İç içe girmiş krizlerle girmiştik 2019’a. Birikim rejimi krizi ve devlet krizinden oluşan yapısal kriz 2020’de yeni bir evreye geçiyor. 2020-2023 arası dönem için bir otoriter konsolidasyon ihtimali belirmiş durumda. Bu yeni evreye yakın plan…
Bu yazı ile içinden geçmekte olduğumuz süreci biri tarihsel, diğeri kavramsal iki temel argüman ile ele alarak, 2020 Türkiye’si ve sonrası için bir otoriter konsolidasyon ihtimalinin belirdiği görüşümü tartışmaya açmak istiyorum.
Tarihsel argüman, daha çok dönemlendirme ile ilgili. 2018-2019 krizinin, 2013 sonrasında iç içe geçmiş birikim rejimi krizi ve devlet krizi döngüsünün bir halkası olarak ele alınması gerektiğini önereceğim. Bu anlamıyla yazının odak noktası 2018-2019 krizinin iç dönemlendirmesi değil, bu krizin içinde yaşandığı konjonktür.
Kavramsal argüman, krizi hangi kavramsal çerçeve ve araçlarla açıklayacağımız üzerine. Olayların sıcaklığı geçmeye başladıkça, Türkiye ekonomisindeki 2018-2019 krizi üzerine akademik makaleler yavaş yavaş yazılmaya başlanıyor. Elbette her akademik disiplin kendi meşrebince konuyu ele alacak. Ancak devlet teorisi olmayan iktisadi analizler ile birikim modelinin temel özelliklerinden habersiz siyasi analizlerin bizi isabetsiz sonuçlara ulaştırageldiğini hatırlatmak istedim. Bu nedenle, daha önceki yazılarda kısaca değindiğim yapısal kriz kavramını ve bunun bileşenlerini açacağım.
Bu yazı, tamamlanmış bir öneriden ziyade, bir zihin egzersizi ya da daha sistematik bir tartışmaya davet olarak da alınabilir.
Krizin aşamaları
Başlamadan, 2018-2019 krizinin iç dönemlendirmesi ile ilgili geçtiğimiz hafta Korkut Boratav hocanın yazısında önerdiği dönemlendirmeyi makul bulduğumu belirteyim. Hocanın anlatısı şu şekilde: “Güven bunalımı → döviz krizi → ekonomik kriz → toplumsal bunalım.”
Devlet teorisi olmayan iktisadi analizler ile birikim modelinin temel özelliklerinden habersiz siyasi analizler bizi isabetsiz sonuçlara ulaştırageldi.
Belki başa güven bunalımını yerleştirmeyebilirdim, onun dışında çok temel bir itirazım yok. Korkut hoca kısaca 2018 Nisan’da Cumhurbaşkanı’nın merkez bankası bağımsızlığı ve faiz politikası ile ilgili Londra’daki açıklamaları ile “güven bunalımı”nın oluştuğunu, bu ortamda ağustos ayında “döviz krizinin” yaşandığını, ekim itibariyle de krizin reel ekonomiye yansımalarının belirginleştiğini ve “ekonomik kriz” aşamasına geçildiğini vurguluyor. Son olarak, ekonomik küçülmenin işsizliğin ve yoksulluğun artmasına yol açtığı “toplumsal bunalım” aşamasına geçildiğine işaret ediyor.
Nisan ve Mayıs 2018’deki gelişmeleri “güven bunalımı” olarak adlandırmaya dair çekincelerimi daha önce şu şekilde dile getirmiştim: “Nasıl 2001 krizinin nedeni ‘anayasa fırlatma’ değilse, şimdiki sorunların nedeni Erdoğan’ın 15 Mayıs’taki Bloomberg röportajı değil.” Ekonomi basınında yaygın şekilde belirtilen “güven bunalımı”, esasında ekonomi yönetiminin ana akım politikalar dışına çıkmaması için sermaye çevrelerinin kullandığı bir şifre olarak görülebilir.
