Hilton. Lobi gazeteci kaynıyor. Nick Cave gelecek, sırayla söyleşi verecek. Arslan’la (Eroğlu, Roll’un resmi ressamı) bara tünüyoruz. İkinci sigarayı yaktığımızda hazret görünüyor. Peşinde halkla ilişkilerciler, söyleşilerin yapılacağı odaya doğru yürüyor. Barın hizasına yaklaştığında bir an göz göze geliyoruz. O an uzadıkça uzuyor. “Farları dikti” derler, tam öyle. Huylanmamak elde değil. Hizamıza geliyor, geçiyor, boynu doksan küsur derece olana kadar “kesik” sürüyor. Hayırdır inşallah.
Sıramız geldiğinde söyleşi odasına giriyoruz. Selâm-kelâm; “fotoğraf yasağı koymuşsunuz, biz de ressamımızla geldik.” Huylanma sırası onda. Söyleşirken yan gözle Arslan’ı dikizliyor. Ressamımızın önünde kâğıt-kalem var ama, dokunduğu yok. Nick Cave dayanamayıp soruyor: “Hani, çizmiyorsun?” Arslan, “Ben kafama çiziyorum” deyince, “hoppala” ifadesi beliriyor yüzünde. “Bana gönderirsiniz, değil mi?” “Elbette.”
“Fotoğraf yasağı koymuşsunuz, biz de ressamımızla geldik.” Huylanma sırası onda. Söyleşirken yan gözle dikizliyor. Ressamımızın önünde kâğıt-kalem var ama, dokunduğu yok. Dayanamayıp soruyor: “Hani, çizmiyorsun?” “Kafama çiziyorum.” “Hoppala” ifadesi beliriyor yüzünde. “Bana gönderirsiniz, değil mi?” “Elbette.”
O ara birer sigara yakıyoruz. Lobideki esrarengiz âna açıklık getiriyor: “Geçenlerde vefat eden sevgili dostum, üstadım Mick Geyer’e çok benziyorsunuz. Onun da sizinki gibi ceketi vardı. [Oğlumun mezuniyet töreni ceketini ödünç almıştım.] Onun da saçları sizinki gibiydi; rengi, boyu… [Saçını kendisi kesen birinin anlaşılabilir üşengeçliğiyle bugün-yarın derken normaldekinden uzundu.] O da sizin gibi kısa Camel içerdi.” [Yolda tütün bulamadığım için Camel’a fit olmuştum.]
Söyleşiden birkaç saat sonra bir telefon: “Nick Cave sizi konserden sonra yemeğe bekliyor.” Eyvah. Yirmi dakikalık söyleşide gazeteci rolü kolay, ama gece boyu Mick Geyer dublörlüğü? Yine de peki.
Konser hilafsız on numara. Piyano başında, kan ter içinde, katıksız bir rock’n roll.
Konser çıkış Arslan’dan hayır yok, eve dönüyor. Pınar (Öğünç) geliyor yardıma. Terastaki barda iki bira söylediğimiz anda Nick Cave yanımızda bitiyor, muhabbetle bir el ense çekiyor. İlk sorusu “Ressam niye gelmedi?” “Mazereti var.”
Ekibinin çoktan yerleştiği masaya geçiyoruz, karşılıklı oturuyoruz. “Ne içersiniz?” diyor. “Siz ne içeceksiniz?” “Maden suyu. Turnede içki içmiyorum.” Hayda. Bir “aslan sütü” güzellemesi yapıyoruz, ı-ıh. O maden suyu, biz rakı, olacak iş değil, biraya devam mecburen.
Bizim ayılıp bayıldığımız konser meğer onu pek kesmemiş. “Şu İstanbul’da bir türlü istediğimiz gibi çalamadık” diyor. Sohbetin “highlight”ı PJ Harvey dedikodusu. Yara kabuk bağlamamış demek ki. Ve anlaşılan, serde “delikanlılık” var.
Bir ara “Tatlı ne tavsiye edersiniz?” diyor. Listeye bakarken nedense tavuk göğsünü mimliyoruz. Afiyetle yemeye başlıyor. Yarıladıktan sonra “Bunun malzemesi ne?” diyor. Anlatmaya başladığımız anda kaşığı havada asılı kalıyor. “Tavuk göğsü mü!” Elini sürmüyor bir daha. Vedalaşırken “ressam”a selam söylüyor. “Resmi göndereceksiniz, değil mi?” Roll’un sayfalarını gördüğünde ne düşünmüştür? “Tavuk göğsü yedirmekle kalmadılar, tavuk götü gibi çizdiler” mi? Kim bilir, günahı Arslan’ın boynuna.