Türkiye’nin pazarlık kozu olarak 1974’ten beri kapalı tuttuğu Maraş (Varosha) bölgesi 46 yıl sonra ani bir kararla, kısmen de olsa, 7 Ekim 2020’de açıldı. Kıbrıs’ın cumhurbaşkanlığı seçimi arifesindeki bu sürpriz hamlenin perde arkasında nelerin olduğu tartışıladursun, “görkemli” açılışı üç yıl önce “Paradise Lost” adlı albümünde kâhin misali anlatan Mağusalı müzisyen İnal Bilsel’den Maraş’ı, Kıbrıs’ı ve sanat-zaman ilişkisini dinliyoruz.
Uzunluğu 6,5 kilometreyi bulan bir sahil şeridi… 60’ı apart, 105 otel, 3500 irili ufaklı işyeri, 21 banka şubesi, 99 eğlence mekânı, 25 müze, 24 sinema ve tiyatro salonu, 4470 ev, 130 resmi daire, 9 kilise, bir mezarlık, 8 okul… Bütün bunlara ek olarak 380 inşaatı tamamlanmamış bina… Burası, Kıbrıs’ın Mağusa kentinin yanı başında, tam 46 yıldır dikenli tellerle çevrili bir şekilde akıbetini bekleyen Maraş bölgesi.
1960’lardan 1974’e dek Maraş (Varosha) Akdeniz’in en popüler tatil bölgelerinden biriydi. 1973 rakamlarına göre, Maraş tüm Kıbrıs adasının turizm gelirinin neredeyse yüzde 60’ını tek başına sağlıyordu. Yılda bir milyonun üzerinde turist ağırlayan bölgede 40 bine yakın yerleşik nüfus vardı. Yatak kapasitesi 10 binin üzerindeydi ki, Türkiye’nin o yıllarda tüm Ege ve Akdeniz sahillerindeki yatak kapasitesi bunun altındaydı. 1974’teki savaş kentin kaderini tamamen değiştirdi.
Savaşın hemen ardından, 1980’lerde Mağusa’da dünyaya gözlerini açan kuşak ise bir “hayalet şehir” olarak tanıdı Maraş’ı. Artık bölünmüş Kıbrıs’ın en kritik müzakere unsurlarından biri olarak sadece Türkiye ordusunun erişimine izin verilen, dikenli tellerin ardında girilmesi yasak bir alandı.
Savaşın hikâyesi ayrı, ama 1974’ün ağustos ayında, tabağında yemeğini yarım, kapısını aralık, yatağını toplanmamış bırakarak Ada’nın güneyine doğru kaçan Maraşlı Rumların 46 yıl boyunca değil geri dönmek, evlerini bir daha görememiş olması yaşamı etnik kimlik üzerinden okumayan, acı ve travmayla yüz yüze geldiğinde savunmaya geçmek yerine empatiyle yaklaşabilenler için katlanarak büyüyen bir yük olagelmişti.
Onca yılın ardından, geçtiğimiz ekim ayında beklenmedik bir gelişme yaşandı. Kritik cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılacağı hafta tartışmalı bir kararla tam 46 yıldır kapalı olan bu “hayalet şehir”in bir bölümü asker kontrolünde ziyaretlere açılıverdi.
Maraş bölgesinde ve Rum evlerinde büyüyenlerin farklı bir deneyimi var Kapalı Maraş’a dair. Halının altına süpürülmüş hikâyelerin içinde büyüdük. Belli bir yaşa geldikten sonra, “Acaba o ev kime aitti? Şu an yaşıyor mu? Nasıl hayallerle o evi yapmıştı?” gibi sorular bir yük gibi taşınan bir şey haline geldi.
Maraş ve onun gibi daha birçok detayda saklı adamızın vaziyetini bir kez daha takım elbiseli adamların, inceliksiz üslupları içinde konuşmak zorunda bırakıldık. Zaten dar olan hareket alanlarımızın zemini de balçıkla kaplanır hale geldi bir anda.
