel kurallar vardır. Nesnel verilerle bu yolsuzlukları ifade etmek gerekiyor. Devlet yetkililerinin seçim nedeniyle bölgeye gelişinde birçok harcama kaleminin belediyeler üzerinden gerçekleştirildiğine dair elimizde belgeler mevcut. Diyarbakır Belediyesi olarak göreve geldiğimizin ertesi günü lüks denebilecek araçları geri gönderdik. Bunu tumturaklı bir duyuru yapmadan sessiz sedasız gerçekleştirdik. Özel kalem bünyesinde kiralanmış 74 civarında araç vardı, ilk aşamada 38 aracı geri gönderdik. Bunların içinde 4×4 cipler de vardı. Bu araçların hem benzin harcamaları hem de kiralama bedelleri çok yüksekti. Özel kalem harcamalarını düşürdük.

Eşbaşkanlık sistemi, kadının eşit temsilini esas alan bir yaklaşımdır. Kimse “devletin yapısını imha etmek” gibi tumturaklı sözlerin arkasına sığınmasın. Ağustos ayında 49 kadın cinayeti yaşandığını bilen her demokratın eşbaşkanlık sisteminin ileriye dönük güçlü bir hamle olduğunu görmesi gerekir.

Dolayısıyla kayyumların kamu kaynaklarını pervasızca kullanmaları, kamu geleneğine ve ahlâkına uymak zorunda hissetmeyişleriyle ilgili birçok konu var. İstanbul’daki durumla bizimki çok farklı. Diyarbakır’da demokrasi ve hukuk değerleri yerin dibine sokulmuş durumda. İnsanları, kurumları ve partiyi hedef tahtasına koyup bu hukuksuzluğa meşruiyet arayışında oldukları görülüyor. İnsanları recm eder gibi davranıyorlar. Bu, Türkiye’nin geleceği açısından da hayırsız bir duruma işaret ediyor.

Kayyum atamalarına meşruiyet zemini bulmak için eşbaşkanlık sistemi kriminalize edilmeye çalışıldı. Eşbaşkanlık sistemine yapılan bu saldırıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?

  1. yüzyılın başında, İngiltere’de kadınların seçme ve seçilme hakkı için mücadele ettiği döneme bugünden baktığımızda, kadınlara yapılanların ne kadar hukuksuz ve insanlık dışı olduğunu görebiliyoruz. 12 Mart’ın meşhur komutanlarından Memduh Tağmaç, “sosyal gelişmeler öngörülerimizi aştığı için bu muhtırayı verdik” demişti. Bazen sosyal gelişmeler siyasal alanın ve hukuk alanının önüne geçer. Toplumun ileriye doğru hamlesi tayin edici bir role sahiptir. Bu anlamda ekonomik ve sosyal yaşamda kadının özgürleşme mücadelesini ve bir bütün olarak yaşamın bütün alanlarında eşitleşme çabasını görüyoruz. Kadınların eril zihniyete karşı yapmış olduğu mücadeleye baktığımızda, eşbaşkanlık sisteminin özellikle Ortadoğu ve Kürt coğrafyasında oldukça güçlü bir taraftar bulduğunu görüyoruz.
Mızraklı eşbaşkanlık sisiteminin “kadının eşit temsilini esas alan bir yaklaşım” olduğunu vurguluyor

Bütün temsillerin eşbaşkanlık anlayışı içinde tarif edildiğini ve toplumun buna oy verdiğini görmemiz gerekiyor. Böyle bir noktadan baktığımızda, siyasal partiler yasasında da olan eşbaşkanlık sistemi, özellikle yerel yönetimler gibi toplumun kendi yönetim organları içinde, eşit temsil hakkı açısından önemli bir yer tutuyor. Eşbaşkanlık sisteminin, kadınların sadece görünürde değil, bütün karar süreçlerinde eşit temsilini tesis ettiği bir yaklaşım olduğunu görmemiz gerekiyor. Eşbaşkanlık sistemi, kadının eşit temsilini esas alan bir yaklaşımdır. Pratik uygulama süreçlerinde mevcut olan başkan ve başkanvekili yapısı üzerinden giden bir işletilme sistemi vardır. Kimse “devletin yapısını imha etmek” gibi tumturaklı sözlerin arkasına sığınmasın. Geçtiğimiz ağustos ayında 49 kadın cinayeti yaşandığını bilen her demokratın “kadının köleleştirilmesi” sürecinde eşbaşkanlık sisteminin ileriye dönük güçlü bir hamle olduğunu görmesi gerekir.

