2021 küresel politikalar ile finans kapital açısından kayda değer bir yıl oldu. Baş döndürücü gelişmelerin fişeği 2019’da Londra’da yapılan NATO zirvesiyle atıldı. Bu zirvede ABD Başkanı Donald Trump ve Britanya Başbakanı Boris Johnson yan yana gelme gereği duymamış, Fransa NATO’nun beyin ölümünü ilan etmişti. İran’da Devrim Muhafızları’nın Kudüs Gücü komutanı Tümgeneral Kasım Süleyman’ın öldürülmesi ve Britanya’nın AB’den ayrılma kararı yeni gelişmelerin Ortadoğu ve Avrupa ayağına dair ipuçları veriyordu.
Trump’ın başkanlıktan düşmesi ise hegemonik tertiplerin[1] yeniden tartışıldığı bir dönemin ilk kıvılcımıydı. 2021 ve 2022’deki küresel gelişmelere giden süreç bu temel gelişmeler ışığında başlamıştı.
Hatırlanacağı üzere, geçtiğimiz yıl ABD’nin yeni başkanı Joe Biden ilk yurtdışı gezisini popülist siyasetin, otoriter rekabetçi rejimlerin ve totaliter yapıların kendilerini demokrasi kılıfında örgütleyebildiği faşist yönetimlerin karşısında bir çeşit gövde gösterisiyle yaptı.
“NATO is back”
Önce G7, ardından NATO zirvesinde ilan edilen “Yeni Dünya” düzeni, “NATO is back” sloganıyla yürürlüğe kondu. Küresel ölçekteki bu doğrultunun kıyısına yerleştirilen “demokrasi” vurgusu, sürekli bu hattan beslenen iktidarlarla mücadele halindeki tüm toplumların da yeni bir direniş rezonansına yönelmelerini şart koşuyor gibiydi.
Yakın odağı daha iyi ölçeklendirmek açısından biraz daha geriden hafıza tazelenebilir. Malûm, 11 Eylül 2001’deki İkiz Kuleler saldırıları 1990’ların “tarihin sonu” iddiasını tedavülden kaldırmış, hegemonik Batı bloku “terör retoriğini” siyasetin kurucu ayrımı yaparak emperyalist müdahalelerinin zemini olarak döşemişti.
Kapitalizmin yapısal krizinin belirginleştiği, salgınla birlikte herkesin yeni bir kozmosu aradığı eşikte, hegemonik güçlerin konumlarını görmek açısından yeni bir hamle dikkat çekti: Yeni Atlantik Paktı.
11 Eylül’le birlikte, siyasal dünya Batı ve Batı düşmanları olan, “terörist, radikal, barbar” gibi sıfatlar takılan kesimler arasında bölündü. “Önleyici müdahale” adı altında emperyalist müdahaleler meşrulaştırılmaya çalışıldı, dünya ülkeleri bu siyasal iklime ayak uydurmak için hızla “terörle mücadele” yasaları çıkararak harekete geçti.
11 Eylül’de değişen kurucu siyaset çizgisinin beşiği ise II. Dünya Savaşı’nın hemen ertesindeydi. 14 Ağustos 1941’de, Britanya Başbakanı Winston Churchill ve ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt arasında imzalanan Atlantik Paktı, Batı hegemonik blokunun kuruluşuna işaret ediyordu. Bu pakt Batı merkezli hegemonik müdahalelerinin altyapısını oluşturuyor, 1949’da kurulan NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) ile ete kemiğe bürünüyordu.
II. Dünya Savaşı sonrası dünya siyaseti kısmi değişimlere uğradı. “Soğuk Savaş” tabir edilen bu dönem, NATO’nun öncülük yaptığı Batı bloku ile Sovyetler Birliği arasındaki güç mücadeleleriyle şekillendi. 1990’larda, Sovyetler’in çöküşü ile “tarihin sonu” tezleri duyulmaya başlandı ve Batı bloku atın üstündeki Napolyon edasında muzafferliğini ilan etti. Bu esnada, 11 Eylül saldırıları bir milâdı imledi.
