SİYASİ REJİM TARTIŞMALARINA EMEK MERKEZLİ BAKMAK (1)

Ümit Akçay
20 Mart 2018
SATIRBAŞLARI

Siyasal rejim değişiminin kökeninde değişen emek rejimi yatıyorsa, bu durum bize demokratikleşme için nasıl perspektife sahip olmamız gerektiğinin yolunu da verir. Mevcut emek rejimi tersine çevrilmeden herhangi bir kalıcı demokratikleşme süreci mümkün değildir.

15 Temmuz 2016’daki darbe girişimini, sonrasında ilan edilen Olağanüstü Hal yönetimini ve 16 Nisan 2017’deki referandumla birlikte hazırlıkları olgunlaşan rejim değişimini nasıl açıklamak gerekir? Devlet ve sermaye arasındaki ilişkilere dair teorilerimiz ve sınıf fraksiyonları gibi kavramsal araçlar, Türkiye tarihinin bu önemli olaylarını açıklamada ne kadar işlevli? Egemen sınıf fraksiyonlarının devletin güncel biçimlenişindeki etkileri neler? 15 Temmuz’un nedenlerini açıklamak için Marksist devlet kuramını bir kenara koymak mı gerekir? Sınıf mücadelesinin olası tek biçimi kapitalistler ile işçiler arasındaki dikey mücadeleler midir? Egemen sınıf içi mücadeleler, hangi durumlarda tayin edici bir nitelik kazanabilir? Devlet ile sermaye fraksiyonları arasındaki ilişkiye dair “devlet odaklı” analiz, “sermaye odaklı” hale gelince daha kapsayıcı olabilir mi? Ya da bu ikisi, “emek odaklı” analizlerle dengelenebilir mi? Dahası, emek rejimi, birikim rejimi ve siyasal rejimler arasındaki bağlantılar nasıl ortaya konabilir?[i]

Bu gibi sorular çoğaltılabilir. Zira 15 Temmuz ve 16 Nisan ile ilgili halen yeterince gelişkin bir açıklamaya sahip değiliz. Mevcut açıklamaların çoğu –haklı olarak– 15 Temmuz’un olgusal olarak incelenmesine yönelik gazetecilik yazıları ağırlıklı. Ancak AKP ile Gülenciler arasındaki kavgayı açıklamak için hangi teorik çerçevenin kullanılacağı ya da hangi süreçlerin devlet içindeki bu gibi çatışmaları daha da önemli hale getirdiği gibi soruların üzerine gitmemiz gerektiğini düşünüyorum. Aşağıda, 2000’ler Türkiye’sini anlamaya dair eleştirel bir politik-ekonomi çerçevesi önereceğim. Neoliberal Popülizm (NP) çerçevesi sayesinde, hakim birikim rejimi ile emek rejimi ve bu ikisi ile siyasal rejim arasındaki bağlantıları kurabileceğimizi ileri süreceğim.

Neoliberal Popülizm modelinin hayata geçmesiyle birlikte siyasetin içeriğinin ve konusunun belirlenmesinde sınıflar-arası (emekçi sınıflar ile burjuvazi) mücadeleler kadar, sınıf-içi (hakim ekonomik ve siyasal elitler arası) mücadeleler de etkili hale geliyor.

Emek rejimi – siyasal rejim ilişkisi

Öne sürdüğüm argümanı şöyle özetleyebilirim. NP modelini kullanarak Türkiye’ye bakan bir literatür birikiyor.[ii] Bu çalışmaların neredeyse tamamı, NP modelini güçlü bir neoliberal ekonomik programla birlikte uygulanan sosyal yardım programlarıyla iktidardaki partiye hizmet eden yeni bir kısmi refah rejiminin oluşumu üzerinden açıklıyor.

Sosyal yardımlar etrafında örülen yeni kısmi refah rejimi, pek tabii ki NP modelinin ayrılmaz bir parçası. Ancak NP modelinin bu sosyal içerme yönüne ek olarak, finansal içerme boyutunun da analize dahil edilmesi gerektiğini öneriyorum. 2000’li yıllarda Türkiye ekonomisinin finansallaşma dinamiklerini ve bunun toplumsal-siyasal etkilerini dikkate almayan analizler, güçlü bir neoliberal ekonomik program uygulamasına rağmen Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) 16 yıldır seçmen desteğini nasıl koruyabildiği sorusuna eksik yanıtlar verecektir.

Aşağıda detaylandıracağım şu önermeden hareket ettiğimi belirteyim: Türkiye’deki NP modeli, 2000’ler boyunca neoliberal ekonomik programın uygulanmasına ve bu program sonucunda ortaya çıkan hoşnutsuzlukların sosyal ve finansal içerilme mekanizmalarıyla törpülenmesine dayanıyor.