Bir yanda sezaryen bir düzen, diğer yanda doğrudan demokrasiye yakınlaşan güçlü bir atılım var. Tüm faaliyetleri İçişleri Bakanlığı tarafından denetlenen bir yapının içinde “geniş katmanların katılımını sağlayamaya çalışacağım” diyorsunuz. Burada ileri olanla geri olanın, statükoyla devrimci anlayışın çatışmasını görüyoruz.

Diyarbakır, Mardin ve Van’a kayyum atanmasının devlet aklı açısından ne gibi bir önemi var?

31 Mart seçimlerinden sonra kent konseyini toplayan ilk büyükşehir belediyesiyiz. Geniş katılımlı muhtar toplantılarından sivil toplum buluşmalarına, çok sayıda toplumsal yapıyla bir araya geldik. Bütün yerel yönetimlerde olması gereken değerlerden biri, şeffaflığın yanısıra, katılımcılıktır. Kolektif aklın yaptığınız bütün işlerin arkasında olması gerekir. Bütün karar süreçlerini merkezileştiren bir anlayışa karşı söz, karar ve temsil süreçlerini en geniş tabanla müzakere eden ve gücünü buradan alan bir anlayışı oluşturmaya çalıştık. Bir yanda sezaryen bir düzen –sezaryen derken hem doğum usûlünü hem de Roma imparatoru Jül Sezar’ı kastediyorum– diğer yanda doğrudan demokrasiye yakınlaşan güçlü bir atılım var. Tüm faaliyetleri İçişleri Bakanlığı tarafından denetlenen bir yapının içinde “toplumun geniş katmanlarının katılımını sağlamaya çalışacağım” diyorsunuz. Burada ileri olanla geri olanın çatışmasını görüyoruz. Tam da bu noktada tarihin diyalektiği devreye giriyor. Statükoyla devrimci anlayışın çatışmasını görüyoruz.

Kayyum atamalarından sonra başladığınız sivil itaatsizlik eylemlerinde gördüğümüz dikkat çekici şeylerden biri de belediye meclisinin sokakta insanlarla birlikte eylemde oluşu. Bu tecrübe size neler düşündürüyor?

İradenin sahibi şu an sokakta olan insanlardır. 500 bin insanın iradesi hiçe sayılmıştır. 800 bin insanın oy vererek ve sonuçlarına rıza göstererek oyladığı seçimlerin devlet eliyle gaspedildiği bir darbe süreciyle buradaki iradenin yok sayılmasını yaşıyoruz. Ne anayasanın başlangıç maddeleriyle ne seçme ve seçilme hakkını tarif eden yasalarla ne de belediyenin işleyişini düzenleyen yasalarla açıklayabileceğiniz bir durum bu. Neresinden bakarsanız uygunsuz bir uygulama ile karşı karşıyayız. Toplum kayyumlara “senin oradaki varlığın benim açımdan meşru değildir” diyor. Hukuksuzluk sadece yasa ile ilgili değildir. Toplumsal meşruiyetten beslenmeyen hiçbir uygulama hukuk disiplini içinde doğru kabul edilemez. Kayyum atanan belediyelerde kolektif rızaya el koyma durumu yaşanmaktadır. Ahlâkın değerleriyle baktığınızda bunun bir karşılığı yok. İnancın değerleriyle de düşünseniz bu duruma bir karşılık bulamazsınız.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Erken İmamoğlu ve CHP heyetinin kayyum darbesi sonrasında yaptığı dayanışma ziyareti

29 Ağustos’ta İstanbul’da yaptığınız basın toplantısında kötülüğün sıradanlığı kavramını kullandınız. Bu kavram, iktidar ve aygıtlarının ötesinde, toplumsal yozlaşmaya da işaret ediyor. Toplumsal alanda ne gibi bir dönüşüm yaşanıyor sizce?