Ancak Erdoğan’ın Nisan 2018’deki açıklamalarının “Londra Bozgunu” ile sonuçlanmasının nedeni, sözlerinin sertliği değildi. Bu açıklamalar ilk kez yapılıyor da değildi. Bu açıklamaların bu sefer daha köklü bir krizin tetikleyenlerinden olmasının nedeni, ekonominin zaten kriz konjonktüründe olması idi. Biraz daha detaylandırayım.
Birikim rejimi krizi
2018-2019 krizini, 2001 sonrası Türkiye’nin birikim rejimi krizinin üçüncü aşaması olarak görüyorum. İlk ikisi, 2014 ve 2016’da yaşandı. Birikim rejimi, daha çok Düzenleme Okulu’nun kullandığı bir kavram. Burada birikim rejimini –biraz esnek olarak– (i) ekonomik büyüme modeli ile (ii) ekonominin düzenlenme biçiminin bileşimi olarak kullanıyorum.
Türkiye ekonomisi, 2013 yılından itibaren birikim rejimi krizi konjonktüründedir. Birikim rejiminin ilk bileşeni olan büyüme modeli, 2013 sonrasında tıkanmıştır. Bunun nedeni 2001 sonrasında derinleşen borç-temelli büyüme modeli ile dışa bağımlılığın artması ve 2013 sonrasında ABD merkez bankası Fed’in faiz artıracağını ilan etmesi ile sermaye çıkışlarının başlamasıdır. Yani 2002-2007 arasında AKP’nin (sözde) ekonomik mucizesini yaratan koşullar ne ise, 2013 sonrasındaki bu mucizenin krizini yaratan koşullar ve büyüme modeli aynıdır.
Birikim rejimi krizi ile devlet krizini bir araya getirdiğimizde, karşımıza “yapısal kriz” kavramı çıkıyor. Yapısal krizin özgün yanı, ekonomik krizle siyasi krizin birleşmesidir. İçinden geçmekte olduğumuz krizin en önemli özelliği, devlet krizi ile birikim modeli krizinin iç içe geçmiş olmasıdır.
Birikim rejimi krizinin ikinci bileşeni düzenleme biçimindeki değişimdir. Esas olarak 2008’de patlak veren küresel finansal krizden sonra, fakat daha spesifik olarak 2013 sonrasında, Türkiye’deki düzenleme biçimi yeniden siyasileştirilmiştir. 2002-2013 arasındaki enflasyon hedeflemesi merkezli, merkez bankası bağımsızlığına ve bağımsız düzenleyici kurumların varlığına dayanan teknokratik düzenleme yapısı, 2013 sonrasında düzenleyici kurumların ortadan kaldırılması ya da özerkliklerinin anlamsızlaştırılması ve merkez bankası bağımsızlığı uygulamasının sonlandırılması ile değiştirilmiştir.
Bu bir yanıyla küresel düzeyde 2008 krizinin etkilerinin bir türlü atlatılamamasının, yani küresel düzeyde gerçekleşen “kriz yönetiminin krizinin” bir sonucudur. Neoliberal yönetişim çerçevesi, mevcut sorunlara yanıt vermekten giderek uzaklaşmaktadır. Bu küresel bağlam yanında Türkiye’deki yeniden-siyasileştirmeyi daha iyi açıklayabilmek için bir kavrama daha ihtiyacımız var, o da devlet krizi.
Devlet krizi
Devlet krizi, sadece düzenleme biçimindeki değişimi değil, iktidar bloğu içindeki gerilimleri/çatlakları/çatışmaları açıklamak için de kullanılmaktadır. Her ne kadar 2001 sonrasında devlet krizi 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve sonrasında başlasa da, 2013 yılı, birikim rejimi krizi ile birlikte devlet krizinin de yoğunlaştığı bir yıl olmuştur.