Bu iki telafi mekanizması, aynı zamanda, siyasi istikrar üreten süreçler olarak da görülebilir. Bunun nedeni, bu iki mekanizmanın işleyişi sonucunda sadece toplumun en yoksullarının ve marjinal kesimlerinin gündelik hayatlarında somut maddi gelişmelerin yaşanması değil. Daha önemlisi, finansal ve sosyal içerilme mekanizmalarıyla işçi sınıfının örgütlü kesimlerinin ve genel olarak toplumsal muhalefetin gücünün dramatik bir şekilde azaltılmasıdır.

Atomize edilerek örgütlülüğü dağıtılan emekçi sınıflar, iktidar partisinin finansal ve sosyal içerilme ağları içerisinde yeniden kurulmakta ve bu durumun derinleşmesi, geniş anlamda işçi sınıfının[iii] sosyolojik var oluşunu olmasa da, siyasal aktör olma kapasitesini büyük ölçüde erozyon uğratmaktadır. Örgütlü emeği ya da emeğin örgütlenme koşullarını ve genel olarak sınıf siyasetinin zeminini zayıflatan bir model olan NP’nin siyaseten önemli sonuçları var.

NP modelin derinleşmesiyle siyasetin doğası değişiyor. Kestirmeden söylemek gerekirse, NP modelinin hayata geçmesiyle birlikte siyasetin içeriğinin ve konusunun belirlenmesinde sınıflar-arası (emekçi sınıflar ile burjuvazi) mücadeleler kadar, sınıf-içi (hakim ekonomik ve siyasal elitler arası) mücadeleler de etkili hale geliyor. Bunun anlamı, elbette, işçi sınıfının oradan kalması ya da sınıf mücadelesinin operasyonel bir kavram olmaktan çıkması değil.

Vurgulamak istediğim, konjonktürel olarak da olsa, emek rejimindeki değişimin siyasal rejime yansımalarının olduğu. Türkiye’de 1980’deki dönüşümden emekçi sınıfların ve geniş anlamdaki toplumsal muhalefetin karar alma süreçlerinden dışlanması, Nicos Poulantzas’ın kullandığı anlamdaki otoriter devletçilik uygulamaları ile zaten hayata geçiyordu.[iv] Ancak bu sürecin tamamlanması, 2000’lerde gerçekleşti.

NP modeli hayata geçtikçe, siyaset, giderek egemen sınıf-içinde cereyan eden bir faaliyete dönüştü. Ancak alt sınıflardan gelen baskının daha “yönetilebilir” hale geldiği bu modelde siyasi gerilimler azalmıyor. Aksine, bizzat alt sınıfların baskısının azalması nedeniyle ekonomik ve özellikle siyasal elit içindeki çatışmalar daha da yoğunlaşıyor. Bir başka ifadeyle, siyasetin egemen sınıf-içi bir uğraş olarak sınırlanması, egemen sınıf içindeki farklı gruplar açısından mücadelenin daha da yoğunlaşması anlamına geliyor.

Poulantzas’ın terminolojisiyle ifade edersek, yürütmenin yasama karşısında öne çıkması, yürütme içinde de uzmanlaşmış ekonomik aygıtlarda (ya da güvenlik aygıtlarında) gücün daha da yoğunlaşması, aynı zamanda egemen sınıf içerisinde bu aygıtlara hakim olma mücadelesini de yoğunlaştırmıştır.

Kısacası, bu yazıyla şunu öneriyorum: birikim rejimine bağlı olarak emek rejiminin değişmesi, siyasal rejimi de değiştiriyor olabilir. Birikim rejimi ile sermaye birikiminin belirli bir konjonktürdeki ana özelliklerini; emek rejimi ile emeğin bu birikim rejimindeki konumunu ve siyasal rejim ile de diğer iki unsura bağlı olarak, bireysel düzlemde devlet ile vatandaşlar, sınıfsal düzlemde hakim sınıf ile emekçi sınıflar ve egemen sınıflar arasındaki ilişkilerin biçimini kastediyorum.

Somutlaştırırsam, emekçi sınıfların ve daha genel olarak da sınıf siyasetinin marjinalleştirilmesine dayanan NP modeli, Türkiye’de günümüzde yaşanan siyasal krizi açıklamak için elverişli bir hareket noktası olabilir. Bu çerçeveden bakarsak, sınıf siyasetinin marjinalleştirilmesinin doğrudan sonucunun, odağında devlet iktidarını ele geçirmek olan siyasi elitler arası güç mücadelelerinin daha da yoğunlaşması olduğunu görebiliriz. 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimi krizinden başlayarak geçen 10 yıl ve sonunda yaşanan 15 Temmuz ve 16 Nisan bu çerçevede anlaşılabilir.