Kavramları maddi, şekilsel ve mekanik düşünmememiz gerekiyor. Biraz önce toplumsal rızaya vurgu yaptım. Bazı değerler siyasetten, inançtan ve ahlâktan öte, insanlığın bu zamana kadar edindiği tecrübelerden elde ettiği sonuçlardır. Bir çocuğun eziyet görmesi bütün dinlerde ve anlayışlarda kabul edilmeyen bir durumdur. Bir toplum bir meseleye ilişkin ehemmiyet verme veya hiç olmazsa günde bir dakikasını ayırıp düşünme gibi davranışlardan uzaklaşıyorsa önemli bir kaybın eşiğindedir. Aykırı olan bir durum vaka-i adiye kabul ediliyorsa, bir ülkenin bu durumu düşünmesi gerekir. Geçen ay tam olarak 49 kadın öldürüldü. İnsanların hayatlarını zora sokan bu iklimden biraz olsun soluklanabilmek için barışa ihtiyacımız var. Bunu görmek çok zor değil. Bu anlamda siyasetin, medyanın, sivil toplumun, üniversitelerin üzerine düşeni yapması gerekiyor. Belki çok sıradışı gelecek ama, etrafınıza bakın, her ailede önemli bir hastalığa sahip birinin olduğunu görürsünüz. Bugün yaşadığımız bu karabasan insanların bağışıklık sistemini zayıflattı. Dikkat edin, sadece yoksulluğa bağlı hastalıklar demiyorum.

500 bin insanın iradesi hiçe sayılmıştır. Hukuksuzluk sadece yasa ile ilgili değildir. Toplumsal meşruiyetten beslenmeyen hiçbir uygulama hukuk disiplini içinde doğru kabul edilemez. Kayyum atanan belediyelerde kolektif rızaya el koyma yaşanmaktadır.

İnsanların yarına olan umutlarının azalması ve tedirginliklerinin tavan yapmasından ötürü insanların bağışıklık sistemi zayıflıyor. Etrafınızdaki birçok insanın önemli hastalıklara sahip olmasının nedenlerinden biri de budur. On yıl öncesine baktığınızda bu kadar hasta insanın olmadığını göreceksiniz. Bir toplumsal bünyeye kötülük musallat olduktan sonra bütün bir bedeni yetmezliğe sokuyor. Şu anda sadece siyasetin, ekonominin, sivil toplumun yetmezliğini yaşamıyoruz. İçeride ve dışarıda toplumsal meseleleri istikrarsızlığa sokarak kötülüğü bütün bir ülkeye egemen kılmaya çalışan bir yaklaşımla karşı karşıyayız. Herkesin birbirine bakıp, derin bir nefes alıp “biz ne yaptık” sorusunu sormasına ihtiyacımız var. Buyurgan ve tepeden inmeci oligarşik bir anlayış ile bu ülkenin çok uzun süre devam edemeyeceği belli oldu. Mesela, o basın toplantısında yabancı bir gazeteci benim hakkımda ortaya atılan bir iddia olduğunu söyledi. Merak edip araştırdım. Bir yaralı insanın yanına benim fotoğrafımı montajlayarak “terör örgütü üyelerini tedavi ediyordu” diye yazmışlar. Devlet uluslararası basına böyle brifing veriyor. Benimle ilgili hiçbir maddi karşılığı olmayan bir iftirayı atabiliyor. Böyle bir ülkede “kötülük olağanlaşmış” demez misiniz? Bir devletin nesnel kanıtları olmalıdır. Hukuk önünde ağır sonuçları olan bu tür şeyleri söylemez. Batman’da bir yurttaş öldürülürken hareketsiz kalan polislerde kötülüğün sıradanlığını görebilirsiniz.


Basın toplantısında bu süreci tarif ederken
kötülük zincirinin işaret fişeği dediniz. Süleyman Soylu’nun Ekrem İmamoğlu’na pejmürde açıklamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? AKP’nin yerel seçimlerde kaybettiği belediyeleri kayyumlarla geri alma hamlesi batıdaki illere de yayılır mı sizce?

