AHMET KAYA (1957-2000)

Söyleşi: Derya Bengi, Merve Erol
16 Kasım 2022
SATIRBAŞLARI

Ahmet Kaya’yla nasıl tanıştınız?

Gülten Kaya: Ben Selda Bağcan’ın müzik kayıt stüdyosunda, Değişim’de çalışıyordum, orada tanıştık. Ahmet ikinci albümünün çalışmalarını orada yapıyordu.

İlk albümünü dinlemiş miydiniz?

Dinlemiştim, evet. İçinde bulunduğum duruma ve psikolojiye çok uygun düşüyordu, hem de farklı ve cesur bulmuştum.

Siz kimdiniz o sırada?

Politik bir geçmişi olan, örgütlü bir süreçten gelen, 12 Eylül’den nasiplenmiş ve bu konuda hassasiyetleri olan bir vatandaştım. Ankara Siyasal’ı daha başlamadan bırakmıştım. Köken olarak Tunceliliyim, Kürt-Alevi… Uzunca bir süre o stüdyoda çalıştım. Üçüncü albüm Şafak Türküsü başka bir stüdyoda hazırlandı, sonra zaten Ahmet’le birlikte olduğumuz bir süreç ve kendi işlerimiz başladı. ‘86 mayısında evlendik.

Ahmet Kaya bayağı iddialı, hatta belki hırslı başlamıştı, söyleyeceği sözü olan yeni biriydi, hakikaten hızlı bir yükseliş dönemi oldu.

Öyle paldır küldür bir şey değil aslında, zamana yayılan bir yükselişti. Ülkenin gündeminden hiç kopmadan, hassasiyetinizi kaybetmeden yürüyorsanız, kendiliğinden yükselen bir ivmedir bu. Hırslı bir yanını görmedim ama, başından beri iddialıydı. Kendine çok inanıyordu, yalın biri olduğuna, o yalınlığın da mutlaka anlaşılacağına inanıyordu. Bu kendi içinde bir iddiadır tabii.

Günlük hayatta da sürekli çalıp söyleyen biri miydi?

İlk yıllar, altı-yedi saat, parmakları morarıncaya kadar bağlama çaldığını biliyorum. Günde iki şarkı birden bestelediğini, sözüyle birlikte yazdığını biliyorum. Bağlamayla özdeşleştirilmiştir Ahmet ama, aşağı yukarı bütün enstrümanları çalmasını bilirdi. Gitarla da, piyanoyla da beste yapardı. Mesela “Yakamoz”, “İçimde Ölen Biri” gitarla yapılmış bestelerdir. Kemanı da çok iyidir. Bazen uzun uzun piyano çalardı.

Bir söyleşide şöyle demişti: “Herkes benim gemileri yaktığımı düşünüyor. Ama benim kenarda bağlı küçük bir sandalım var, bir geceyarısı o sandalın iplerini çözüp karanlık sularda Türkiye’ye doğru yol alabilirim…”

İlk çıktığı zamanlarda bağlamayı farklı, “tuhaf çaldığını söylerlerdi… Ruhi Su’yla tartıştığı anlatılır mesela.

Halk müziğini çok severdi, ama TRT mantığıyla icra edilmesinden hiç hoşlanmazdı. “Yorumlanırken, düzenleme yapılırken geliştirilebilir, dinamizm katılabilir” derdi. Otantik yanı onu en çok cezbeden yanıydı, türkülerin o yanını hiç bozmadan çokseslendirilebileceğini düşünüyordu. Bağlamayı bir gitar gibi çalardı bazen, bazen de bir davul gibi, sadece ritm tutarak… Fakat “bu aletin insanı fazla özgürleştirme şansı yok, dar bir enstrüman” derdi.

Ruhi Su’yla olan da yaşanmış bir hikâyedir. Ruhi Su’yu çok severdi Ahmet. Boğaziçi Üniversitesi’nde Ruhi Su’nun dinleti-söyleşi gibi bir organizasyonu varmış, orada tanıştırılmışlar. Ahmet’ten bir şey dinlemek istemiş. Ruhi Su’nun “ Mahsus Mahal” diye bir türküsü var, Ahmet onu çok özgür yorumlardı. Onu çalmaya başlamış, ama Ruhi Su çok sinirlenmiş. Bağlamanın sapını tutmuş ve “bağlama böyle döver gibi çalınmaz” demiş, “okşanır, sevilir”. Bağlamanın sapını tutup türküyü kesmesi Ahmet’i çok üzmüş. İlk dinletisinin adını da o tepkiyle “Bağlama böyle de çalınır” koymuş Ahmet, afişlerde dinletinin adı öyle yazar.

Gülten ve Ahmet Kaya

Malatya yıllarını, çocukluğunu anlatır mıydı?

Tabii. Ailede çeşitli enstrümanları çalmayı bilenler var. Mesela bir dayı çok iyi bağlama çalıyor, diğeri çok iyi cümbüş çalıyor. Sürekli şarkıların, türkülerin çalındığı, söylendiği bir atmosfer. Ona ilk bağlamanın alındığı, çok amatör düzeyde çalmaya başladığı yıllar. Bir mensucat işçisinin oğlu Ahmet. Orada belirli zamanlarda işçilere, memurlara eğlenceler düzenleniyor. Mutlaka sahneye çıkartılıyor, türkü söyletiliyor küçükken. O zamanlar İşçi Bayramı 24 Temmuz olarak kutlanıyor. Bir bayramda ciddi olarak bir repertuar icra ediyor sahnede. Sonra onu alıp yakın kentlere, Elazığ’a, Urfa’ya, Gaziantep’e götürüyorlar.

Neler söylüyormuş o zamanlar?

Âşık Mahzuni’den, Ruhi Su’dan türküler, ya da bilinen halk türküleri… Küçüklüğünde bir minibüste muavinlik yapıyormuş yaz tatilinde. Bir vesileyle minibüsün sahibi tutuklanıyor, Ahmet’in çok sevdiği bir abi o. Bir beste yapıyor ona. Dokuz-on yaşlarında daha. Minibüs Volkswagen marka. “Bir Volkswagen alacağım / Adını Başar koyacağım / Başar abim gelince…” diye giden basit dörtlükler. Tamamını hatırlamıyorum ama, çok içten. Başar abi serbest bırakıldıktan, minibüsüne kavuştuktan sonra çok seviyor bu türküyü. Ahmet’in yaptığı belki de ilk beste.

80’lerin Ahmet Kaya’sı ve ilk konserlerden birinin afişi: Şan Tiyatrosu’nda tam bilet 1000, öğrenci 500 TL

Asıl gerçek patlama Şafak Türküsü oldu galiba. Ahmet Kaya nasıl bir dinleyici profili buldu karşısında?

Ağlama Bebeğim ‘85 yazında çıktığında, Türkiye’nin hali malûm. Kendinizi ifade edebileceğiniz hiçbir şey yok, bir gazete, bir dergi, bir televizyon kanalı, bir radyo, hiç bunlar yok. El yordamıyla ilerlenen bir süreç. Ama buna rağmen üniversite gençliği, epeyce nötrleştirilmiş toplumsal muhalefeti oluşturan kesimler, henüz örgütlü olmayan demokrasi güçleri, cezaevleri ağzına kadar dolu, onların aileleri ve yakın çevreleri… İlk açılım bu katmanlarla başlamıştır.