Eğer siyasal rejim değişimi ve otoriterleşmenin kökeninde değişen emek rejimi ve çalışanların her düzeyde karar alma süreçlerinden dışlanması yatıyorsa, bu durum bize demokratikleşme için nasıl perspektife sahip olmamız gerektiğinin yolunu da verir. Kısacası, mevcut emek rejimini tersine çevrilmeden herhangi bir kalıcı demokratikleşme sürecinin gerçekleşmesi mümkün değildir. Bir başka ifadeyle, AKP sonrası olasılıklar içinde, emeğin ekonomik ve siyasal olarak güçlendirilmesini hedefleyen bir değişim dışındaki demokratikleşme çabaları, dönemsel ve geçici olacaktır.

Aşağıda ana hatlarıyla Türkiye’deki NP modelinin bileşenlerini açıkladıktan sonra bunun siyasete etkisini ele alacağım. Bu modelin en temel sonucu, emekçilerin hem siyasal hem de örgütsel olarak güçsüzleştirilmesidir. Emek rejiminde yaşanan bu değişim, egemen blok içindeki kesimler arasındaki devlet iktidarı odaklı mücadelenin daha da yoğunlaşmasına neden olmuştur.

Sosyal yardımlar Neoliberal Popülizm modelinin ayrılmaz bir parçası. Ancak bu sosyal içerme yönüne ek olarak, finansal içerme boyutunun da analize dahil edilmesi gerektiğini öneriyorum. Finansallaşma dinamiklerini ve bunun toplumsal-siyasal etkilerini dikkate almayan analizler, AKP’nin 16 yıldır seçmen desteğini nasıl koruyabildiği sorusuna eksik yanıtlar verecektir.

Asker postalı ile liberalizm

1980 yılı, tartışmasız bir şekilde, Türkiye’nin yakın tarihinin en önemli kırılma anlarından biri. Üç yıl süren askeri diktatörlük, ekonomik olarak Türkiye’nin tıkanan birikim rejiminin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda değiştirilmesini, siyasi olarak da solun ve emek hareketinin ezilmesini amaçladı. Türkiye’de asker postalıyla hayata geçen bu köklü ekonomi-politik değişim, dünyada 1970’li yıllarda kapitalizmin yaşadığı küresel krizin sonrasındaki neoliberal dönüşüme paralel olarak gerçekleşti. 1960-1980 arasında birkaç istisna yıl dışında sürekli artan reel ücretler, askeri darbe sonrasında oluşturulan yeni emek rejimi altında sürekli geriledi. Yeni emek rejimi, IMF ve Dünya Bankası’nın koşullu kredileri yoluyla hayata geçirilen yeni birikim stratejisinin en önemli bileşenlerinden biri idi. Zaten askeri darbe, “dökülen kardeş kanını” önlemek kadar, 24 Ocak 1980’de ilan edilen emek karşıtı ekonomik dönüşüm programını uygulamak için de gerekliydi.

Türkiye’de ekonomi politikalarının ana mecrası 24 Ocak 1980’den beri neoliberalizmdir. Ancak bu, 1980’den günümüze kadar ekonomi politikalarının kesintisiz bir çizgide ilerlediği anlamına gelmiyor. 1980’li yıllar, askeri darbenin ve siyasi yasakların oluşturduğu dikeniz gül bahçesinde tek başına iktidar olan ANAP’lı yıllardı. Ancak hem yasakların kalkması hem de emekçilerin 12 Eylül rejiminin getirdiği neoliberal programa itirazları, 1980’lerin sonuna gelindiğinde Türkiye’deki siyasal sistemi kilitlemiştir. 

Atomize edilerek örgütlülüğü dağıtılan emekçi sınıflar, iktidar partisinin finansal ve sosyal içerilme ağları içerisinde yeniden kurulmakta ve bu durumun derinleşmesi, geniş anlamda işçi sınıfının sosyolojik var oluşunu olmasa da, siyasal aktör olma kapasitesini büyük ölçüde erozyon uğratmaktadır.

Emek hareketinin cevabı

Darbeden on yıl sonra, 1990’lı yıllara geldiğimizde gördük ki, 1980 darbesiyle emek hareketi örselenmiş, ama yere düşmemişti: 1989-1991 arasındaki yüksek reel ücret artışları sayesinde 1980’lerdeki kayıplarını bir ölçüde de olsa telafi edebildi. Ancak emek hareketinin yeniden canlanması, sadece yeni emek rejimi açısıdan değil, aynı zamanda yeni birikim rejimi ve nihayetinde de siyasal sistem açısından bir tehdit oluşturmaya başladı. Merkez partilerin gerilemeye başladığı bu dönemde, ekonomik taleplerin yanında siyasal İslâmcıların ve Kürt hareketinin giderek yükselen mücadelesi, 1990’ların, siyasi rejim açısından sürekli kriz yıllarına dönüşmesine neden oldu.