Onu dediğimde Süleyman Soylu henüz sayın İmamoğlu’na “pejmürde ederiz” gibi sözler söylememişti. Türkiye’nin fren mekanizmaları olarak tarif edebileceğimiz denge ve denetleme kurumları sadece tek bir kişiye sunulduğunda ortada ne fren ne de balata kalmış demektir. “Ben yaptım oldu” anlayışı ciddi bir güç zehirlenmesi yaratır. Bu anlayış en tepeden aşağıya doğru yayılmaya başlar. Sokaktaki zabıtada da, kayyumda da, valilerde de bunu görebilirsiniz. Doğudan batıya toplumun geniş kesimleri bu uygulamalara tepki göstermezse bu uygulamaların nerede duracağını kimse kestiremez. Bu anlayışın freni Diyarbakır’da mı tutar, İstanbul’da mı tutar, onu bize pratik süreç gösterecek.

Bir toplumsal bünyeye kötülük musallat olduktan sonra bütün bir bedeni yetmezliğe sokuyor. Şu anda sadece siyasetin, ekonominin, sivil toplumun yetmezliğini yaşamıyoruz. Kötülüğü bütün bir ülkeye egemen kılmaya çalışan bir yaklaşımla karşı karşıyayız. Batman’da bir yurttaş öldürülürken hareketsiz kalan polislerde kötülüğün sıradanlığını görebilirsiniz.

Kayyum atamalarının yaşandığı günden sonra muhalefetin yaptığı açıklamaları yetersiz bulanlar oldu. Siz muhalefetin tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye çok ağır bir baskı iklimi altında. Baskı sürecine rağmen 31 Mart ve 23 Haziran süreçleri sonrasında toplumun özgüveninde bir artışa ve buna bağlı olarak itirazların yükselişine tanıklık ediyoruz. 19 Ağustos’tan itibaren özellikle muhalefet cephesinden siyaset ehlinin bu konuda itirazlarını yaptığını gördük. Rawest araştırma şirketinin bölgede yaptığı ankette, yüzde 75’lerin üzerinde bir oranla halkın kayyum uygulamasına karşı olduğunu görüyoruz. Diyarbakır’da bu oran yüzde 81,3. Muhalefetin kendi tabanını koruyarak ve ayrıca kitlesini geniş bir şekilde bu sürece katarak, demokratik disiplin içinde, iletişim araçlarıyla kayyumlara razı gelmediğini aktarması gerekiyor.

Konuşmalarınızda devlet aklı ve toplum aklını ayırıyorsunuz. Önümüzdeki yeni dönemde toplum aklının yeni bir siyaset kurmak için kendine zemin aradığını söyleyebilir miyiz?

Toplum kendi iradesine ve yarınına sahip çıkıyor. “Bir konudaki tasarruf ne olacaksa onu ben belirlemeliyim” diyor. Yurttaş olmanın, birey olmanın, insan olmanın tezahürünü bunun üzerinden görmek gerekiyor. Bu yüzden ısrarla toplumsal rıza diyoruz. Gençlerin geleceğe ilişkin görüşlerine ve devletin gelecekle ilgili tahayyülüne baktığımızda, ikisi arasındaki makasın açılmış olduğunu görürüz. Benzer bir şeyi sokaktaki insan ile devlet yetkililerinin ekonomi ile ilgili yorumlarının arasındaki farka baktığımızda görebiliyoruz. Bugün mevcut iktidarın topluma anlattığı hikâye kabul görmüyor. Ciddi bir itiraz ve inançsızlık var. Hele ki yaptıkları işlemlerin ağır faturalarını gördükten sonra toplumun kaygısı giderek yükseliyor. Türkiye’de şu an her yurttaş 6 bin dolar borçludur. Türkiye şu an borcunun faizini döndürme telaşı içindedir. Hem ekonomik olarak hem de diplomatik olarak büyük zorluklar yaşamaktadır. Komşularıyla kavgalı olan bu anlayış içeride de sürekli istikrarsızlık üzerinden toplumu kutuplaştırarak kendisini var etmeye çalışıyor. Bütün bunların karşısında toplum “bin yıldır beraber yaşıyorduk, bu çatışmadan yana değilim” diyor. Temel ayrım noktası budur. Siyaset ehlinin yapması gereken çözüme yönelmektir. Bütün siyaset çevrelerinin, ateş böcekleri gibi, Türkiye’nin yarınının umut dolu olabilmesi için ışığa yönelmesi gerekmektedir.