Ağlama Bebeğim toplatıldı. “Çok uzakta öyle bir yer var / o yerlerde mutluluk var / bölüşülmeye hazır bir hayat var” sözünden dolayı. Bundan ne kastettiği soruluyor. Danıştay’a başvuruyorlar, Sulhi Dönmezer’in de içinde olduğu bir bilirkişi heyeti dinliyor ve serbest bırakılıyor kaset. Gazetelere ilanlar veriyor plak şirketi, “Danıştay kararıyla serbesttir” diye. Belki bu da biraz ilgi çekiyor, “nedir bu yasaklanan ve serbest bırakılan şey?..”

Acılara Tutunmak albümünün bir kısım repertuarına da tanıklık ettim. Ama Şafak Türküsü’nde bizzat varım. Nevzat Çelik’in “Şafak Türküsü” şiirini okumuştum, piyasaya kitap çıkmadan evvel. Serbest bir şiir olduğunu, bestelenmeye çok müsait olmadığını da biliyordum. Yine de denemek gerekiyordu, o kadar çok acı çeken anne vardı ki dışarıda, şiiri o annelere sunmanın doğru bir şey olacağı konusunda hemfikir olduk Ahmet’le. Doğru bir zamanda kendi kitlesiyle buluştu, o açılımı sağlayan o şarkıdır aslında.

O sıralarda, Ahmet Kaya’yla beraber özgün müzik, protest müzik lafları literatüre girdi. Bir de “sol arabesk” dendi onun müziğine. Hem arabeske, hem Ahmet Kaya’ya toptan reddiye düzülmüş oluyordu böylece. Ama tam tersine, arabeski siyasileştirme becerisini de göstererek, bu müziğe önemli bir boyut katmıştı Ahmet Kaya. Kendisi nasıl yaşıyordu bu tartışmaları? Nasıl bir tepki gösteriyordu?

Sürekli teori yapan insanlar, fazla bir şey üretmeyen, hayatın içerisinde çok fazla olmayan insanlar hemen sizi dışlıyorlar, daraltıyorlar, size adlar buluyorlar… Ahmet onlardan hep uzak durdu, onlarla birlikte olmadı. Arabeski de son derece savunan bir insandı. Arabeski siyasallaşmayım gibi bir derdi hiç olmadı. Zaten çok benimsiyordu onu, “var bu” diyordu. Bizzat biz olduğumuzu söylüyordu. Bu toplumun müziği olduğunu söylüyordu.

“Ben bugüne kadar ‘Bir Teselli Ver’i sevmeyen bir solcu görmedim” demiş bir keresinde…

Doğrudur. “Niye bunu reddediyoruz” derdi. Nereye aitiz, Asyalı mıyız, Avrupalı mıyız, Ortadoğulu muyuz, Akdenizli miyiz?.. Bütün bu kültürlerden etkilenmiş bir coğrafyada durduğumuzu görünce, tabii ki böyle bir coğrafyanın müziği de bu olur. “Hüznün muhalefeti” diye bir terim kullanırdı “hüzün de başkaldırıyı içerir, bu özellikle cazda vardır” derdi. Arabeski melodik olarak çok zengin bulurdu, ama sözlerdeki o teslimiyeti benimsemezdi.

Mısır’dan, Ortadoğu ülkelerinden şarkılar dinler miydi?

Tabii, dinlerdi. Balkan müzikleri, Ortadoğu müzikleri de çok severdi… Ahmet Ağlama Bebeğim’i İMÇ’de dükkân dükkân dolaştırırken her dinleyen atıyordu bir kenara, “ne bu, halk müziği değil, sanat müziği değil, arabesk değil, pop değil…” Ahmet’in kendi imkânlarıyla çıkarttığı bir albümdür o. Annesinden borç para alarak, arkadaşının fotoğraf makinesini satarak… Prodüksiyonu kendisi yapıyor ve Taç Plak, Siirtli bir prodüktör alıyor ve çıkartıyor.

Onlar niye kabul ediyor?

İMÇ’nin en eski firmalarından birisi Taç Plak. Sütşurup ailesi. İçinde kurnazlığı da taşıyan bir öngörü diyorum buna. Bir de tecrübe açıkçası. Ne olacağını gördüler.

İlla solcu bir geçmişi olmayan, hatta solcu bile olmayan insanlara erişmesi ne zaman oldu Ahmet Kaya’nın?

Bir noktadan sonra herkes dinlemeye başladı onu. O dünya çok farklı kesimlerden insanların hayatına cuk oturuverdi. Başından beri böyleydi aslında. Müziği çok Türkiyeli, bütün hissettikleriyle buraya ait. Evrenselleşeyim, Batı’da bilmemne olayım gibi bir kaygısı hiç olmadı. “Notanın örgütü, siyasal rengi olmaz, la Adıyaman’da da, Afrika’da da la’dır” derdi. Burada yaşayan herkesi buranın müziğini yaptığı için yakaladı. Mesela demokrat olmanın genel algılanış biçimi hiç ona uygun değildi. Bir farketti ki, herkes demokrasiyi kendisi için istiyor. İdam cezasına karşı çıkarken, “Alpaslan Türkeş’in idamına karşı çıkmıyorum da, solcunun idamına karşı çıkıyorum” gibi bir yerden yola çıkmıyordu, “topyekûn karşı çıkıyorum” diyordu. “Sokaktaki şiddetle karşılaşan herkesin yanındayım ve o şiddete karşı çıkıyorum, kime uygulanıyor olursa olsun” diyordu. “Tabii ki başörtülü kıza da, tabii ki Cumartesi Annesine de, memura da, işçiye de.” Bu Ahmet’in bir strateji dahilinde yürüttüğü bir şey değil. Anahaber bültenlerini izlerken, inanılmaz etkilendiğini, hırs duyduğunu, acı duyduğunu görürdüm. “Ben kapımı kapatayım dış dünyaya, oturayım, iyi bir şiir ya­ zayım, aydınlar, solcular beni benimsesinler”, hiç öyle bir derdi olmadı. Doğru bildiği, inandığı şeyleri yaptı, kendisini kimseye göre şekillendirmedi. Onun için, çoğu insan onu abuk subuk biri gibi görürdü. “Bir gün sosyalistler iktidar olursa, o iktidara da mı karşı çıkarsın” diye sormuşlardı. “Evet” demişti, “bir iktidar gibi durursa karşımda, ona da karşı çıkarım”. (gülüyor)

Ülkücüler neden dinlerdi onu? Ahmet Kaya sokağa yakındı, buralıydı, evet ama…

Bana öyle geliyor ki, Ahmet Kaya’nın onları en cezbeden yanı, başkaldırısı, tek tabanca tavrı ve yine sokaktaki insanla onu buluşturan “delikanlı söylem” denen şey. Siyasallaşan bütün kesimlerin içten içe şöyle bir talepleri vardır: Yiğit bir adam, bir kahraman olsa da, şunları söylese… Belki de bu anlamda bu ihtiyacı karşılıyordu Ahmet Kaya müziği, ya da duruşu, tavrı… Bilemiyorum. Sözlerdeki cesaret, lafını sakınmaması… Gündelik hayatta da öyleydi o. Kendisi öyle olduğu için bu müziğe yansımıştır.

Gene de insanı şaşırtan şeyler oluyordu, bir noktadan sonra Ahmet Kaya’ya “tutarsız” denmesine sebep olan şeyler. Mesela polis gecelerinde şarkı söylemesi…

Hayır, öyle bir şey yok. Tek bir örneği bile yok. Bir polis gecesi polemiği var yalnız, gazetelere taşınan. Bir yerde polis gecesi düzenleniyor. Ahmet Kaya, Sinan Çetin ve Yusuf Hayaloğlu, tesadüfen aynı otelin pub’ında bir şey konuşmak için buluşuyorlar. O sırada eski Mali Şube müdürü Salih Güngör polis gecesine geliyor, pub’da Ahmet’i görünce kendilerine katılmasını rica ediyor. Salih Güngör’ün ricası üzerine Ahmet beş dakika salona giriyor, onun bir-iki dostuyla tanıştırılıyor ve çıkıp gidiyor. O sırada çekilmiş resimlerdir onlar. Hatta Hürriyet gazetesinde “ne terbiyesiz adam” diye yazıyor, “polis gecesine kirli tişörtle katıldı”. Onların takıldığı şey de bu. (gülüyor) Ahmet’in ayağında bir çiçekli pantolon, sırtında bir batik tişört, normal hali. Ne polis balosuna davet edilmiştir Ahmet Kaya bugüne kadar, ne katılmıştır, ne de şarkı söylemiştir.