1990’lı yılların sürekli kriz durumu, on yılda ondan fazla hükümet değişimi, 1994 ve 1999 ekonomik çöküşleri, 1997 askeri müdahalesi ve Kürt sorununun üzerine “düşük yoğunluklu harp” yöntemleriyle gidilmesi sonucunda, meselenin daha da kronikleşmesiyle kendini ifade etti. Kronik siyasi istikrarsızlığın temel dinamiği, “yapısal uyum ikilemi” idi. Bunun anlamı, siyasi iktidarların birbiriyle çelişen iki amacı aynı anda yerine getirmeye zorlanmalarıdır. Bu amaçlardan biri IMF ve Dünya Bankası tarafından dikte ettirilen ve Türkiye’deki büyük sermaye kesimleri tarafından da aktif bir şekilde desteklenen yapısal uyum programlarının hayata geçirilmesiydi.

Yapısal uyum programları, özelleştirme, serbestleştirme ve devletin küçültülmesi öncelikliydi. Her üç gelişme için gerekli şart ise emek hareketinin geriletilmesiydi. Ancak 1980’ler ile 1990’lar arasındaki fark, ikincisinde emek hareketinin yeniden canlanması oldu. 1990’ların kronik istikrarsızlığın kökeninde de bu vardı. Siyaset sınıfının hayata geçirmeye çalıştığı ikinci amaç ise, yeniden seçilebilmek için seçmenlerin gündelik hayatlarında pozitif gelişmelerin gerçekleşmesi zorunluluğudur.

Daha basitçe söylersek, siyasal istikrarsızlık yaratan ikilem şöyle işledi: Siyasi partiler iktidara gelebilmek için IMF programını kabul edeceklerini ilan ettiler, ancak genellikle seçmenden gelen baskı nedeniyle yeniden seçilebilmek için programı uygulamaktan vazgeçtiler. Siyaset sınıfının karşı karşıya geldiği bu açmaz, 1990’lı yıllar boyunca ana akım siyasi partilerin adım adım erimesine yol açtı.

Bu ikilem ile karşılaşan siyasetçiler, 1990’lı yıllarda giderek yozlaşan popülist uygulamalara giriştiler, ancak bu çoğu kez kamu açığının daha da büyümesiyle ve sonrasında gelen krizlerle sonuçlandı. Özellikle 1989 yılında gerçekleştirilen sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi adımı sonrasında, Türkiye küresel finansal sisteme entegre oldu ve emekçilerin baskısı nedeniyle neoliberal programdan sapmanın maliyeti daha da ağırlaştı. Siyasetçiler bakımından bu ikilemin aşılabilmesi, birikim rejimi ile emek rejimi arasındaki bu uyumsuzluğun giderilmesiyle, ancak 2001 krizi sonrasında mümkün olmuştur. 

Bir dönüm noktası olarak 2001 krizi

2001 krizi, Türkiye’nin yakın tarihinde en az 1980 darbesi kadar önemli bir dizi değişimi tetikleyen kritik bir olaydır. Krizin hemen ardından gelen 2002 seçimleri, Milli Görüş geleneğinden gelen, ancak bu geleneğe ait “adil düzen” ya da kalkınmacı devlet müdahaleciliği gibi ekonomi politikalarını terk ederek “gömlek değiştiren” AKP’nin mutlak zaferiyle sonuçlandı. AKP çıkardığı adil düzen gömleğinin yerine neoliberal ekonomik programı kucakladı ve 1980 darbesi ile başlayan, ancak 1990’larda emek hareketinin yeniden canlanması nedeniyle kesintiye uğrayan neoliberal programı tamamlamaya girişti. Ancak kendine özgü modifikasyonlarla birlikte.

2002 seçimleri öncesinde, 2001 krizinden çıkış için uygulanan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, 1980’deki 24 Ocak Kararları ile başlayan serbestleşme dalgasının kural temelli kurumsal çerçeve ile desteklenmesine dayanıyordu. 2001 krizi sonrası gerçekleştirilen reformlar, 1990’ların sürekli siyasal istikrarsızlığının müsebbiplerinden biri olan yapısal uyum ikilemini ortadan kaldırması nedeniyle de önemliydi. AKP’nin iktidar olduktan sonra olduğu gibi devraldığı bu çerçevenin özü paranın ve emek gücünün yönetimindeki değişimlerdi. Yeni para politikası çerçevesi, yeni emek rejimi ile desteklendi.[v]