Yeni Atlantik Paktı
11 Eylül’le birlikte dost-düşman ikiliği yeniden kuruldu. Böylece hem emperyal müdahaleler için yeni yollar açıldı hem de neoliberalizmin sürdürülmesi açısından yeni bir soluk şansı yakalandı. Fakat siyasetin mistik temeli[2] ve zamana bağlılığı belirlenemezliğe, hesaplanamazlığa, öngörülemezliğe kapıyı açık tuttukça bu siyasal düzen de aşınmaya matuf hale geldi.
Nitekim 2008’de, ABD’de başlayan ve tüm küreye yayılan ekonomik kriz finans kapital balonunun patladığını duyuruyor gibiydi. Bu patlakta, denize düşen yılana sarılır misali, toplumlar otoriter popülist liderlere yönelmeye başladı. Trump’tan Putin’e, yerküre hızla otoriter popülist liderler tarafından parsellendi.
Covid-19 pandemisi ile birlikte mevcut sistemin sürdürülemezliği apaçık ortaya çıktı. Çin’de başlayarak hızla dünyaya yayılan Covid-19’un etkileri, kapitalist merkezler açısından mevcut durumun sürdürülemezliğini anlatıyordu. Dünya Ekonomik Forumu Başkanı Klaus Schwab’ın Covid-19: The Great Reset adlı kitabında öne sürüdüğü argümanlar ve Joe Biden’ın öne çıkardığı “Yeni Yeşil Düzen” bu arayışların yönüne dair fikir veriyordu.
Kapitalizmin yapısal krizinin belirginleştiği, salgınla birlikte küreselleşmenin zaaf ve eksikliklerin daha net görüldüğü ve tartışıldığı, tekniğin ve teknolojinin farmakolojisinin belirgin hale geldiği, herkesin yeni bir kozmosu aradığı bu eşikte, hegemonik güçlerin konumlarını görmek açısından yeni bir hamle dikkat çekti: “Yeni Atlantik Paktı”.
Takvimler 10 Haziran 2021’i gösterdiğinde, ABD Başkanı Biden ile Britanya Başbakanı Johnson, aradan tam seksen yıl geçtikten sonra, Atlantik Paktı’nı güncelleyerek Yeni Atlantik Paktı’nı imzaladı. Bunca zaman sonra paktın yenilenmesi, küresel siyaset ve hegemonya mücadeleleri açısından kritik eşikte olduğumuza açık şekilde işaret ediyor. Kritik eşiğe işaret eden bir diğer gösterge, aşırı sağcı fikirleriyle bilinen Johnson ile liberal fikirleriyle bilinen Biden’ın siyasal, sosyal ve ekonomik alanlara dair sözü olan paktı yenileme iradesini gösterirken ortak noktada buluşmasıydı.
“B3W” ve “Yeşil Marshall Planı”
“Yeni Atlantik Paktı”nın imzalanmasının ertesinde, G7 ve NATO zirveleri yapıldı. Trump’ın bıraktığı yıkıntılar arasında yol alan Biden, yakın geçmiştekinin zıddı bir siyaset izleyerek transatlantik rollerine işaret etti. Özellikle G7 zirvesinde, Çin hedefe konmuş ve Çin’e karşı çok büyük bir projenin de duyurusu yapılmıştı. Sonuç bildirgesinin en önemli kısımları Çin’e dairdi. Sahip olduğu teknolojik ve mobilize güç ile Çin’in kurallara dayalı uluslararası sisteme istenilen bir şekilde katılması nazikçe talep edildi. Sadece bununla yetinilmedi, küresel siyasalı alabora edecek 40 trilyon dolar bütçe öngörülü, çok önemli bir ilan da yapıldı: “Build Back Better World” (B3W).
Dünya ekonomisinin yüzde 40’ını oluşturan G7 ülkeleri, B3W projesiyle Çin’in en önemli projesi olan”One Belt One Road”un karşısına çıkma kararı aldı. B3W atağı, Çin’in karşısına iklim, dijital teknoloji, sağlık, eğitim, cinsiyet eşitliği gibi konuları da içerecek şekilde, gelişmekte olan ülkelere altyapı desteği sunuyor. Batı dünyası bunu “Çin’in kredilerine karşı demokratik bir alternatif” olarak görüyor.