Biz Kıbrıslıların karmaşık varoluşsal durumunun müzikal karşılığını ince ince işleyerek “yerelden evrensele, bireyden kozmosa” bir köprü oluşturan Mağusalı besteci İnal Bilsel eserleriyle birçok politik kodla yüklü bu atmosferin dışına çıkarak daha özgür noktalardan bakabilmemizi sağlıyor yıllardır. İnal yaklaşık üç yıl önce, Sony Music –Epic İstanbul etiketiyle yayınlanan Paradise Lost (Kayıp Cennet) albümünde kıyamet-sonrası dünyada Kapalı Maraş’a dair neredeyse “kehanet” denebilecek bir kurgu yaratmıştı. İnal Bilsel’le Mağusa’yı, Kapalı Maraş’ı, Paradise Lost’u, sanat- zaman ilişkisini ve bilimkurgunun güncelliğini konuştuk.
Kapalı Maraş’ın esas sahibi Kıbrıslı Rum yurttaşlarımıza iadesini, onların yaşadığı travmalar ve oraya dair hafızalarını konuşuyor ve doğal olarak çözümü de hakkaniyeti de terazinin bu yönüne yüklüyoruz. Tabii ki pusulamız empati, başkasının acısını görebilmek, sorumluluk üstlenebilmek. Bunların yanında, 1974’ten beri günbegün çürümesine şahitlik yaptığımız bir yerden söz ediyoruz. Mağusalılar olarak hepimizin Kapalı Maraş’ın dikenli tellerine, sınırlarına dair anısı çok. Şehrimizin bütünlüğünü dikenli tellerle, askeri tabelalarla ve türlü yasaklarla birçok farklı noktadan tekrar tekrar bozan, bize bu bütünlüğü hem unutturup hem de yeni bütünlükler kurmamıza engel olan bir yerden bahsediyoruz. Özellikle savaşı yaşamadan Kapalı Maraş’ın komşusu olarak büyüyen Mağusalılar için ne ifade ediyor orası? Toplumsal hafızamıza nasıl etkileri oldu bunca yıl?
İnal Bilsel: Kişisel sormadın, ama oradan başlamalıyım. Mağusa’da benim çocukluğumun geçtiği ev Kapalı Maraş sınırındaydı. Tam evin arkasında bir okul var, okulun arkasında da sınır. Direkt sınırın içinde büyüdüm yani. Kaldığımız ev de “üniversite lojmanı” olarak adlandırılan bir Rum eviydi. İnşaatı yeni bitmiş bir apartman. Küçükken bu durumu pek anlamlandıramadığımı hatırlıyorum. Belli bir yaşa geldiğimizde, kaldığımız yerin Rumların yapıp geride bırakmak zorunda kaldığı evlerden biri olduğu anlatıldı bize.
Kapalı Maraş sınırıyla ilgili de bize en çok söylenen şuydu: “Sınıra yaklaşmayın, arkasında asker var, telleri geçmeyin.” Çünkü bizim oyun alanımız tam sınırdaydı. Orada geçmemiz gereken bir bariyer vardı. Ama bize öyle söylendiğinde sorguladığımız bir şey değildi bu.
Özellikle o sınırda, Maraş bölgesinde ve Rum evlerinde büyüyenlerin daha farklı bir deneyimi var Kapalı Maraş’a dair. Savaşı yaşamamış olan, ama hemen ertesine doğan ‘80 kuşağı başka bir psikolojiden geçti. Anlam veremedikleri bir durumdu. Halının altına süpürülmüş hikâyelerin içinde büyüdük. En azından benim çevremde böyleydi. Belli bir yaşa geldikten sonra, “Acaba o ev kime aitti? Şu an yaşıyor mu? Nasıl hayallerle o evi yapmıştı?” gibi sorular bir yük gibi taşınan bir şey haline geldi.