DSP-ANAP-MHP’den oluşan üçlü koalisyon hükümeti döneminde, Dünya Bankası’ndaki görevini bırakarak kriz yönetimi için Türkiye’ye gelen Kemal Derviş, daha ilk günlerde reformların doğrultusunu açık bir şekilde belirtmişti: “Bu yapı değişikliğinin bir temeli var. O da şu: Siyasi alan ile ekonomik alan arasındaki sınır. Etkileşim değişmelidir. Siyaset ile ekonomi birçok ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de birbirine çok girmiş durumda. Bundan hem siyaset, hem de ekonomi zarar görüyor. Siyasetin ekonomiyi kullanma süreci durmalıdır. Siyasete sevginin artması için bu mutlaka gerçekleştirilmelidir.’[vi]

Derviş’in açıkladığı ve reformların temeli olan ekonomi ile siyasetin ayrıştırılması programının odağında paranın yönetiminin siyasetin ulaşamayacağı bir noktaya konumlandırılması yer alıyordu. Paranın yönetimindeki bu değişim, merkez bankasının yeniden yapılandırılması ve finansal sistemin ıslahı ve geliştirilmesi yoluyla hayata geçti.

Merkez Bankası reformu, 2001 krizinden çıkış için uygulanan programın en önemli parçalarından biriydi. Ekonomi ile siyasetin ayrıştırılmasının Merkez Bankası açısından anlamı, Merkez Bankası ile Hazine arasındaki ilişkinin kopartılması oldu. Merkez Bankası bağımsızlığı ile sonuçlanan bu yeni yapı ile paranın yönetimi kural temelli olarak gerçekleştirilecekti.[vii]

Enflasyon hedeflemesi sistemi, yeni yapının odağında yer aldı. Hazine ile Merkez Bankası arasındaki ilişkinin kesilmesi sayesinde uygulanan mali disiplin soncunda kamunun borçlanma gereğinin azalması, aynı zamanda finansal sistemdeki reformun da zeminini hazırladı. Finansal reform, bankacılık sisteminin ıslah edilmesiyle ve kredi faaliyetinin bankaların asli işlevi haline getirilmesiyle gerçekleşti. Hanehalkı ve firma borçlarının muazzam artışı anlamına gelen bu süreçte, tüketici kredileri ve ticari krediler büyük rol oynadı.

2001 krizi üzerine yapılan değerlendirmelerde genellikle finansal reform adımları öne çıkıyor. Ancak en az bankacılık ve finans alanında yapılan düzenlemeler kadar kritik olan bir başka değişim emek alanında yapıldı. 2003 yılında gerçekleştirilen İş Yasası değişikliği, 1980 sonrasında oturtulmaya çalışılan yeni emek rejiminin hukuksallaştırılması anlamına geliyordu. Sonraki yıllarda yapılan düzenlemelerde desteklenen yeni emek rejimine göre esneklik ve taşeronlaşma esas, güvenli ve sendikalı çalışma istisna haline geldi.

Emek piyasasının esnekleştirilmesiyle oluşan yeni emek rejimi, siyasetin yapısı üzerinde de etkili oldu. 1990’lı yıllardaki siyasal istikrarsızlıkların nedenlerinden biri olan yapısal uyum açmazının temelinde örgütlü emeğin halen bir siyasal aktör olarak hükümetleri etkileyebilme kapasitesinin olması yatıyordu. Özelleştirme uygulamaları ve emek piyasasının esnekleştirilmesi, örgütlü emeği hızla siyasi denklemin dışına itti ve 2000’lerde siyasetin gündemini belirlemede marjinal bir güç haline getirdi.

Kısacası, paranın yönetiminde Merkez Bankası bağımsızlığı ve enflasyon hedeflemesi sistemine geçilmesi ve emek gücünün yönetilmesinde güvencesiz çalışma ilişkilerinin ve taşeron sisteminin giderek yaygınlaşması adımları sayesinde 2000’li yıllarda iktidar partisi, 1990’lı yıllarda siyaset sınıfının karşılaştığı ve kökeninde örgütlü emeğin direnişinin olduğu ikilemi aşabildi. Bunun en temel nedeni, emek hareketinin bu sefer asker botu ile değil, piyasa ilişkileri marifetiyle güçsüzleştirilmesiydi. 1980 darbesi ile örselenen, ama yıkılmayan emek hareketi, 2000’lerdeki piyasa disiplini ile atomize edilerek parçalara ayrıldı.

Emek piyasasının esnekleştirilmesiyle oluşan yeni emek rejimi, siyasetin yapısı üzerinde de etkili oldu. 1990’lı yıllardaki siyasal istikrarsızlıkların nedenlerinden biri olan yapısal uyum açmazının temelinde, örgütlü emeğin hükümetleri etkileyebilme kapasitesinin olması yatıyordu. Özelleştirme uygulamaları ve emek piyasasının esnekleştirilmesi, örgütlü emeği siyasi denklemin dışına itti ve marjinal bir güç haline getirdi.