Devlet krizinin ilk ayağını, Haziran 2013’teki Gezi Direnişi ile birlikte, hâkim iktidar bloğunun neoliberal muhafazakâr hegemonyasının sarsılması oluşturdu. AKP yönetimi önce sendeledi, ama direniş kısa bir süre sonra sert bir şekilde bastırıldı. 17-25 Aralık 2013’te “yeni Türkiye’nin” iktidar bloğundaki iki hâkim grubun birbirlerini tasfiye amacıyla mücadeleye girişmesi, devlet krizinin ikinci ayağını oluşturmuştur. Son olarak 2015 yılında, AKP’nin 2002’den beri ilk kez tek başına iktidar kurabilecek kadar oy alamaması devlet krizinin üçüncü aşamasıdır.
Bu üç gelişme sonrasında 7 Haziran – 1 Kasım 2015 arasındaki süreçle birlikte AKP çevreleri, devlet krizini otoriter yöntemlerle aşmaya girişti. Bu aynı zamanda iktidar bloğu içinde yeni bir şekillenme anlamına geliyordu. AKP iktidarı, Kürt sorununu Türkiye’de ve dışarıda (Suriye’de) bu yeni duruma göre uyarladı. Devlet içindeki personel değişimi ve iktidar bloğundaki yeni ittifaklar bu doğrultuda yeniden kuruldu.
15 Temmuz 2016’da gelen darbe girişimi, iktidar bloğu içi mücadelenin son halkası idi. Hemen ardından ilan edilen OHAL rejimi altında, MHP’nin desteğiyle geçekleştirilen referandum (2017) sonrasında 2018’deki seçimlerle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçiş tamamlandı. Bu aynı zamanda devlet krizini otoriterleşerek aşma girişiminin de nihayete ermesi anlamına geliyordu. Son durumda devlet personelinin yeni bileşeninde Gülenci kadroların yerini ulusalcı-milliyetçiler ile farklı cemaatler doldurmuş gibi görünüyor.
Yapısal kriz
Birikim rejimi krizi ile devlet krizini bir araya getirdiğimizde, karşımıza Nicos Poulantzas’ın kullandığı “yapısal kriz” kavramı çıkıyor. Poulantzas’a (2008) göre [1] yapısal krizin özgün yanı, ekonomik krizle siyasi krizin birleşmesidir. İçinden geçmekte olduğumuz krizin en önemli özelliği, devlet krizi ile birikim modeli krizinin iç içe geçmiş olmasıdır. Yukarıdaki grafikte üç aşama halinde gelişen çeyreklik ekonomik daralma dönemleri (2014-II, 2016-III ve 2018-II-III-IV), aynı zamanda devlet krizinin (yani otoriterleşmenin) ekonomideki izdüşümleri olarak görülebilir, ancak sadece onunla sınırlı değildir.
Dolayısıyla, 2018-2019 krizi, Türkiye’nin 2013 sonrasında belirginleşen birikim rejimi krizi ile devlet krizinin bileşiminden oluşan yapısal krizinin son halkasını oluşturuyor. Okuyucunun aklına şu soru gelebilir: Kriz tanımını bu kadar detaylandırmak somut süreçleri açıklamada ne kadar faydalı? Bu çerçevenin her şeyi açıklayan sihirli bir formül olduğunu iddia etmeyeceğim elbette. Bu tip bir formülasyonun üç faydasına işaret ederek kendimi sınırlandırayım.
Küresel finansal çevrimin genişleme aşamasına geçmesi, 2013-2018 arasındaki daralma döngüsünün sonlanması anlamına geliyor. Bu ise aralarında Türkiye’nin de olduğu yükselen piyasa ekonomilerine sermaye akımlarının yönlenmesini getiriyor. Yani, küresel konjonktürün yardıma koşmasıyla AKP’nin talihi bir kere daha döndü denebilir.