Çocukluğumun bir döneminde, üniversitede akademisyen olanlara verilen bir tür ayrıcalık nedeniyle, ailece Kapalı Maraş’taki Ordu Evi’ne gidip yemek yediğimiz zamanlar da oldu. Hatta bir tanıdık aracılığıyla daha da derinlerine gitme şansımız oldu. “Deniz Evi” dedikleri, komutan eşleri ve çocuklarının zaman geçirdiği bir alan vardı, oraya gittiğimde çok daha fazla içine girebildim oranın gerçekliğinin: Oteller, evler, kapatılmış dükkânlar… Başlı başına bir şehir. İlk defa o zamanlar orayla ilgili fantezi dünyam derinleşmeye başladı ve orayı daha fazla gezip keşfetme isteği doğdu. Orada olan biteni biraz daha iyi kavradıktan, tarihi biraz daha irdeledikten sonra, artık bunu bir problem olarak hissetmeye, bir çözüme ulaşmasını arzulamaya ve bir askeri üs olarak kalmamasını istemeye başladım. Kıbrıslı Türk halkını, ya da liderlerini diyeyim, daha iyi tanıdıktan sonra, ne gibi potansiyellerin bizi beklediğini görmeye başladım. Bununla ilgili bir kara mizah yapma ihtiyacı duydum.
Kişiliğimi ve yaptıklarımı sürekli sorguladığım bir dönemden geçiyordum. Bu sorgulamalar gitgide bir yüke dönüştü. Geçmişi sürekli bir yük olarak taşıdığımı hissetmeye başladım. Bu yükü atabilmenin yolunu Paradise Lost’u yaparak bulmaya çalıştım.
Maraş’ın açılacağını duyduğunda neler hissettin?
İnanılmaz derecede “anti-climax” bir olay gerçekleşti. Küçüklüğümüzden beri, benim ve benim jenerasyonumun taşıdığı bir hayal vardı: Orası büyük bir şenlik havasında açılacak! Bir çözüme varacak! İçim acıdı görüntüleri izlerken. Ama hiç şaşırmadım.
Hep düşünürdüm ki, açılırsa ilk ben gireceğim. Çünkü orada büyüdüm, sınırında büyüdüm ve açıldığı gün görmek isterdim, orada olmak isterdim. Ama bu açılış şeklini hiç tasvip etmedim ve o yüzden de orada değildim. İki ay oluyor açılalı, hâlâ da gitmiş değilim. Gerçekten büyük hayal kırıklığı. Oraya hemen yepyeni, kapkara bir asfalt döktüler…
Tam olarak aynı duyguları ninemin evinde hissetmiştim. ‘90’lı yıllarda, ben 11-12 yaşlarındayken ninem vefat ettiğinde, evi atıl durumda kaldı. Bir süre sonra izinsiz, habersiz birileri o eve yerleşti. Eninde sonunda o ev sonra yine boşaldı. Aşağı yukarı 20 yıl geçmişti, ilk kez o eve tekrar girdiğim günü çok net hatırlıyorum. Eşimle oradan geçerken kapının açık olduğunu gördük ve bir heyecanla girmeye karar verdik. Girince kendimi hiç beklemediğim duyguların içinde buldum ve ağlamaya başladım tuhaf bir şekilde. Neden ağladığıma anlam da veremedim. İşte Maraş’ın açıldığı o görüntüleri izlerken hissettiklerim buna çok benzer hislerdi.
Ninemin yatak odasının zemini küçük ahşap panellerle kaplıydı, öyle parça parça, parke gibi. İçeri girdiğimde onları söken ustalar vardı evde. Çünkü aile büyüklerinin bazı planları yönünde ev yenilenmekteydi. Bundan haberim yoktu ve hayatımda hiç görmediğim insanlar o parkeleri sert hareketlerle yerinden söküyordu. Varoşa’daki görüntüleri gördüğümde de olan buydu, o yepyeni, kapkara asfaltı gördüğümde çok bozuldum. Başkalarının taşıdığı duyguları es geçip, hiç düşünmeden çat diye müdahale etmeye cüret etmek, o duyguların da üstüne o asfaltı dökmek…
Bombalanmış binalar önüne saksılarda çiçekler…
Birçok kişi o günden utandı.
Bir taraftan da o gün bir şenlikmiş gibi lanse edilmeye çalışıldı, ama biz böyle tanımlanan bir şenliğin parçası hissedemedik kendimizi.
Geçmiş travmaların, negatif yaşanmışlıkların birliktelik içinde aşılmış olduğu bir psikolojide yapılsaydı ve orada beraber bir geleceğe bakabilseydik, ancak o zaman bir şenlik olabilirdi.