AKP’nin ikili iktidar stratejisi

Emek rejimi ile siyasal rejim arasındaki bağlantıları kurmak için siyasi aktörlük düzeyinde, AKP’nin 2000’lerin başında yürüttüğü ikili iktidar mücadelesine de değinmek gerek. Bu iktidar stratejisinin ilk ayağı Türkiye’nin AB’ye üyelik süreci, ikincisi de 1998-2008 yılları arasında kesintisiz süren on yıllık IMF programı idi. Her iki gelişme de hem NP modelinin kuruluşu sırasındaki dış destek, hem de devlet içindeki iktidar mücadelesinde iktidar partisine yararlı kaldıraçlar olarak işlev gördüler.

AB’ye üyelik sürecinin canlandırılması, AKP açısından sadece uluslararası sermayeyi ülkeye çekmek için bir güvence mekanizması olarak işlev görmedi. Aynı zamanda üyelik sürecinin şartlarının yerine getirilmesi, Türkiye’deki eski düzenin unsurlarının tasfiye edilmesi için de kritik bir işlev gördü. Özellikle demokratikleşme ve sivilleşme başlığı altında asker-sivil ilişkilerinin ikincisi lehine yeniden düzenlenmesini öngören değişiklikler, AKP ile liberal ve sol-liberal çevreleri “askeri vesayette karşı mücadele” başlığında buluşturdu. Hatta AKP, liberal çevreler tarafından Türkiye’deki demokratikleşme sürecinin itici gücü olarak görülmeye başlandı.

Benzer şekilde IMF programı da NP modelinin kuruluşunda, yabancı yatırımları cezbedecek bir dış destek olarak işledi. Ancak daha önemlisi, IMF programı AKP’ye olası popülist taleplere karşı özerk davranabilme olanağı tanıdı ve uluslararası liberal teknokrasi ve büyük sermaye ile bir ittifak zemini sağladı. Bunlara ek olarak, tıpkı AB üyelik sürecindeki gibi, ekonomi yönetiminin yeniden yapılandırılması, ekonomi bürokrasisi içerisinde eski düzenin savunucularının tasfiyesine olanak sağladı.

Kısacası, 2001 krizi ve krizden çıkış için uygulanan reformlar, 1990’lı yılların yapısal uyum ikilemini ortadan kaldırarak, 2000’li yıllarda NP modelinin uygulanabilmesinin koşullarını hazırladı. 2001 krizi ile birlikte Türkiye’deki merkez siyasetin çöküşü ve tasfiyesi, siyasal İslâm geleneğinden gelen AKP’nin önünü açmış oldu. Böylelikle uluslararası liberal teknokrasi, yerli büyük sermaye çevreleri ve liberal aydınlar ile AKP arasında, eski Kemalist rejimin devlet yapısının tasfiyesi ve ekonominin neoliberal ilkelere göre yeniden düzenlenmesi konularında tam bir uzlaşma sağlanmış oldu. Bu uzlaşma, AKP’nin müesses nizam karşıtı yapısı ile neoliberal teknokratik reformcu güçler arasındaki ittifak ile güçlendi. 

Telafi mekanizmaları

NP modelinin alamet-i farikası, neoliberal ekonomi politikalarının bazı telafi mekanizmaları ile beraber uygulanabilmesidir. Bu anlamda NP modeli, ne kriz sonrası Avrupa’da uygulanan sadece “kemer sıkma” tedbirlerine dayanan bir programa, ne de örgütlü emeğin farklı düzeylerde temsiliyetine dayanan eski tip popülist modellere benziyor. Bunların dışında, NP ile hem neoliberal politikaların uygulandığı hem de toplumun en alttakilerinin örgütsüzleştirilerek içerildiği ve bunun siyasete tahvil edilebildiği bir modelden bahsediyoruz.

Telafi mekanizmalarının kritik yönü, yeni emek rejiminin tamamlayıcı unsurları olmalarıdır. Buna göre her iki mekanizma da emeğin ekonomik ve siyasal gücünü artırıcı değil azaltıcı ve örgütlü mücadele dinamiklerini aşındırıcı etki yapmaktadır. Söz konusu telafi mekanizmaları sayesinde, neoliberal politikaların uygulanması sonucunda ortaya çıkabilecek olan tepkiler en aza indirilmiştir. Ancak daha önemlisi, herhangi bir örgütlü itirazın koşulları, yeni refah rejimi ve finansal içerilme mekanizmalarıyla büyük ölçüde törpülenmiştir. Bu koşullar altında gerçekleşen itirazlar ise saman alevi gibi hızla parlayan, ancak kurumsallaşamadığı için aynı hızla sönümlenen hareketler olarak ortaya çıkıyor. 