Mali Şube Müdürü Salih Güngör’le dostluğu nereden geliyor?

Biz üç aylık bir Avrupa turnesi yapmıştık ve organizatörden paramızı alamayacağımızı anlayınca, karşılığında bir Mercedes almıştık, adamın kendi arabasıydı. Türkiye’ye de bu arabayla döndük. O aracı epeyce kullandı Türkiye’de. Alman plakalı olduğu için, altı ayda bir giriş-çıkış yapmak gerekiyordu. Ama Ahmet ihmal etmiş, periyodik muamelesi yapılmamış arabanın. O günlerde bir Mercedes kaçakçılığı olayı patladı, Tanju Çolak’lar falan tutuklandı. Bütün yabancı plakalılar toplanıp incelemeye alındı. Bizimki de alındı. Ahmet bir daha da dokunmak istemedi o arabaya. O zamanlar “solcu, Mercedes’e biniyor” diye bir sürü şey çıktı basında. Ben “gidelim bir bakalım” dediğimde de, o kadar sıtkı sıyrılmıştı ki bu hikâyeden, “ben o arabayı uçurumun kenarına götürüp vitesi boşa aldım, arkasından da iteledim, öyle farzet” dedi. Bir gün kendi kendime Mali Şube’ye gittim arabayı sormaya. Dediler ki “arabanızı niye almıyorsunuz, Yeşilköy gümrüğünde çürüyor”. Mali Şube müdürü Salih Güngör de Ahmet’le tanışmayı çok isteyen, şiir yazan, kitabı olan bir adam. O arabadan dolayı bunlar işlemler için iki-üç kere bir araya geldiler Mali Şube’de, sohbet edildi, konuşuldu. Sonra onun bir şiirini besteledi Ahmet. Böyle bir ilişki. Yok öyle polis dostu, polis baloları filan…

Bunları geç de olsa konuşmamız iyi oluyor, değil mi?

Bunları o kadar çok söyledik ki… Artık bu imajı değiştirmeye çalışmanın da bir anlamı yok açıkçası. Uzun yıllar “niye böyle tanınıyor Ahmet Kaya” diye çok üzüldüm. 12 yıldır Etiler’de bir apartman dairesinde oturuyoruz. Lanet olsun, bir balkonumuz bile yok. Bir kaset karşılığında aldığımız tek evdir orası. Şu sıcak günlerde özellikle balkona çok ihtiyaç duyuyorum. O yıllarda bir solcu gazetede bir yazı çıktı: “Etiler’de, Boğaz’a nazır villasında viskisini yudumlayarak…” Ahmet çok sinirlendi, dedi ki “gelsinler, benimle röportaj yapsınlar şu evde, ben de ‘Boğaz’dan vazgeçtim, şuradan bir boklu dere geçse razıyım’ desem…” Bütün bunlar birleştiği zaman ortaya öyle ucube bir adam çıkıyor ki! Sol müzik yapıyor, sağcı da dinliyor, İslâmcı da dinliyor, komünist dinliyor, bölücü dinliyor; aynı zamanda sokağın nabzını tutan bu adam Mercedes’le dolaşıyor, villalarda oturuyor… Hakikaten ucube bir durum. Ben de dışarıdan birisi olsam, bu sunulana itibar edebilirim…

Sürgün, ölüm… Ahmet’in şarkıları kendi stratejisi gibi: Önce yazılmış, sonra yaşanmış. Hiç metafizik düşünmediğim için bunu böyle temellendirmek hiç tarzım değil. Ama ilginç geliyor…

Çok istedik aslında bir müstakil ev sahibi olmayı. Hep evde, içedönük yaşadığı için mangal yakmayı acayip severdi. Birkaç dostuyla beraber mangalını yaksın, şarkılar söylensin, hayattaki bütün keyfi buydu. Hiç yapamadık. Orayı almış bulunduk ve orada kaldık. Daha evvel de Galatasaray Lisesi’nin arkasında bir apartmanda otururduk. İlk oturduğumuz ev orasıdır. O zamanlar da böyle şeyler yazılıyordu, “milyonlar satıyor, milyonlar kazanıyor…” Evde bir gaz sobası var, Cihangir’e elimizde iki bidon, gaz almaya giderdik. Perde yok, bir Amerikan bez germişiz, mobilya yok, yerde minderler var, yanda bağlaması, gitarı… Günlerce sokağa çıkmadan deliler gibi çaldığı, şarkı yaptığı günler. Bir konser yapıp da üç kuruş kazanınca doğru Çiçek Pasajı’na gidiyoruz, bir ufak rakıda sarhoş oluyoruz. (gülüyor) Ben 25 yaşındayım, o 28 yaşında, bütün lüksümüz bu. Böyle yaşarken inanılmaz haberler çıkıyordu. Mücadele etmek çok zor. Ancak aynı büyüklükte bir gazetenin sahibi olmalısınız ki, mücadele edebilesiniz bunlarla.

Kendisi de üstüne gidiyordu, galiba muhabirlere de dalgacı, ters cevaplar veriyordu…

Bir gün bir gazeteciye “ben aslında bugüne kadar hep yalan söyledim” dedi, “benim babam öyle işçi mişçi değil, annem Adıyaman Devlet Senfoni Orkestrası’nda solo keman, babam Malatya Senfoni’de… Bu cevap büyük bir ciddiyetle yayınlandı. (gülüyor)

Rakıcı mıydı? Çok içtiği söylenir hep.

Evet, rakıcıydı. Rakıyı çok severdi, ama çok içmekle rakıcı olmak farklı şeyler. Alıştığı mutfak kültürüyle rakıyı çok örtüştürürdü. “Acılı, içli, yoğurtlu, sarımsaklı lezzetlerle çok uyar” derdi. Ama çok içmek? Hayır. Bilinenin tersine, hiç öyle değil.

Yemeklerle arası? Kendi yapar mıydı mesela?

Güneydoğu mutfağını çok severdi, acılı yemekler ve kırmızı et ağırlıklı. “Ahmet Kaya spesiyali” dediği bir şey vardı, bir arkadaşımızın restoranında da listeye girmiştir. Menemeni biraz geliştirmişti, içerisine salam dilimleri, sucuk dilimleri koyup, kapağını da iyice kapatıp, iyice pişirip şekilli şekilli çıkarırdı. Mesela dolapta bir zeytinyağlı barbunya varsa, onu baharatlandırıp “Meksika yemeği ürettim” derdi. Zor yemekler vardır ya, herkesin kolay kolay yapmayı göze alamadığı şeyler, diyelim ki içli köfte. Çok başarıyla yapardı. Kâğıt kebabı mesela, onları bohça yapıp üzerlerine kürdanlar batırırdı. Üşenmeden, saatlerce uğraşabilirdi yemek yapmakla. Toprak adamıydı, her şeyine yansıyordu bu, balık yapmayı bilmezdi ama, güveç yapmayı iyi bilirdi.