Dünya ekonomisinin yüzde 40’ını oluşturan G7 ülkeleri, B3W projesiyle Çin’in en önemli projesi olan “One Belt One Road”un (OBOR / Tek Kuşak Tek Yol) karşısına çıkma kararı aldı. B3W atağı, Çin’in karşısına iklim, dijital teknoloji, sağlık, eğitim, cinsiyet eşitliği gibi konuları da içerecek şekilde, gelişmekte olan ülkelere altyapı desteği sunuyor. Batı dünyası bu 40 trilyon dolarlık bütçeyi “Çin’in kredilerine karşı demokratik bir alternatif” olarak görüyor.
Diğer önemli bir tanımlama “Yeşil Marshall Planı”. Aslında “Yeni Marshall” demek belki daha doğru. Beyaz Saray, B3W için “değer odaklı-yüksek standartlı bir girişim” demeyi seçiyor. Kamu mülkiyetinin ve hizmetlerinin gırla özelleştirildiği, sosyal devletin radikal ölçüde küçültülmeye çalışıldığı, emeğin dizginlendiği, sermayenin kuralsızlaştığı, ideolojik motivasyonda “beyaz” olanın odak olduğu ve yabancı yatırımcıları yönlendirmek için vergi-gümrük dostu bir iklimin yaratıldığı bir ortamda, bu proje için hangi kurumların hizmete sokulacağı, nasıl roller alacağı tamamen “neoliberal teferruat”.
Bu iki önemli hamlenin ardından, 14 Haziran 2021’de, Brüksel’de NATO toplantısı yapılmış ve ittifaklar güçlendirilmişti. ABD askerlerinin Afganistan’dan çekildiği, Ukrayna sınırında askeri hareketliliğin gözlemlendiği, Rusya ile temasın en alt seviyeye çekildiği bir zeminde gerçekleşen toplantının sonuç bildirgesine de Çin’in yükselişi damga vurmuş, on ayrı yerde adı zikredilmişti.
Putin’in karşı hamlesi
Bu genel hatırlamalardan sonra, 2022 Şubat’ında başlayan ve Rusya-NATO güçlerinin ekseninde beliren, ama Ukrayna sahasında görünüm kazanan işgalin/savaşın Atlantik Paktı’nın 2021 güncellenmesi ve B3W hamlesi bağlamında olduğunu söylemek gerekiyor. Zira, NATO ve Rusya arasında artan gerilim Ukrayna savaşı ile sürüyor.
Bu savaşın bir yandan Rusya’nın yeni dünya düzeni talebi, diğer yandan NATO’nun Rusya’yı çevreleme stratejisi ile doğrudan bağı var. Putin’in savaş ilanı yaptığı konuşmada, NATO blokunun doğuya doğru genişlediğini ve bunun Rusya açısından tehdit algısını artırdığını sıklıkla vurgulaması, çevreleme stratejisinin Rusya için hayati olduğunu gösteriyor.
Yakın tehdit algısı ve jeopolitik riskleri/fırsatları esas alan karşılıklı hamlelerde, Rusya NATO’nun karar alma mekanizmalarının, Yeni Atlantik Paktı’ndaki dengelerin ve kararların netleşmediğini görerek güç matrislerini değiştirecek bir müdahalede bulundu.
Britanya, Batı ittifakından Rusya’ya en fazla karşı çıkan ülke olarak ön planda yer aldı. Kuşkusuz Britanya’nın bu tavrı AB’den çıkış ve Yeni Atlantik Paktı’nda ABD ile birlikte öncü değişim gücü olmasından ayrı düşünülemez. Britanya’nın Ukrayna gerilimindeki pozisyonu, “NATO is back” zamanlarında sahnede daha fazla yer alma arzusuna tekabül ediyor.
Kurucu ikilik: demokrasiler-diktatörlükler
Burada bir parantez açarak, Ukrayna savaşına “sistem ve hegemonya” penceresinden bakalım.
Bir hibrit savaş örneği olarak Ukrayna savaşı, savaşın dönüşen doğasına içkin olarak son derece öğretici. Şehirlerin kuşatıldığı, zamana yayılan ve psikolojik üstünlüğe, enformasyona dayalı bir güncellik üzerinden düşünüldüğünde, aylardır süren bir savaşta tam olarak ne olduğunu doğru dürüst bilmememizin hazin görüntüsü de ortaya çıkar.