İşlerini yakından takip edenler mutlaka yakalamıştır, albümün için yarattığın kıyamet-sonrası dünya senaryosunda, bugün olanlara baktığımızda neredeyse bir kehanet diyebileceğimiz bir detay var Kapalı Maraş’a dair. Bunu biraz anlatabilir misin?
Fabulous Las Vegas ile West World’deki gelecekte zenginlerin Vahşi Batı’yı deneyimleyebilecekleri parktan ilham alarak “Fabulous Varosha” (Muhteşem Maraş) isimli bir marka yarattım. Atom bombasının patladığı kıyamet sonrası bir dünyanın nasıl olduğunu merak edenlerin bilet alıp girerek bu kıyamet-sonrası senaryosunu deneyimleyebileceği bir yerdir “Fabulous Varosha”. İçeride zehirlenme riski nedeniyle geçemeyeceğin bariyerler, giremeyeceğin yerler de var. Orayı böyle bir park olarak kurguladım. Albümde bir nükleer savaş söz konusu ve “Fabulous Varosha” hâlâ orada duruyordur ve artık bir yerleşim yeri haline gelmiştir. Ama bu yerleşenler oranın ne olduğunu, tarihini bilmiyor. Bazı kartlar bulurlar, reklam broşürüne benzeyen, ama bilgileri bununla sınırlıdır. Paradise Lost’taki senaryo böyle.
Paradise Lost’un çıkmasından üç yıl sonra, bugün Varoşa’da “hüzün turizmi” yapmayı planladıklarını açıklayan yetkililerin, moda ve düğün fotoğraflarının, video kliplerin çekildiği bir ortamda bulduk kendimizi. Şaşırtıcı oldu mu öngörünün bu derece gerçekleşmiş olması?
Açıkçası şaşırmadım. Hep merak ettiğim, ne olacağını sıkça sorguladığım bir konuydu. Hükümetleri, atılan adımları, verilen başka kararları gördükçe, olası sonuçlar daha da belirginleşmişti benim için. Böyle olmasa şaşıracaktım doğrusu. Adanın her iki tarafından sanatçıların beraber üretip kuracakları bir sergiyle, bir konserle, önceden hayal ettiğimiz gibi bir şenlikle açılmış olsaydı işte o zaman diyecektim ki, bir çağ atladık.
20. yüzyıl ortalarındaki bilimkurgu bu çağın geleceğini öngörürdü. Bu o zamanlar insanlara çok uzak gelen bir şeydi. Bu yüzden daha fantastik, hayal gücünü besleyen dünyalar sunardı. Günümüzdeki bilimkurgu olasılığı çok yüksek şeyleri, yarın olabilecekleri sunuyor. Bu yönüyle de insanı korkutuyor.
Çalışmalarında nostalji temalarını fütüristik senaryolar içinde işleyerek sanatın zamansızlığına ya da özgür-zamanlılığına da zihin açıcı atıflarda bulunuyorsun. Aynı anda hem birkaç adım ileride hem birkaç adım geride yaşayabilen bir zaman yolcusu olarak üretim yaptığına ve performanslarına katılanlar da –izleyici veya dinleyici demek yetersiz kalıyor– bu yolculuğa kolektif bir şekilde dahil olarak, geçmişin yükünden, geleceğin korkusundan kısa bir süre de olsa sıyrılabiliyor. Bugünün dünyası sürekli bir ritmik bozukluk, bir “diskroni” ile tanımlanır halde. Buradan hareketle sanatsal düşünce ve üretimine dair neler söylemek istersin?