‘93 yılında Ahmet Kaya Berlin’de konser yapmış, PKK-Kürdistan haritasının, Abdullah Öcalan posterinin önünde şarkı söylemiş. İkimiz de çok şaşırdık, o kadar net hatırlıyorum ki, hayır, böyle bir konser yok.

Yemek değil sadece, kimse tarafından bilinmeyen bir sürü şeyi vardı. İki-üç yıl boyunca çok iyi teleskoplar alarak yukarıları izlemeye başladı. Dışarıdan bakıldığında çok özdeşleştirilemez Ahmet’le ama, bilim-kurguyla çok ilgiliydi. Kitaplarda da öyle, filmlerde de… Sonra, yontu mesela. Son zamanlarda geliştirdiği bir şeydi, buradan gitmeden evvel. Stüdyonun bahçesindeki küçük bir odayı atölye haline getirmişti. Bir sürü marangozluk aleti almıştı, tahtaların cinslerini öğrenmeye başlamıştı. Yontuyordu ufak tefek bir şeyler, ama hep postmodern şeyler, metalle ahşabı bir arada kullandığı mitolojik figürler… Kafasını dinlendiriyordu. Abarttı işi, iki aletle yapılabilecek şeylerken onlar, olabilecek bütün malzemeleri alıp atölyeye koymuştu. “Bu kompresör ne işe yarayacak” diye sordum, “hiçbir işe yaramazsa” dedi, “mangalı üfleriz”. (gülüyor)

Dostlarıyla rakı masasında çok güzel çalıp söylediği anlatılır.

Hakikaten öyle. Öyle zamanlar hiç kendi şarkılarını okumazdı. Çok eski halk türküleri, “Kırmızı gül demet demet” mesela. Son zamanlarda çok söylediği bir türkü vardı, “burda bir ev karşıda kalmış, bakın hele komşular ne olmuş, kırk yıllık ağacım kurumuş kalmış, bizim köye benzemiyor gel hele” diye bir türkü… Elazığ, Diyarbakır türkülerini çok severek söylerdi.

Anadolu’da çok konserleri oldu mu?

Hayır, çok dolaşmadık. Malatya’da kayısı festivaline bir kere gittik, ki kendi doğduğu, büyüdüğü yer, orada bile bir konser yapabildik. En çok istediği şeylerden biri, Diyarbakır’da solo konserdi. Tunceli için aynı şekilde. Ama hiç izin alamadık. İzinli olanlar da engellenebiliyordu. Bir Balıkesir konserinde, tam sahneye çıkacağı sırada Valilik kararı ulaştırıldı. Repertuardan 35 şarkının söylenmesi yasaktı. İçinde bir de enstrümantal şarkı var. (gülüyor)

Hapse kaç kere girmiş Ahmet bey?

‘80 sonrası kısa gözaltılar, tutuklu kaldığı zamanlar var. Bölük pörçük. Toplam ne kadardır, hesaplamadım açıkçası.

Sizin tecrübeniz var mı?

Var. Ben ondan daha kıdemliyim. (gülüyor) Beş yıl gibi bir şey. Benimki kesintisiz bir süre.

1994’te, Havana’da 1 Mayıs: Ahmet, Melis, Gülten Kaya

Avrupa konserlerinin yanısıra Küba’ya gittiğini hatırlıyoruz, nasıl bir geziydi bu?

Küba’da 1 Mayıs törenlerine Türkiye’den on kişilik bir grup davet edilmişti, biz de vardık aralarında. Onlar resmi bir delegasyon gözüyle bakıyorlardı bize. Özgür bir gezi değildi, programı yapılmıştı. Ama oradaki Kültür Bakanlığı temsilcileriyle, geliri Küba halkına bırakılmak üzere Türkiye’de bir turne düzenleme hakkında görüşüldü. Tropicana diye popüler bir müzik grupları var, o grubun tamamıyla değil de, içinden bir grup müzisyenle ve dansçıyla Türkiye’de turne düzenlenecekti. O turne gerçekleşti, Ege ve Akdeniz konserleri yapıldı. Önce Kübalı grup çıkıp müziğini yapıyordu, sonra Ahmet Kaya. Ama sonra “Guantanamera”yı, Che şarkısını (“Hasta Siempre”) söylüyorlardı. Böyle bir turne oldu, geliri de tamamen Küba halkına gönderildi.

İnanılmaz hakaretler. “Kürtçe şarkı söyleyeceğim” cümlesi ağzından çıkar çıkmaz. Montajlı görüntülere bakanlar “niye böyle tehditkâr konuşuyor” diye soruyor. O küfürleri duymuyorlar ki ekran başında.

Küba’da sokaklarda filan bir şeyler çaldı mı?

Tabii, çok. (gülüyor) Çok sıcak anılar kaldı oradan. Orada hep üç-dört kişilik gruplar var, sokaklar müzikle dolu. Ahmet de onlara katılıyordu bazen. Birlikte şarkılar söylediler. Bu gruplardan biri giderayak gitar hariç öbür vurmalı enstrümanlarını Ahmet’e hediye ettiler. Evde durur hâlâ. Ahmet’i en mutlu eden şeylerden birisi Che’nin, Marquez’in rom içtiği meyhanede rom içmekti. Devrim müzesinde bir Che maketi var, onu gördüğünde çok heyecanlanmıştı. Çıkarma yaptıkları o kötü tekne, orada kullandıkları eşyalar, Che’nin kullandığı son kepi, doktor çantası gibi şeyler sergileniyor orada. Uçak korkusuna rağmen 25 saat uçmayı bütün bunlar için göze almıştı. “Eğer uçak düşerse okyanusun ortasında, en azından sosyalist bir ülkeye giderken öldü derler” demişti. (gülüyor)

Ortadoğu ülkelerine gitti mi?

Hayır, hiç gitmedi. Ama oralarda albümlerin çok sattığını, dinlendiğini biliyorduk. Marcel Halef’le –Körfez Savaşı sırasında yapılan “Şiddet” şarkısının müziği de ona aittir– çok sıcak ilişkileri vardı. Gıyabi şeyler, ama Ahmet çok severdi onun müziğini. Türkiye Kürtlerinden olmayıp da müziğini çok sevdiği insanlardan biri de Ciwan Haco’dur. Ciwan Haco, Ahmet Kaya ve belki bir Fransız grup birlikte büyük bir Avrupa turnesi tasarlıyorlardı, Ahmet’i kaybetmeden evvel.

Deminki “tutarsız, ucube adam” portresinden devam edelim. Televizyondaki talkşov programına ülkücü baba Nihat Akgün’ün birkaç kere konuk olduğunu hatırlıyoruz, hatta diz dize şarkılar söylendiği bile yazıldı…

Birkaç defa değil, bir defa programa izleyici olarak katıldı Nihat Akgün. Kendisi bir Ahmet Kaya hayranıydı, bunu biliyorduk. Sözü edilen tek program, bayram programı. Bayramda da özel bir şey yapıp Elazığ’dan yerel müzisyenleri ve folklor grubunu konuk etmek istemiştik, davullu zurnalı bir bayram programı yapalım diye. Kanal D onların masraflarının karşılanmasını kabul etmedi. Ben kendim Nihat Akgün’le konuştum bunu. “Sizin ilinizin kültürü tanıtılacak” dedim. Adamın oteli, restoranı var, bu konuda bize destek olup olmayacağını sordum. “Memnuniyetle” dedi ve o 35 kişilik grubu iki gün boyunca kendi otelinde ücret almadan konuk etti, masrafları üstlendi. Biz de doğal olarak onu davet ettik programın çekimlerine.

Ahmet beyin mafya dünyasıyla olan dostluğu da konuşulanlar arasında.