“NATO is back” sloganının örttüğü kurucu siyasal söylem, Ukrayna savaşının hemen her gününde bizleri takip etti. Joe Biden ve Boris Johnson hemen her konuşmalarında Putin’i “diktatör” ve “tiran” olarak tanımladılar. Bu söylemin Ukrayna savaşının sonrasında da küresel politik ekonomi kompleksinin kurucu siyasal momenti olması kuvvetle muhtemel.
11 Eylül’den sonra, “hür dünya”ya karşı “terörizm/İslâmi köktencilik” olan dost-düşman ikiliği “demokrasiler-diktatörlükler” şeklinde dönüşecek şekilde taşları diziyor. Nitekim, Ukrayna geriliminin ilk gününden itibaren Britanya’nın politik söyleminin kurucu ikiliğinin “demokrasiler-diktatörlükler” olması söz konusu rotayı gösteriyor.
11 Eylül İkiz Kule saldırılarından beri siyasal olanın kurucu dost-düşman ikiliği dönüşüme uğramak üzere. 11 Eylül’den sonra, “hür dünya”ya karşı “terörizm/İslâmi köktencilik” olan dost-düşman ikiliği (Carl Schmitt- Partizan teorisi), “demokrasiler-diktatörlükler” şeklinde dönüşecek şekilde taşları diziyor. Nitekim, Ukrayna geriliminin ilk gününden itibaren, deyim yerindeyse, yangına körükle giden Britanya’nın politik söyleminin kurucu ikiliğinin “demokrasiler-diktatörlükler” olması söz konusu rotayı gösteriyor.
Siyasal olanın dönüşümü, bir etkinlik olarak siyaset ve siyasal söylemin kıymetli kavramlar kategorisini dönüştürme ihtimalini barındırıyor. Sovyetler’in yıkılışından sonra, 1990’larda siyasetin geçer akçe kavramları olan “insan hakları”, “demokrasi”, “azınlık hakları” gibi kavramlar, 11 Eylül’den sonra yerini “terörizm”, “güvenlik”, “önleyici tedbirler” gibi kavramlara bırakmıştı. Hemen her ülkede siyasal alan bu kavramlarla döşeniyordu. Post-popülist döneme işaret eden bu zamanın geçer akçe kavramlarının üretileceği ise siyasal olanın dönüşümünden anlaşılıyor.
Nitekim, bu hegemonya projesinin önemli bileşeni olarak siyasal olanın dönüşümü, sadece politik değil, ekonomik yönü de düşünülen kompleks bir strateji. Önümüzdeki günlerde, “orta sınıfların önemi”, “zenginlerden daha fazla vergi”, “küresel gelir/servet vergisi”, “temel yurttaşlık geliri” gibi ekonomik hamlelerle yeni siyasaya rıza sağlamayı amaçlayan ve politik ekonomiyi bütüncül düşünen hamleleri daha fazla görebiliriz.
“Kurucu şiddet” ve piramidin basamakları
Yeni Atlantik Paktı’nın öngördüğü yeni dünya düzeni bir durumun onarılması ve bu onarım için kurucu şiddete (yaygın şiddet anlamına gelmeyebilir) ihtiyaç duyuyor. Öncelikle onarılması hedeflenen asıl gerçek, kapitalizm. Kapitalizm –bazı iddiaların aksine– sadece ekonomik/sınıf temelli bir sistem değil, bunu da yanına katacak şekilde siyasal –devlete ve topluma dair– bir sistem. Bu gerçeklikten hareketle, NATO kapitalizmin krizinden çıkış için merkeze oturtulan kurum haline getirildi.