Daha önce finansal sistem tarafından kapsanmayan, geliri asgari ücretin dahi altında olan kesimlerin borçlanma piyasasına dahil edilmesi, Neoliberal popülizm modelinin kurulmasında önemli bir işlev görmüştür. Geniş kesimler, gelirleri artmasa da harcamalarını artırabilmiştir.

Sosyal içerilme

AKP döneminde kurulan yeni refah rejiminin en önemli özelliği, daha önceki refah rejimi tarafından kapsanmayan enformel emek ve tarımsal nüfus gibi en alttakilerin devletin sağladığı sağlık ve sigorta sistemine dahil edilmesidir.[viii] Büyük ölçüde kayıtlı olarak çalışan sanayi işçilerini ve memurları kapsayan eski refah rejiminden farklı olarak yeni rejim, AKP tarafından hususi olarak en yoksulların kapsanması için dizayn edilmiştir. Yeni refah rejimi, üç alandaki değişimler ile kuruldu. 2012 yılında sona erdirilen bir uygulama olan Yeşil Kart’tan faydalananların sayısı 2010 yılında 10 milyon kişiye ulaşmıştı. Yeşil Kart uygulaması, Genel Sağlık Sigortası uygulamasına devredilmeden önce, herhangi bir sosyal güvenceye sahip olmayan en yoksulların içerilmesi açısından kritik bir işlev gördü.[ix]

İkinci değişim, Dünya Bankası destekli Şartlı Nakit Transferi (ŞNT) sisteminin geliştirilmesiyle gerçekleşti. Sistemin kapsadığı kişi sayısı 2011 yılında 10 milyonu buldu. ŞNT sisteminin kritik yanı, nakit desteklerin verilmesi sırasında sistematik bir kriterin olmaması ve Başbakanlığın geniş takdir hakkına sahip olmasıdır.[x] Bu sayede ŞNT sistemi, toplumun en yoksullar kesimlerinden seçim desteği sağlayacak şekilde dizayn edilmiştir.[xi] Yeni refah rejiminin üçüncü ayağını ise, daha önceden üçlü şekilde yürütülen sigorta sisteminin Genel Sağlık Sigortası olarak tek çatı altında birleştirilmesidir. Sonuçta, yeni refah rejiminden en çok faydalanan kesimler toplumun en yoksulları ve kayıt dışı çalışanları olmuştur.

Finansal içerilme

Sosyal içerilme mekanizmaları yanında finansal içerilme de NP modelinin temel özelliklerinden biridir. Esnek bir tanımlama ile finansal içerilme, daha önceden finansal sisteme erişimi olmayan kesimlerin sisteme dahil edilmeleri anlamına geliyor.[xii] Özellikle düşük gelirli kesimlerin finansal sistem tarafından içerilmesi, geçtiğimiz 16 yılda AKP’nin seçmen desteğinin sürmesinde kritik bir rol oynamıştır. Uygulanan neoliberal program sayesinde dönem boyunca reel ücretlerde anlamlı bir artış yaşanmamıştır. Buna ek olarak özelleştirme uygulamaları ile kamu hizmetleri daha pahalılaştığından, hanehalkı bütçesinden bu hizmetlere ayrılan kısım artmıştır. Bu iki gelişme sonucunda geniş toplum kesimleri, mevcut yaşam standartlarını korumakta zorlanmaktadır.

Ancak neoliberal programın uygulanmasının bu olumsuz sonuçları finansal içerilme sayesinde törpülenebilmekte, sorunlar geleceğe ertelenebilmektedir. Bir başka ifadeyle, geliri harcamaları oranında artmayan kesimlere borçlanmanın bir seçenek olarak sunulması, 2000’lere özgü bir gelişmedir. Böylelikle erken kapitalistleşmiş ülkeler için iyi bilinen bir formülasyon olan, reel gelirin artmadığı koşullarda dahi tüketimin desteklenmesini mümkün kılan tüketici kredileri,[xiii] NP modelinin bir parçası olarak hayata geçen finansal içerilme sayesinde Türkiye için de elverişli bir politika seçeneği haline gelmiştir.

Örneğin geliri 0 ile 1000 TL arasında olan toplumun en yoksul kesimlerinde borçlanma, 2001 ile 2013 yılları arasında 10 kat artmış ve bu gelir kategorisindeki borçlu sayısı 4 milyon kişiye ulaşmıştır. Geliri 0 ile 2000 TL arasında olan kesimin borçlanmasında da benzer bir artış yaşanmıştır. Son olarak Türkiye’deki geliri 0 ile 5000 TL olan kesimlerin toplam bireysel borçlar içindeki payı 2005 yılında yüzde 40’lardan 2010 yılında yüzde 75’lere ulaşmıştır. Bir başka ifadeyle Türkiye’deki toplam bireysel borçlanmanın üçte ikisi bu kesim tarafından gerçekleştirilmiştir.[xiv]

Daha önce finansal sistem tarafından kapsanmayan, geliri asgari ücretin dahi altında olan kesimlerin borçlanma piyasasına dahil edilmesi, NP modelinin kurulmasında önemli bir işlev görmüştür. Gerçekten de gelirlerin harcamalar kadar artmadığı ve güvencesiz çalışma koşullarının hakim olduğu bir ortamda kişilere sunulan borçlanma imkânı, kısa vadede gündelik yaşamı kolaylaştırıcı bir etki yapmıştır. Geniş kesimler, gelirleri artmasa da harcamalarını artırabilmiştir.