Ahmet’in çok dışında bir dünyadır o. Genellikle taşradan gelmiş, popüler olmuş erkek sanatçılarda öyle bir yan vardır, ama biz hariciz herhalde. Politik yanımızın olması, hayata başka bir yerden bakmamız bizi oraya yakınlaştıracak şeyler değil. Ama şunu söyleyebilirim rahatlıkla: Çok geniş bir yelpaze tabii ama, “o dünya” diye tabir ettiğimiz dünyadan birtakım insanlar, evet, çok yakınlaşmak istemişlerdir. Onun müziğini, onu çok sevmişlerdir. Ama hiç özel ilişkilerimiz olmadı. Olamazdı da zaten.

Bir de Jetpa’nın sponsorluğu var mesela, ya da yeminli bir sol düşmanı olan Sinan Çetin’le arkadaşlığı…

Sinan Çetin’le iş ilişkisi vardı. Birlikte iş yaptıkları dönemlerde bir araya gelirlerdi. Zaten hiç anlaşamazlardı. En son “Ağladıkça” şarkısının klibini çekerken ciddi bir tartışma yaşadılar ve Sinan’ın asistanıyla devam etmek zorunda kaldık. Yarı şaka, bazen son derece ciddi politik tartışmaları olurdu. Sinan’ın Türkiye’deki politik hayatı tiye alan o üslûbundan çok rahatsız olurdu Ahmet. Zaman zaman çok sertleştiğini de hatırlarım…

Jetpa ilişkisine gelince; ben onu tam Jetpa ilişkisi gibi algılamıyorum, oradaki bir kişinin şahsında yürüyen bir ilişkidir. Jetpa’nın ortaklarından biri, eşi de edebiyat öğretmeni olan bir arkadaşımdı. İki güzel insan bunlar. Onlardan gelen bir teklif vardı. Kadir İnanır’ı Jetpa reklamlarında oynatmışlar ve sanırım “Ahmet Kaya’yı da görmek istiyoruz” gibi teklifler gelmiş firmadan. Biz reklam filmi değil de, konserlerde ve klipte sponsor olunabileceği gibi bir aşamada anlaştık. Zaten yürümeyen, finale gitmemiş bir ilişkidir. O sırada yapılan bazı konserlere, iki tane de klibe onlar sponsor oldular.

Yanlış anlaşılacağından, üzerine bir etiket yapışacağından çekinmez miydi?

Hep “solcu bir holding var da, biz mi çalışmıyoruz” derdi. Sermayenin kimin elinde olduğunu herkes bilmiyor mu? Biz de bu sermayeyi zaman zaman tabii ki kullanacağız. Burada önemli olan, benim hayata bakışımdan, duruşumdan, düşüncelerimden, ideolojimden, ilkelerimden vazgeçmemiş olmamdır. Böyle düşünürdü. “Ben şarkılarımı her yerde söylerim, keşke MHP’liler de çağırsa, gitsem, söylesem, ama onlar da söylediklerimi anlayabilseler, dinleyebilseler…” Bence de bu doğru yaklaşım. Bütün bunlar ne zaman bir tutarsızlık, istikrarsızlık olur? Ahmet Kaya herkese göre değişse, herkese göre yeniden şekillense, evet, tutarsızlıktır. Ama Ahmet hep aynı Ahmet, Ahmet Kaya müziği hep aynı Ahmet Kaya müziği olarak kaldı…

Beş yıl boyunca eve gelip elektrik işlerimizi yapan elektrikçimiz bile eve gelmedi, çağrıldığı halde. Birden şöyle bir şey oldu şarkıdaki gibi: “Dokunma bana yanarsın, dokunma bana fişlenirsin…” Hakikaten Ahmet’e dokunan yanacağını zannetti.

Bakın size çok trajik bir şey anlatayım: Cumhuriyet Dergi’nin arka sayfasına bir ilan verdik yeni albüm için. İlhan Selçuk bir yazı yazmış: Atatürkçü bilmemne derneğinin başkanı bir mektup göndermiş; Ahmet Kaya ilanının orada yer almasını çok yadırgadığını, böyle bir bölücü adamın Cumhuriyet çizgisiyle nasıl uzlaştığını anlayamadığını, Cumhuriyet’e bunu yakıştıramadığını filan söylüyor. Ve İlhan Selçuk da o kadar ortalama bir cevap veriyor ki adama: “Ee, bunu tartışalım, herkes fikrini söylesin…” Yani oradaki Ahmet Kaya ilanı İlhan Selçuk’un Atatürkçü saplantılarını filan mı değiştiriyor? Anlamıyorum ben bunu. Ya da bölücülüğü nereden çıkartılıyor Ahmet Kaya’nın? Bunlar da en çok hukuk, yargı diyen adamlar üstelik. Hukuk Türkiye’de Ahmet Kaya’nın bölücü olduğunu tescillememiştir ki. Nasıl bir şeyse bu bölücülük? Bu ülkede bunların hâlâ konuşuluyor olmasından çok midem bulanıyor. Durumu çok vahim görüyorum. Koskoca adam, “Cumhuriyet çizgisinden taviz mi veriyor, yoksa yarın siz Fethullah Gülen ilanları da mı alacaksınız” diye üşenmeden mektup yazıyor. Hayatı bu kadar kavrıyor çünkü, bu kadarını görüyor adam. İlhan Selçuk da ona böyle bir ortalama cevap yazıyor. Bunlar bu ülkenin aydınları, bilmemneleri. Orada yok sayılan, aslında Ahmet Kaya’nın şahsında milyonlarca insan. Ahmet Kaya şarkılarını yasaklayarak milyonlarca insanın da bu konudaki özgürlüğünü engellemiş oluyorsunuz. Herkesi kuşatan bir yasak bu.

Şimdi yeni bir ambargo var. Hiçbir radyo, hiçbir televizyon Ahmet Kaya şarkıları çalmıyor. Cezalandırılan halkın kendisi aynı zamanda. Bu ülkede Nâzım Hikmet hep yasaktı. Ben gözümü açtığımda yasaktı, yargılanma sebebiydi kitapları. Ve fakat her evde Nâzım Hikmet vardı. Yılmaz Güney filmleri yasaktı, ama isteyen herkes de izlemiştir. Bu yok sayma mantığı artık geçmiş ola. Ahmet Kaya iki yıllık bir maziye sahip olsaydı, onu çok kolay imha edebilirlerdi. Ama artık son derece rahatım. Ahmet Kaya’nın halkla arasındaki o buluşmayı hiçbir yasa, hiçbir yasak engelleyemez.

Magazin Gazetecileri Derneği’nin gecesine gelelim. O gün söylediği laflar hazırlanmış şeyler miydi, yoksa o an mı aklına geldi de söyledi?

İkisi de değil. Çok tasarlanmış bir şey de değil, çok spontan da değil. Bu şimdi piyasaya çıkan albüm stüdyo aşamasındaydı ödül gecesi sırasında. Kürtçe bir şarkı söylemeyi çok istiyordu. O günlerde de seçimler yaklaşıyor, baraj sistemi var, Kürt halkı yine çok yalnızlaştırılmış. Hep “ben ne yapabilirim acaba”yı konuşurduk. “Belki onlara onların dilinden bir şarkı söyleyebirim” dedi, çünkü Kürtçe hiç bilmezdi Ahmet. Kürtçe bir şarkı arayışına girmiştik. Ödül gecesinde Ahmet’in hesaplayamadığı şey, gelen tepki ve tepkinin büyüklüğü. O lafları o kadar olağan düşünüyordu ve o kadar olağan söyledi ki. Çok da güleryüzlü söyledi. Peki niye orada söyledi? Magazinciler gecesi orası, magazinciler açısından haber değeri taşıyan bir şey bu. “Bunlar şimdi teker teker gelecekler, röportaj yapacaklar. Ben gene yanlış anlaşılacağım, gene istismar ediyormuşum gibi sunulacağım. Onun için, hepsine birden söyleyeyim, kurtulayım dedim…” Öyle söz edildiği gibi reklam filan da yok ucunda. Ödül alan bir adamın reklama ihtiyacı mı var?