İlki, yapısal kriz kavramı ile sürece bakarsak tekli-nedensellik ile yapılan açıklamaların basitliğinden kaçınabiliriz. Bu tip açıklamalara örnek olarak, muhalefet çevrelerinde yaygın olan “krizin nedeni demokrasi eksikliğidir” gibi bir argümanın yetersizliklerini verebilirim.
İkincisi, yaşanan yapısal krizin boyutlarını görebilmek, AKP sonrası olası bir “demokratikleşme” sürecinin dinamiklerinin neler olabileceği konusunda bize fikir verecektir.
Son olarak, yapısal kriz konjonktürünün, gerek iktidar bloğu gerekse tabi sınıflar açısından ne gibi teşvik yapıları oluşturduğu üzerinde dikkatli bir şekilde durursak, rejimin gidişatı üzerinden daha sağlıklı öngörülerde bulunabiliriz.
Sürece böyle bakınca 2020 ve sonrası için bir otoriter konsolidasyon ihtimalinin belirdiği fikrinin tartışmaya açılması gerektiğini düşünüyorum.
Daralma döngüsünün sonlanması
2019’un haziran ayı sonunda yaptığım bir değerlendirmede, yapısal kriz konjonktürünün AKP’nin seçmen desteğinin azalmasına, bu durumun onun (i) bürokrasi, (ii) büyük sermaye ve diğer sermaye fraksiyonları ile (iii) siyasi partilerden oluşan iktidar bloğu içindeki göreli özerkliğinin aşınmasına neden olduğuna işaret ederek, “AKP’nin kaybetme mekaniğinin” işlemeye başlamış olabileceği öngörüsünde bulunmuştum. O tarihten bu yana bu öngörüyü önemli ölçüde etkileyecek bir karşı-eğilim işlemeye başladı: Küresel finansal çevrim genişleme aşamasına geçti.
Küresel finansal çevrimin genişleme aşmasına geçmesi, 2013-2018 arasındaki daralma döngüsünün sonlanması anlamına geliyor. Küresel finansal çevrim, küresel ekonomik çevrimin simetrik karşıtı olarak ilerliyor. Bir başka ifadeyle, küresel ekonomideki duraklama ya da daralma eğilimleri, merkez kapitalist ülkelerdeki merkez bankalarının genişleyici para politikası uygulamaya başlamasını, bu ise aralarında Türkiye’nin de olduğu yükselen piyasa ekonomilerine sermaye akımlarının yönlenmesini beraberinde getiriyor.
Türkiye gibi bağımlı finansallaşma modeli olan ülkeler için bu yaşamsal derecede önemlidir. Eğer 2019 yılındaki küresel konjonktür 2018’in bir tekrarı olsaydı, Türkiye ekonomisi için çok daha derin bir daralmadan bahsediyor olurduk. Yani, küresel konjonktürün yardıma koşmasıyla AKP’nin talihi bir kere daha döndü denebilir. Bu gelişme, ekonomi yönetiminin bir IMF anlaşması yapmak zorunda kalmadan krizi öteleyebilmesini de mümkün kıldı. Küresel konjonktür, sadece kemer sıkmanın ötelenmesini mümkün kılmadı, aynı zamanda 2019’un üçüncü çeyreğindeki kredi genişlemesinin, 2017’nin “geleceğe kaçış” stratejisi çerçevesindeki kredi genişlemesi seviyelerini yakalamasını sağladı.
2020 ve sonrası için otoriter konsolidasyon ihtimalinin belirdiği fikrinin tartışmaya açılması gerektiğini düşünüyorum. Yapısal krizin gidişatı, yeni rejim için otoriter konsolidasyon kapısını aralasa da, rejimin kırılganlıkları halen aşılmaktan çok uzaktır.
Kurumsal yeniden yapılanma, baskı aygıtlarının güçlendirilmesi
Haziran seçimleri sonrasında birbiriyle ilişkili iki önemli gelişme oldu. İlki sınır-ötesi harekât ile içerde ağırlaşan ekonomik kriz gündemi değiştirildi. Harekâtı mümkün kılan uluslararası konjonktür, “küresel ara rejimin” giderek derinleştiğini bir kere daha gözler önüne serdi.