Az önce bahsettiğimiz albümün çıkış nedeni tamamen şu aslında: Kişiliğimi ve yaptıklarımı sürekli sorguladığım bir dönemden geçiyordum. Cevapları da sürekli küçüklüğümde arıyordum. Bu sorgulamalar gitgide bir yüke dönüştü. Geçmişi sürekli bir yük olarak taşıdığımı hissetmeye başladım. Bu yükü atabilmenin yolunu Paradise Lost’u yaparak bulmaya çalıştım. Bunu paylaşmak istedim. Sanatın bana bu şekilde yardımı olduğunu söyleyebilirim. Tabii şimdi sorulabilir: “Peki, rahatladın mı?” Bir miktar evet. Artık çocukluğumu çok fazla sorgulamıyorum. Kapalı Maraş konusuyla ilgili hislerimi, düşüncelerimi içimden attım. Artık o konuyla ilgili söyleyebileceğim yeni bir şey yok. Bu şekilde çözümleneceğini tabii ki bilmiyordum, ama ürettikçe içeride daha fazla yer açtım.
Belki de bu yüzden Kapalı Maraş’ın “açılacağı” ilan edildiğinde çoğu insanın yaşadığı türbülansı yaşamamış olabilirsin.
Evet, gerçekten de çevremizde yaşanan türbülansı yaşamadım.
İşte bu noktada sanatın zamansızlığı ve özgürleştirici etkisi yatıyor galiba. Sanatın dış dünyada, politikada, iktidar savaşlarında olan bitene dair, onları yok saymadan özgürleştirme gücüne sahip olmasının bir örneği. Aktivizm genel anlamda bir politik karşıtlık üzerine mücadele olarak anlaşılıyor, ama özgürleşmek ve biraz da reaksiyonerliğin dışına çıkabilmek adına, içinde taşıdığı düşünce biçimi ve algı açısından sanata daha fazla yer açılması çabası çok önemli. Böyle bir sanat aktivizmi mümkün mü sence?
Hiçbir zaman ilk bahsettiğin anlamda bir aktivizm damarım olmadı. Albümde Kıbrıs’a dair birçok tema var, ama bu temaların üzerlerinde taşıdığı politik söylemlerin çizgilerini, kasıtlı olarak titizlikle aşmamaya, bu temalara dair dinleyicinin de kendi sözünü, kendi duygusunu, algısını deneyimleyebileceği bir denge kurmaya özen gösterdim. Bazı şeyleri kendin keşfettiğinde veya deneyimlediğinde daha manalı olur, daha fazla yer eder, daha kalıcı olur…
Fabulous Las Vegas ile West World’deki gelecekte zenginlerin Vahşi Batı’yı deneyimleyebilecekleri parktan ilham alarak “Fabulous Varosha” (Muhteşem Maraş) isimli bir marka yarattım. Atom bombasının patladığı kıyamet sonrası bir dünyanın nasıl olduğunu merak edenlerin bilet alıp girebileceği bir yerdir “Fabulous Varosha”.
Yaptıklarının kalıcılığına verdiğin önemin dürtüsü ne sence?
Yaptığım her şeyin belgelenmesi, insanların yaptıklarıma erişilebiliyor olması, evet, benim için önemli. Bunun içinde sanırım insanın bir şeyler bırakarak ölümsüz olma dürtüsü var. Herkes bunu sanatla yapmıyor belki, ama türlü şekillerde mutlaka kendisini gösterir. Herkesi huzursuz eden bir eksiklik hissi var. Bunun farkına varamayıp bir şekilde ifade etme yolunu bulamayanlar ciddi problem yaşıyor bence. Bilinçli bir şekilde sabah uyanıp “bu dünyaya ne bırakacağım” diye düşünmüyoruz, ama bilinçaltımızda yatan bir dürtü bu ve bu dürtü tatmin edilmezse bizi huzursuz ediyor.
Çalışmalarında sıkça bilimkurgu senaryoları kullanıyorsun. Günümüzde, özellikle 2000’li yıllardan sonraki bilimkurgu işlerine bakıldığında, geleceğin giderek yakınlaştığını görüyoruz. Daha önceleri, mesela 1950’lerde 50-100 yıl sonrası tahayyül edilirken, bugün o gelecek temaları hep daha yakın. Fabulous Varosha da bunun bir örneği. Bilimkurgu senaryoları artık hemen kapımızın eşiğinde olduğundan belki. Ne dersin?