Siz seyirciler arasında mıydınız?

Tabii. Öyle ilginç bir şey ki, Ahmet bu sözleri söylediğinde, salonun yarısı alkışlıyor. Diğer yarısı şaşırıyor. O şaşıranlar da masum sayılabilir, ama beş-on kişi ânında ayağa fırlayıp bağırmaya başlıyor. Bunlar ekrana yansıyan görüntüler değil. Montajda bir-iki kişi görünüyor. Halbuki o kadrajın dışında kalan bazı insanlar var. “Sünnetsiz pezevenk”, “Apo’nun yanına git”… İnanılmaz hakaretler. Üstelik, “Kürtçe şarkı söyleyeceğim” cümlesi ağzından çıkar çıkmaz. İşte bu tepkinin üzerine Ahmet’in tavrı sertleşiyor: “Bu ülkede Kürtler var ve tepenize vura vura kabul ettireceğim size bunu” diyor. Montajlı görüntülere bakan herkes “niye böyle tehditkâr konuşuyor” diye soruyor. Ama gelen o küfürleri duymuyor ki ekran başındaki o insanlar. Mesela birinin adını söyleyeyim: Şenay Düdek diye magazin gazetecisi bir kadın. Benim gördüğüm ayağa fırlayan, hakaret yağdıran ilk insanlardan birisi.

Bir sürü alkışlayan da var, ama onlar kim, sonra neden Ahmet’le beraber olmadılar? Benim aklımda bir tane güzel fotoğraf var: Mehmet Aslantuğ’un masasından kalkıp oturduğumuz masaya kadar gelmesi ve o fırlatılan çatallara, kaşıklara kendini siper etmesi. Bilahare Savaş Ay’ın gelmesi. Ve birdenbire bizi orada garsonların koruduğunu gördüm. Garsonların o çatallara siper durduklarını gördüm. Zaten bir anda acayip bir rüzgâr esti. O koro nasıl oluştu bir anda, nasıl “10. Yıl Marşı”nı söylemeye başladılar… Çok ürkütücüydü gerçekten.

“Alkışlayanlar sonra neden Ahmet’le beraber olmadılar” diye sordunuz. Neden olmadılar?

O nasıl bir psikolojiyse, “ya, bak hiçbir tepki vermedik, en azından bir gidelim, Ahmet’e bir geçmiş olsun diyelim” de denmedi. Ahmet’in böyle yalnızlaştırılması daha da ürkütücüdür.

“Bu klibi yayınlayacak yüreklilikte insanlar olduğuna inanıyorum” demesine de çok salakça bir tepki verildi: “Sanki Kürtçe şarkı yasak” diyenler oldu. Evet, o zaman fiilen yasak vardı, tam Ahmet Kaya’yı kaybettiğimiz sıralarda da RTÜK tarafından tamamen yasaklandı.

Ahmet Kaya’nın Kürtçe şarkı söylemek istediği için yargılandığı günlerde İsmail Cem buradan birtakım Kürtçe kasetler alıp İsveç Dışişleri Bakanı’yla görüşmeye gitti, “bakın, bunlar bizim ülkemizde çıkan kasetler, yasak da değil” demeye. Çok ince bir polemik bu. Sürekli “sokaklarda, dükkânlarda satılıyor Kürtçe kasetler” deniyor. Peki o zaman bir sanatçıyı neden şarkı söyleme isteği yüzünden yargılıyorsunuz ve linç etmeye çalışıyorsunuz, 17 yıllık sürecini yok sayarak herkesin gözünden düşürüyorsunuz?

Bir de “hem Kürtçe bilmiyor, hem Kürtçe okuyacakmış” diye alay edenler vardı. Kürt olduğu halde bu ülkede anadilini öğrenme imkânı bulamamış olması tartışılmıyordu da, böyle abuk subuk bir laf ediliyordu.

Evet, asıl trajik olan o. Bu kimin ayıbı? Bunu bile göremiyor ki insanlar, o aydınlar, kimlerse bunları asıl görmesi gerekenler.

Bu süreci nasıl yaşadı Türkiye’de?

Stüdyo çalışmaları da yürüyordu o sırada. Bu yeni albümdeki şarkıların okunduğu günlerdir o günler, çok moralsiz okunmuştur şarkılar. Bir yıl sonra dinlediğinde “hayır, bu okumaları mutlaka değiştirmek istiyorum” dedi. Bunu yapamadık tabii. Üç ay boyunca kendini stüdyoya kapatan, hiç kimseyle görüşmeyen, hiç kimse tarafından ziyaret edilmeyen, kapısı çalınmayan bir adamdı. Sokağa bile çıkamaz durumdaydı, inanılmaz tehdit telefonları geliyordu. Kızlar okula gidiyorlar, kızım ortaokulda, büyük kız lisede. Televizyon haberlerinde ne söyleniyorsa, çocuklar kendi aralarında onu konuşuyorlar: “Senin baban bölücü, senin baban Apocu, vatan haini…” Çocuklar da kendi çaplarında kendi sosyal çevrelerindeki saldırıları göğüslüyorlar. Beş yıl boyunca eve gelip elektrik işlerimizi yapan elektrikçimiz bile eve gelmedi, çağrıldığı halde. Birden şöyle bir şey oldu şarkıdaki gibi: “Dokunma bana yanarsın, dokunma bana fişlenirsin…” Hakikaten Ahmet’e dokunan yanacağını zannetti.

O dönemde “PKK haritası önündeki konser” haberi patlatıldı. O kadar sene sonra o fotoğraf nasıl birdenbire ortaya çıktı?

Hürriyet gazetesi bir gün “Ayıp ettin gözüm!” diye bir manşet attı. Bir fotoğraf var orada: ‘93 yılında Ahmet Kaya Berlin’de konser yapmış, PKK-Kürdistan haritasının, Abdullah Öcalan posterinin önünde şarkı söylemiş. İkimiz de çok şaşırdık, o kadar net hatırlıyorum ki, hayır, böyle bir konser yok. O dönemde sadece ‘94’te Berlin’de Alevi Esnaflar Cemiyeti diye bir kuruluşun yaptığı bir konser var. Dünyadaki bütün Alevi esnafların örgütlendiği bir meslek kuruluşu o, Suriyeli, İranlı, Iraklı… Oraya gitmişti Ahmet, onların da örgütle, mörgütle alâkaları yok.

En çok istediği şeylerden biri, Diyarbakır’da solo konserdi. Tunceli için aynı şekilde. Ama hiç izin alamadık. İzinli olanlar da engellenebiliyordu. Bir Balıkesir konserinde, tam sahneye çıkacağı sırada Valilik kararı ulaştırıldı. Repertuardan 35 şarkının söylenmesi yasaktı. İçinde bir de enstrümantal şarkı var!