İkinci kritik gelişme, yerel seçimlerde AKP-MHP ittifakını gerileten muhalefetin esnek birlikteliğinin bozulması oldu. Sınır-ötesi harekat bu anlamda da işlevliydi, HDP’nin kriminalize edilmesi ve muhalefet bloğunun bölünmesi, oy oranı gerileyen AKP için iktidarda kalmanın yegâne yolu olarak görülmeye başlandı. AKP’nin bu zorunluluğu, devlet krizinin otoriterleşme ile aşılması girişiminin geldiği aşama açısından, bir otoriter konsolidasyonun kapısını araladı.
Otoriter konsolidasyon, basitçe, otoriter rejimin sağlamlaşarak kalıcılaşmasını ifade etmek üzere kullanılıyor. Otoriter rejimlerin konsolide olması için bazı gereklilikler var. Dar anlamda otoriterleşme süreci, aynı zamanda bir kurumsal yeniden yapılanma sürecidir. Yeni rejimin deneme – yanılma yoluyla geliştirdiği kurumsal mimarinin işlerliğinin sağlanması, otoriter konsolidasyon için kritik bir evre olacaktır. Bir diğer gereklilik, otoriter rejimin dayanıklılığının ve sorun çözme kapasitesinin gelişmesidir. 2018-2019 ekonomik krizini IMF programı uygulamadan atlatmak, otoriter konsolidasyon için önemli bir adımdır. Baskı aygıtlarının daha da güçlendirilmesi, otoriter konsolidasyonun bir başka bileşenidir.
Rejimin kırılganlıkları ve “toplumsal bunalım”
Bunların yanında daha önemli bir şart daha var: Otoriter konsolidasyon için, iktidar bloğunun bileşenleri arasındaki uyumun sürmesi gerekiyor. Özellikle, AKP’nin otoriterleşme projesini mümkün kılan büyük sermayenin otoriter konsolidasyon sürecindeki konumu kritik hale geliyor. Geçtiğimiz mayıs ayında Erdoğan ile TÜSİAD arasında yaşanan gerilim, bu iki aktör arasındaki pazarlıkların halen sürdüğünü bize söylüyordu.
Kasım ayında ekonomi yönetiminin bütçe açıklarını sınırlamak üzere uygulamaya koyduğu yeni vergi düzenlemeleri, TÜSİAD’ın sert tepkisi ile karşılaştı. TÜSİAD başkanı yaptığı açıklamada “iktisadi kesimlerde tedirginlik yaratan düzenlemeler içeren yeni vergi tasarısı yeterince istişare edilmeden Meclis’ten geçirildi” diyerek kendilerine danışılmadan karar alınmasını eleştirdi. Dolayısıyla, ekonominin gidişatı ile ilgili mutabakatın henüz tam olarak oluşmadığını görebiliriz.
Yapısal krizin gidişatı yeni rejim için otoriter konsolidasyon kapısını aralasa da, rejimin kırılganlıkları halen aşılmaktan çok uzaktır. Türkiye ekonomisindeki kredi genişlemesi çevriminin 2020’de sürmesi ve baz etkisi nedeniyle önümüzdeki yıl ekonomik büyümenin pozitife dönmesi mümkün. Ancak, en iyimser tahminler dahi 2020 büyümesinin yüzde 3 düzeyinde gerçekleşmesini öngörüyor. Yüzde 3 büyüme, gerek işgücü artışı, gerekse mevcut işsizlik stoku düşünüldüğünde, işsizliği hızlıca geriletecek bir büyüme oranı değildir.
Türkiye ekonomisinin 2020 yılındaki olası düşük performansı sonucu işsizlik ve yoksulluğun artmasıyla, Korkut hocanın işaret ettiği şekliyle ortaya çıkacak olan “toplumsal bunalım” AKP’nin oy desteğindeki erimenin devam etmesine, bu ise AKP’nin iktidar bloğu içindeki konumunun daha da güçsüzleşmesine neden olabilir.