Faiz oranları, bireysel borçlanmayı sürdürmeye elverişli bir şekilde kaldıkça, neoliberalizmden doğan hoşnutsuzlukların ertelenmesi mümkündür. Diğer yandan, bireysel borçlanmanın artması, toplumdaki ekonomik ve siyasal istikrar talebini artırmakta ve “aman işler bozulmasın” halet-i ruhiyesi, iktidar partisinin yeniden seçilmesi için bir siyasi desteğe dönüşmektedir.

(Devamı)

 

[ii] Bu yazıların bazıları şunlar: Deniz Yıldırım, “AKP ve Neoliberal Popülizm”, AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu, Ed. İlhan Uzgel ve Bülent Duru (Ankara: Phoenix Yayınevi, 2009): 66-107; Umut Bozkurt, “Neoliberalism with a Human Face: Making Sense of the Justice and Development Party’s Neoliberal Populism in Turkey,” Science & Society 77/3, (2013): 372-396, 384; Barış Alp Özden, “The Transformation of Social Welfare and Politics in Turkey: a Successful Convergence of Neoliberalism and Populism”, Turkey Reframed: Constituting Neoliberal Hegemony, içinde, ed. İsmet Akça, Ahmet Bekmen ve Barış Alp Özden (London: Pluto Press, 2014): 168; Yiğit Karahanoğulları, “Neo-liberal Popülizm: 2002-2010 Kamu Maliyesi, Finans, Dış Ticaret Dengesi ve Siyaset,” Toplum ve Bilim 123, (2012): 116-145.
[iii] İşçi sınıfını, yakın zamanda gündeme gelen “prekarya” kavramını da içerecek şekilde kullanıyorum.
[iv] Pınar Bedirhanoğlu ve Galip Yalman, “Neoliberal transformation in Turkey: State, class and discourse”, Economic Transitions to Neoliberalism in Middle-Income Countries Policy Dilemmas, Crises, Mass Resistance içinde, ed. Alfredo Saad-Filho ve Galip Yalman (London: Routledge, 2010): 107-127.
[v] Bu çerçeve için, bkz: Suzanne de Brunhoff, The State, Capial and Economic Policy, (London: Pluto Press, 1978).
[vi] Kemal Derviş, “”Siyasetle Ekonomiyi Mutlaka Birbirinden Ayırmalıyız”, Milliyet, 23 Nisan, 2001, www.milliyet.com.tr/2001/04/22/son/soneko06.html
[vii] Ümit Akçay, Para, Banka, Devlet: Merkez Bankası Bağımsızlaşmasının Ekonomi Politiği, (İstanbul, SAV Press, 2009).
[viii] Ayşe Buğra ve Ayşen Candaş, “Change and Continuity under an Eclectic Social Security Regime: The Case of Turkey,” Middle Eastern Studies 47/3, (2011): 518.
[ix] Erdem Yörük, “Welfare Provision as Political Containment: The Politics of Social Assistance and the Kurdish Conflict in Turkey,” Politics & Society 40/4, (2012): 517-547, 517.
[x] S. Erdem Aytaç, “Distributive Politics in a Multiparty System: The Conditional Cash Transfer Program in Turkey,” Comparative Political Studies 47/9, (2014): 1211-1237, 1219
[xi] Barış Alp Özden ve Ahmet Bekmen, “Rebelling against Neoliberal Populist Regimes”, Everywhere Taksim: Sowing the Seeds for a New Turkey at Gezi, içinde, ed. Isabel David and Kumru Toktamis (Amsterdam: University of Amsterdam Press, 2009): 89-104, 93.
[xii] Ali Rıza Güngen, “Financial Inclusion and Policy-Making: Strategy, Campaigns and Microcredit a la Turca,” New Political Economy, (2017): 10, http://www.tandfonline.com/doi/full/10.1080/13563467.2017.1349091.
[xiii] Elif Karaçimen, “Financialization in Turkey: The Case of Consumer Debt,” Journal of Balkan and Near Eastern Studies 16/2, (2016): 161-180.
[xiv] The Banks Association of Turkey, accessed June 22, 2017, https://www.tbb.org.tr/en/banks-and-banking-sector-information/statistical-reports/20.
^