En basitinden yola çıkalım: Bir sanatçı sahneye kimin ne astığından, salonun dekorasyonundan, oraya gelip slogan atan insanların ideolojisinden sorumlu tutulabilir mi? Orada sahneye çıkan yirmi adamdan bir tanesi o. Türkiye’den giden başka insanlar da var o konsere… Ayrıca, eğer bu bir suç deliliyse, bunu gizleyerek siz de suç işlemiş oluyorsunuz. Ayrıca ‘93 yılında biz bu konseri yaptıysak ve bölücü ilan ettiyseniz Ahmet’i, neden ‘94 yılında Ahmet’e Altın Kelebek ödülü verdiniz? Mesela genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök köşesinde defalarca yazı yazmıştır, Ahmet Kaya şarkılarını dinleyerek tatile gittiğini, “Saza Niye Gelmedin”i ne kadar beğendiğini…

Berlin Alevi Esnaflar Birliği, kendi antetli kâğıtlarıyla, dernek kaşeleriyle resmi yazı gönderdi: “O konseri biz yaptık, hiçbir siyasi örgütle ilişkimiz yoktur, oraya sadece önderimiz olarak kabul ettiğimiz Seyit Rıza’nın bir portresini asmıştık…”

Gazetedeki resmi siz nasıl yorumluyorsunuz?

Biz o resmin fotomontaj olduğunu düşünüyoruz. Mutlaka bir bilirkişi tarafından incelenmesi gerektiğini talep ettik mahkemeden. İncelenmedi. Ortada hiçbir film kaydı filan da yok. Tek bir fotoğraf. Bir yıl boyunca her ay DGM’ye, duruşmaya gittim. İki dakika süren duruşmalardaki bütün laf şuydu : “Hürriyet gazetesine yazı yazılmasına, ellerindeki bütün filmlerin, fotoğrafların mahkememize gönderilmesine…” Tak, bitiyordu duruşma.

Bir yıl boyunca mahkeme Hürriyet’e yazı gönderdi. Hiçbir şey gelmedi Hürriyet’ten. Sonunda mahkeme bu defa “polis marifetiyle delillerin gönderilmesi” diye bir yazı gönderdi. Ondan sonra Hürriyet’in avukatlarından bir yazı geldi: “Elimizde falanca numaralı belge dışında –yani o fotoğraf dışında– hiçbir şey bulunmamaktır.” Zaten onu vermek zorunda da değil gazete. Nitekim de vermedi, orijinal fotoğrafı da vermedi. İnanılmaz bir hukuk trajedisi… Ahmet ödül gecesi yüzünden açılan davadan beraat etti, bu olaydan ceza aldı, ama öldüğünde onaylanmamıştı Yargıtay tarafından.

Paris döneminde PKK konseri gibi organizasyonlar oldu mu? Televizyonda “vallahi ben bir dostu özledim, vallahi ben Apo’yu özledim” diye şarkı söylediğini gördük…

Avrupa’da epeyce konser yaptı. Sözünü ettiğiniz çekimler bir stadyum konserinden. 1 Eylül’de, Dünya Barış Günü’nde yapılmış bir konserdir. O birisi için bestelenmiş özel bir şarkı değildir. O konserin coşkusu, havası, atmosferi içerisinde Ahmet’in spontan olarak söylediği bir şeydir. “Ben adı geçen insanın barışı savunan yanını savunuyorum. Bugüne kadar benim gündemimde bu isim hiç yoktu, ama şimdi var. Çünkü bu barış sürecine ilişkin tutumunu benimsiyorum…” Onun kendi açıklamasıdır bu.

Paris’e gidiş nasıl bir kararın sonucuydu?

Bir karar sonucu değil ki. Sözleşmesi yapılmış bir turne vardı. Dava açılınca turne ertelendi. Mahkeme Ahmet’e çıkış yasağı koymuştu, bu turneden söz ederek yasağın kalkmasını talep ettik. Mahkeme de yasağı kaldırdı, Ahmet savunmasını yapmıştı zaten. Üç konser yapmak üzere küçük bir çantayla gitti. O konserlerle ilgili de asılsız haberler çıkartıldı. Ve peşpeşe davalar açılmaya başlandı, gıyabi tutuklama kararı çıktı. Fiilen sürgün süreci başlamış oldu. O günlerde “ortalık bir durulsun, bir süre burada kalmak gerekecek, o linç psikolojisi devam ettiriliyor” diye düşündük. Paris Ahmet’in rahat ettiği, dostlarının olduğu bir yerdi, Avrupa’nın bir yerinde kalmak gerekecekse Paris olsun dedik.

Paris’in neresinde yaşıyordu?

14. bölgede. Victor bulvarında, Paris’in en uzun caddesinin üzerinde küçük bir daire. Biz çocuklarla hep buradaydık, ben ayda bir kere, bazen iki kere gidip geliyordum. Öyle geçti iki buçuk yıl. O iki buçuk yılı da hep buraya geri dönmeyi tasarlayarak, planlayarak, hep “orada olmalıyım”ı düşünerek geçirdi. Bir söyleşide şöyle demişti: “Herkes benim gemileri yaktığımı düşünüyor. Ama benim kenarda bağlı küçük bir sandalım var, bir geceyarısı o sandalın iplerini çözüp karanlık sularda Türkiye’ye doğru yol alabilirim, herkes çok şaşırabilir…” Tam böyle bir insandı. Her “ben atlayıp yarın geliyorum” dediğinde, “hayır” derdim, karşı çıkardım. Diyelim ki tutuklandı, sonra da serbest kaldı, bir açıkhava hapishanesinde yaşayacaktı bu defa da. Asla özgür olamayacaktı ve can güvenliği olmayacaktı.

Mutfakta menemen çalışmaları, San Sebastian, İspanya

Nasıl geçiyordu günleri Paris’te?

Bir televizyon aldık. “Fransız kanallarını izleyeceğim, dil öğrenmemi kolaylaştırır” dedi. Bir de hoca tutmuştuk. Sonra dayanamadı, bir uydu anteni taktırıp Türkiye’deki kanalları da izlemeye başladı. En azından haberlerde açıyordu, İskele Sancak, Siyaset Meydanı gibi programları izliyordu. Bir de Kürtçe hocası vardı, genç bir kız, üniversite öğrencisi. Son zamanlarda Fransa’nın güneyinde bir dil okulu olduğunu, altı ayda Fransızca öğrenebileceğini araştırıp bulmuştu. Kendini tam kampa sokarak Fransızca öğrenmeyi amaçlıyordu. Ama sokakta işini görecek kadar da öğrenmişti.

Yapmak istediği, planladığı projeleri var mıydı?

“Oturup Dadaloğlu’nu, Pir Sultan’ı, Karacaoğlan’ı önüme koyup doğaçlama, ne hissediyorsam öyle, tek enstrümanla yapmayı çok istiyorum derdi. Dört-beş CD’lik, senfonik yapıda “Kurtuluş Savaşı Destanı”nı yapmayı istiyordu. Nâzım’ın metninde çarpıldığı bölümler vardı, çok duygulanıyordu. Böyle şeyler vardı işiyle ilgili yapmak istediği, ama “şu yaşıma kadar sağlıklı, bakımlı yaşayayım” gibi kaygıları yoktu.

Zor yemekler vardır ya, herkesin kolay kolay yapmayı göze alamadığı şeyler, diyelim ki içli köfte. Çok başarıyla yapardı. Kâğıt kebabı mesela. Üşenmeden, saatlerce uğraşabilirdi yemek yapmakla. Toprak adamıydı, her şeyine yansıyordu bu, balık yapmayı bilmezdi ama, güveç yapmayı iyi bilirdi.

Bir film projesinden bahsediliyor, nedir o?