Özellikle 20. yüzyıl ortalarındaki bilimkurgu uzay çağından bahseder, hatta 2000’lerde bu çağın geleceğini öngörürdü. Bu o zamanlar insanlara çok uzak gelen bir şeydi. Bu yüzden daha fantastik, hayal gücünü besleyen, içinde rahatça kaybolabileceğin dünyalar sunardı. Günümüzdeki bilimkurgu ise, güzel bir örneği Black Mirror serisi, olasılığı çok yüksek şeyleri, yarın olabilecekleri bize sunuyor. Bu yönüyle de insanı korkutuyor. Gidişatın bazı noktalarda çok da güzel olmadığını vurguluyor. Tabii şuna da değinmek isterim: İnsan değişimden genel olarak korkar, bir şeylerin hep aynı kalması tarafındadır her zaman. Her yeni teknoloji de buna yönelik bir korku geliştirir, ilk başta hep bir direniş ortaya çıkar. Bir süre sonra, bir bakarız o teknoloji olmazsa olmaz hale gelir. Bu direniş ve adaptasyon ritmi artık çok hızlı yaşanıyor. Bilimkurgu da gündelik hayattaki bu hızlı değişimlerin nereye varacağı sorusuyla daha fazla uğraşır oldu. Çünkü güzergâhı daha net görmeye başladık insanlık olarak. Tarihi de daha iyi biliyoruz, nereden geldiğimizi görüyoruz. Bu hızın hangi yol üstünde ivme kazandığını öngörebilmeye başladık. Teknoloji logaritmik bir şekilde ilerliyor, lineer ilerlemiyor ve bu artık çok hızlı olduğu için hayatımızı kolaylaştıran olasılıklar vaat etmekle birlikte, bir yandan da korkutucu olabiliyor. Özellikle de biraz durup düşününce.
Gelecek tahayyülün karanlık mı?
Buna cevabım çok değişken. Ne kadar uzak bir gelecekten bahsettiğimiz önemli. İnsanlar olarak zaman algımız genellikle tahmini yaşam süremizle sınırlı. Geniş açıdan baktığımızda, evet, distopik bir gelecek görüyorum. İnsanlık eninde sonunda bu evden, bu gezegenden çıkmak zorunda kalacak. Dünyanın yaşamı sınırlı. Güneşin büyüyeceği ve bir noktada burada yaşamın elverişli olmayacağı bilinen bir gerçek. Eğer insan ırkı devam edecekse, bir noktada uzaya açılmak zorunda. Açılabilmemiz için de çok, çok, çok uzun bir yol var önümüzde, henüz ilk adımları atmayı dener haldeyiz, daha işin çok başındayız.
Bunların gelişiminden önce biz burayı mahvedersek zaten gitmemiz de mümkün olmayacak. Bununla ilgili sonraki albümlerim için birkaç senaryo var aklımda, hiç gidemeyeceğimize dair. Dünyanın yörüngesi çöplüğe dönüşmüş, çünkü sürekli ve giderek artan oranda roket parçaları atılıyor, artık neredeyse sayısız uydu dolaşıyor… Burada yer kalmadığı için çöplerimizi uzaya yollayacağımız ve bir gün yörüngemizin çöplük olacağı senaryosunu düşünüyorum. İnsan nüfusunun hayatta kalabilmesi de kaynaklara bağlı ve bu kaynaklar da sınırlı. Dediğim gibi, ölçeği geniş tuttuğumuzda çeşitli distopik senaryolar mevcut.
Şimdiki durumumuza baktığımda, atmamız gereken adımlar konusunda çok yavaş ilerlediğimizi görüyorum. Bunun için bakmamız gereken yön bilim olmalı, ama kendi yaşam dilimimize o kadar odaklıyız ki, geleceği gözardı ediyoruz. Özellikle Kıbrıs’ta bu çok baskın bir düşünce biçimi. Verilen kararlar hep günü kurtarmaya yönelik.
Daha uzakları, daha uzun zaman dilimlerini düşünebilmek, düşündürebilmek her halükârda çok önemli. Okuduğum bir romandan bir hikâyeyle toparlayayım: Adam gelecekte uyanır ve savaş sonrası bir zamanda bulur kendisini. Oradan geçen bir askere sorar: “Bu savaş ne zaman başladı?” Asker der ki, “savaş hiç başlamadı ki, sadece büyüdü”…