İktidarın üç avantajı
2020-2023 dönemini iki temel soru şekillendirecek. İktidar açısından soru “yeni kurulan rejim nasıl sağlamlaştırılabilir” iken, muhalefet açısından ise “bu otoriter konsolidasyon girişimi nasıl boşa çıkarılabilir” olacak. İktidarın üç avantajı var.
2001 krizi sonrası uygulanan modelin bir neticesi olarak örgütlü emeğin tasfiye edilmiş olması, otoriter konsolidasyon ihtimalinin önünü açan en önemli gelişmedir. Bu, 2002-2007 arasındaki emek piyasası reformları ve özelleştirmeler sayesinde gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla, 2002-2007 arası dönem, askeri vesayetin geriletildiği bir demokratikleşme dönemi olarak değil, örgütlü emeğin siyaset sahnesinden silindiği ve dolayısıyla da otoriter konsolidasyonun önünü açan bir dönem olarak görülmeli. Örgütlü emeğin resimde olup olmaması neyi değiştirir diye soranlar, 1990’lı yılları hatırlayabilir.
Rejimin ikinci avantajı, iktidar bloğunun harcını oluşturan milliyetçi muhafazakâr ideolojinin, gerektiğinde muhalefet bloğunu bölmek için de rahatlıkla kullanılabilmesidir. Dolayısıyla, iktidarın otoriter konsolidasyon sürecindeki temel stratejisi, tıpkı 2019 yerel seçimleri sonrası sonrasında olduğu gibi HDP’nin kriminalize edilmesi ve hatta mümkünse buna CHP’nin de eklenmesi olacaktır.
İktidar açısından otoriter konsolidasyon imkânı yaratan üçüncü faktör, küresel kriz konjonktürüdür. Ancak bunu bir rezerv koyarak saydığımı belirtmiş olayım. 2008 krizi sonrasında merkez kapitalist ülkelerde krize verilen tepkiler, Türkiye gibi ülkelerde canlı büyümenin koşullarını hazırlamıştı. 2019’da Türkiye için bunun bir benzeri tekrarlandı. Ortada canlı bir büyüme yok, ancak çok daha derin yaşanabilecek bir kriz üç çeyrek daralma ile savuşturulabilmiş durumda. Bunun nasıl ilerleyeceği 2020 ve sonrasında dünya ekonomisindeki gelişmelere bağlı olacak.
Olanaklar, sınırlar
Hatırlanırsa, 2010-2013 arası dönem dünyada kriz varken Türkiye ortalama yüzde 8 ve üzeri büyüme oranları yakaladı. Bu olmasaydı 2010 referandumu muhtemelen iktidarın istediği şekilde sonuçlanmayabilirdi. Bu basit örnek, dünya ekonomisindeki gelişmelerin Türkiye gibi bağımlı bir ülke açısından ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Dikkat edilirse, iktidarın avantajları, kendisindeki artılardan değil, muhalefetteki eksilerden kaynaklanıyor. Bir başka ifadeyle otoriter konsolidasyon girişimi ancak muhalefet(in hataları) sayesinde tamamlanabilir. Otoriter konsolidasyon için iktidarın muhalefet bloğunu bölmek zorunda olması, aynı zamanda, muhalefet için otoriter konsolidasyon girişimini savuşturmada bir koz olarak görülebilir.
Muhalefet açısından soru “otoriter konsolidasyon girişimi nasıl boşa çıkarılabilir” değil de, “demokratikleşmenin koşulları nasıl sağlanabilir” olsaydı daha pek çok şey konuşmak gerekirdi, ama şimdilik buna girmiyorum.
Şu hususun altını çizerek bitireyim: Otoriter konsolidasyon girişiminin berhava edilmesi herhangi bir demokratikleşme girişimi için gerek şart, ama yeter şart değil.