Ahmet’in en çok okuduğu kitaplar sinema kitaplarıdır, sinema tarihi, senaryo nasıl yazılır gibi şeyler. Ayzenştayn sineması çok ilgisini çekerdi. Hep kamera arkasında olmayı isterdi. Fotoğraf makineleri, kameralar, bilgisayarlar en sık oynadığı oyuncaklardı. Fotoğraf bilgisi vardı, evde karanlık oda kurmuştu yıllar evvel, agrandizörü vardı, siyah-beyaz resimler basıyordu. Sözünü ettiğiniz film projesi, üç ülkede gerçekleşecek bir projeydi. Kafasında çok olgunlaşmıştı her şey. Paris’te biraz da boşluk yakalayınca depreşti sinema aşkı. Orada bir kaba öykü yazmıştı, son zamanlarda da plan senaryosunu yazmaya başlamıştı. Güney Fransa’da, Bask bölgesinde plato bakmıştı kendisine. Mimarisi Türkiye’ye benzeyen bir yer arıyordu. Geçen yaz San Remo’dan İspanya’ya kadar sahilden gittik, yine o gözle baktık. Bazı kasabalar gerçekten benziyor. Bir sokak vardı kafasında, o sokağı arıyordu hep. Bütün bunlar yarım kaldı. Binlerinin adına sürekli “barış süreci” dediği süreci gerçekten doğru sorgulayacak ve doğru kuşatacak bir hikâye olacaktı.

Hoşçakalın Gözüm…’deki yeni şarkıları sürgün, ölüm temasının etrafında fazlaca dolaşıyor. Girmiş olduğu öyle bir ruh hali var mıydı?

Sonra dinlediğimde ben de çok net görebildim bunu. “Memleket Hasreti” mesela, sanki sürgüne gideceğini, memleketini özleyeceğini bilen bir adamın yazdığı bir şarkı gibi. Ama bunları yaşamadan yazmış olması ilginç.

Bütün kariyerinde ölümden, sürgünden bahseden pek çok şarkısı var…

Savaş komutanları masabaşında strateji yazarlar, sonra da onu uygularlar ya, Ahmet’in şarkıları da kendi stratejisi gibi. Önce yazılmış, sonra yaşanmış. Hiç metafizik düşünmediğim için bunu böyle temellendirmek hiç tarzım değil. Ama ilginç geliyor… Zaman geçtikçe bana “sen orda çıkar albümü” deyip duruyordu. Ben de ona “burada olmadığın için bilmiyorsun” diyordum, “bir televizyon kanalı birkaç kişiyi toplar, bir koli albümü döker ortaya, kırdırır, ayaklar altında çiğnetir; Türkiye henüz bu noktada”. Albümü çıkarmak için Türkiye’yi uygun bulmuyordum, olgun bulmuyordum. Hâlâ o olgunlukta değil. Belli ki çok zaman alacak. Ama belki bir müddet sonra Ahmet Kaya’yı vatan haini ilan edenler onun şarkılarını söyleyecekler. Bu da kaçınılmaz. Nâzım Hikmet’i vatan haini ilan edenlerin onun şiirini okuması gibi. Şu iade-i itibar lafı, bunun Nâzım Hikmet’le ilgili olarak kullanılması beni acayip rahatsız ediyor. Bir iade-i itibar söz konusu olacaksa, bence bu Türkiye’nin itibarının iadesi olur ancak. Bunu da Nâzım Hikmet yapabilir, başkasının hakkı ve haddi değildir.

Şimdi Ahmet Kaya’nın eski şarkılarını da çalmıyor radyolar, değil mi?

Hiçbir şekilde. Eski, yeni, hiçbir şey. Var ya George Orwell’in 1984’ünde hafızaların silinmesi, aynı onun gibi.

Paris’te toprağa vermek sizin kararınız mıydı?

Star gazetesi şöyle yazdı: “Karısı cenazeyi Türkiye’ye getirmek istemesine rağmen PKK ona engel oldu.” Çıldırabilirsiniz. Tam tersi söz konusudur: Sevenlerinin tamamı onun buraya getirilmesini istiyordu. Ben tek başıma aldım bu kararı, bilerek aldım. Gerekçelerim vardı. Ahmet’in buraya gelmesi bir sayfanın kapatılması demek olacaktı. Hiçbir şey sorgulanmayacaktı. Gelecekti, sıradan bir Zincirlikuyu mezarı olacaktı. Gene magazinciler gidip başucunda “sanatçı dostları bu sene gene gelmedi” gibi haberler yapacaktı yılda bir kere, kapanmış olacaktı iş. Halbuki orada kalması demek, bir sürü şeyin biraz daha sorgulanması demektir. Sokaklarında dolaşamadığı ülkesine onu omuzlar üzerinde getirmek çok saçma. Sisteme “alın, adam öldü, size zarar veremeyecek, onun için getirdim” demek gibi… Orada, gerçekten kendisine yakışan bir yerde olması bana çok anlamlı geliyor.

Père Lachaise’e daha önce gitmiş miydi, Yılmaz Güney’i ziyarete?

Gitmişti. Zaten Yılmaz Güney’le biraz yakınlar. Bir üçgen oluşturuyorlar, Jim Morrison, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya… (gülümsüyor) Niye Jim Morrison? Kızımız Melis çok seviyor Jim Morrison’ı, “çok benzetiyorum babamı” diyor, genç ölmeleri, Paris’te ölmeleri, Père Lachaise’de olmaları, ikisinin ölümüne de kalp krizi denmesi… Tavır olarak da benzeştiriyor. Hesapsız, bildiğini yapan adamlar. Konserde Jim Morrison’a “şu sözleri söyleme” dendiğinde “tamam” deyip gene de o sözleri söylemesi… “Aynı babam” diyor. Son gidişimizde Jim Morrison’ın J&B viski sevdiğini öğrenmiş, babası da severdi. Alıp yarısını Jim Morrison’ın üzerine döktü, yarısını babasının üzerine. İki tane beyaz gül alıyor, biri babaya, biri ona. Mutlak surette ikisini beraber ziyaret ediyor.

Çok ilginç bir rüya görmüş babasından sonra. Eğer ikna edebilseydi, babasıyla bu yaz Amerika’ya gideceklerdi. Rüyasında babasının gelip onu aldığını ve birlikte Amerika’ya gideceklerini söylediğini görmüş. Bizim bir köpeğimiz var, adı Pako. Arabada bir cüce var, o yolda onlara tercümanlık yapacakmış. Ahmet arabayla kapının önüne gelmiş, “Colorado’ya gidiyoruz” demiş. Ben de camdan el sallamışım. “O cüce de muhtemelen Pako olabilir” diyor. “Biz gittiğimizde oraya” diyor, “çok gri ve yağmurlu bir hava”. Meğerse bir ölüler gecesi düzenlenmiş, canlı canlı ölüler dolaşıyor, baba da onlardan biri. O gece ölüler arasından bir kişi seçilip ayrıca idam edilecekmiş. “Ve babamı seçiyorlar” diyor. Bilinçaltında henüz kabul etmediği için, rüyasında idam edilmesiyle belki kabul edecek ölümünü –hâlâ kabul etmiyor gerçi. Babasını seçtiklerinde ağlıyor, “baba, sakın gitme” diyor. “Babamı bir ağaca yaslanmış vaziyette görüyorum, fakat babamın yüzü Beethoven”. Piyano dersi alıyor kızım aynı zamanda. “Bedeni ve sesi babam, fakat yüzü Beethoven” diyor. “Baba, biz uçak biletlerini aldık, seni buradan kurtaracağız…” Babası da “ben sizinle gelemem Melis, çünkü Jim Morrison beni bekliyor” diyor. Bunlar baba-kız çok korku filmi de izlerlerdi. “Kocaman bir Jim Morrison düşün” diyor. “Bütün gökyüzünü kaplamış bir Jim Morrison. Elini uzatarak çağırıyor babamı. Ve babam onunla beraber gidiyor…”

Roll, sayı 56, Ağustos 2001

^