Herkesin çözüm için, barış için, adalet için “ne yapabiliriz” diye başını öne eğmesi ve başını kaldırıp bir iyilik cümlesiyle konuşmaya başlaması gerekir.

Sürdürmekte olduğunuz sivil itaatsizlik eylemlerinin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Kayyumlara karşı mücadelenin seyri sizce nasıl olacak?

19 Ağustos’tan itibaren, kamuoyu nezdinde gayrimeşru ve hukuk dışı olan bir kayyum yönetimi var. Kamuoyunun buna onay vermediği birçok kez dile getirildi. İtirazlarını yükseltirken oldukça mutedil, kararlı, inançlı ve bu konuda kesintisiz diyebileceğimiz bir tarzda kendisini sürdüren bir karşı duruş var. Bugüne kadar sürekli kriminalizasyon ile durumları çekip çeviren ceberut anlayış o görüntüyü yakalayamadı ve geri çekilmek durumunda kaldı. Kadın, erkek, yoksul, varsıl, genç, yaşlı, kimin kapısını çalsanız bir itiraz yükseliyor kayyumlara karşı. Şüphesiz bu itiraz kendisini kolektif ve sağduyulu olarak devam ettirirken, başka bir taraftan demokratik muhteva içinde bu eylemin etkisini artırmak için itaatsizlik biçimleriyle karşı duruş gösterecektir. Geçmişten hatırladığımız “aydınlık için bir dakika karanlık” eylemlerinin bir itiraz yöntemi olarak toplumda geniş bir maya sağladığını biliyoruz. İster bir gün olsun ister bin gün, demokrasiye darbe niteliğinde olan bu atama hiçbir zaman burada meşru kabul edilmeyecektir. Israrla demokratik zemini geliştirme ve güçlendirme çabalarımıza karşı geliştirilen demokrasi ve hukuku rafa kaldıran yaklaşımlar başka yol ve yöntemlere zemin hazırlar. Bunun müsebbipleri de kayyum atama kararlarını alanlardır.

Bir süredir iktidar blokunun temsilcileri HDP’nin kapatılmasıyla ilgili açıklamalar yapıyor. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu açıklamaları?

Adeta kedinin önüne yumak atar gibi Türkiye’nin üçüncü büyük partisini kapatma kararından bahsediyorlar. HDP altı milyon oyun sahibi olan bir parti. Siyasetin dengeleri ve Türkiye’nin önünün açılması açısından bana göre birinci partidir. Türkiye’de demokrasi mayalanacaksa onun mayası HDP’dedir. Provokatif biçimler kullanılarak HDP’nin kapatılmasının tartışmaya açılması bile ayıptır. Arkasında milyonların iradesini taşıyan kurumlara bu tür işlemler yapamazsınız. HDP’yi kapatma tartışmasının üzerinden güçlü bir propaganda marifetiyle HDP’yi kriminalize etme çalışmasının bir ayağı olarak görüyorum bu süreci. Dikkat ederseniz, kayyumlarla beraber başladı bu tartışma. “Kötülük bir zincir gibidir, arkasından diğerleri gelecektir” dediğimde bunu kastediyorum. Toplumun bugünlerde yaşadığı tartışmalara baktığımızda kötülük manzumelerini görürsünüz. HDP demokratik siyaset çadırının orta direğidir. Dolayısıyla HDP üzerinden yürüyen bu tartışmaları gayri ahlâki buluyorum. Bu giderek çürüyen iktidarın kendi ömrünü uzatmak için kullandığı bir metafordur. Türkiye’nin son 17 yıllık geçmişine bakarsanız talan, hırsızlık ve soygunun nasıl yükseldiğini görürsünüz. Bütün bunlara rağmen 12 yıl önce Anayasa Mahkemesi’nde AKP’nin kapatılması gündeme geldiğinde HDP geleneği bu konuda siyasi partilerin güvence altında olması gerektiğini ısrarla söylemiştir. Herkesin çözüm için, barış için, adalet için “ne yapabiliriz” diye başını öne eğmesi ve başını kaldırıp bir iyilik cümlesiyle konuşmaya başlaması gerekir.

^