NATO’nun sahneye dönüşü, AB devletlerinin bu dönüşe uyumunun hızlanması, ABD-Britanya-AB toplumlarının siyasal olanın yeni kuruluşuna ikna edilmesi için kurucu şiddete başvuruldu. Walter Benjamin’ci bir yerden ifade edersek, bu şiddet egemenin siyasal karara başvurarak hukuku kuran niteliğinin sonucu olarak kendisini gösterdi. AB’nin bir açıklamasında, “Putin’in savaşı Avrupa’ya geri getirdiğine” dair ifadesi hem Avrupa devletlerinin hem de toplumlarının yıllardır Ortadoğu’da yaşanan şiddetten farklı bir tanımlamaya-etkilenmeye uğrayacağına daha şimdiden işaret ediyor.
Bu kurucu şiddet şundan gerekliydi: Kurucu şiddet ile birlikte, Batı ittifakı hem kendi çelişkilerini giderme hem de sahneye döndüğünü ilan etme fırsatını yakaladı. Bu kapsamda denebilir ki, Ukrayna savaşı sadece Doğu Avrupa açısından değil, Avrupa’nın genelinde siyasal olana ve siyasi ittifaklara dair yeni bir dönemin kapısını aralayan mesajı güçlü şekilde içinde taşıyor.
Hegemonya projesinin önemli bileşeni olarak siyasal olanın dönüşümü, sadece politik değil, ekonomik yönü de düşünülen kompleks bir strateji. Önümüzdeki günlerde, “orta sınıfların önemi”, “zenginlerden daha fazla vergi”, “küresel gelir/servet vergisi”, “temel yurttaşlık geliri” gibi ekonomik hamlelerle yeni siyasaya rıza sağlamayı amaçlayan ve politik ekonomiyi bütüncül düşünen hamleleri daha fazla görebiliriz.
Son süreçte açıkça göze çarptığı üzere, eskinin kamplara bölünen, farklı alanlarda farklı hegemonik savaşlar şeklinde süren, kapalılığı esas alan tarzına artık ihtiyaç duyulmuyor; sistem içi müdahale ve mücadele şeklinde bir ihtiyaç hasıl olmuş durumda. Güç odaklarının bir piramidin içinde yer alarak ve aralarında mücadele ederek basamakları atlamayı amaçlaması şeklinde ifade edilebilir bu yeni süreç.
Bugün Ortadoğu’da, Suriye özelinde ABD-Rusya-Çin dengesinde yaşandığı üzere, piramidin en üst basamağı için kıran kırana savaş varken, aynı zamanda aynı piramit içinde kalmaya ve birbirinden haberdar olmaya da son derece özen gösteriliyor. Kapitalist düzenin temsilcileri bugün birbirini dışlama üzerine değil, gücün kabul ettirilmesi olarak derin bir savaşı yürütüyor. Küresel tüketimin yayıldığı bu devasa alanda, ülkeler konumlarını ve güçlerini, yani piramidin içindeki basamaklarını değiştirmek için mücadele veriyor.
Bu sadece ABD-Rusya-Çin arasında bir egemenlik arayışı değil, kapitalist modernite hattının da nereye kırılacağına dair aksın kavgasıdır. ABD, NATO üzerinden yaptığı hamleyle, açıkça piramitteki konumlanışlara kalıcı bir hal vermek istemiş olabilir. 2022 Kış Olimpiyatları başlarken otuz yıllık anlaşmalar imzalayarak, “hayır, iki kutuplu dünya istiyorum” diyen Rusya ve Çin, karşı blok olarak cevaplarını teste tabi tutmuş durumda.
Küresel enflasyon ve “yeniden orta sınıflaştırma”
Bu bölümü bitirirken NATO 2021 ve NATO 2022 arasına denk gelen iki önemli gelişmeyi es geçmeyelim.
İlki, küresel olarak artan enflasyon ve toplumsal itirazların artış hızı.
Covid-19 pandemisi küresel anlamda hem üretimi hem de tedarik zincirlerini olumsuz etkiledi. Bu sürecin etkileri ve şoku geçmemişken, bir yandan artan emtia fiyatları, diğer yandan Ukrayna-Rusya savaşının ortaya çıkardığı jeopolitik riskler enflasyonun tüm dünyayı etkileyen bir fenomen haline gelmesine neden oldu. Rusya ve Ukrayna’nın hem gıda ürünleri hem de –özellikle Rusya’nın– dünya enerji üretimindeki payı, enflasyon artışının önemli bileşenlerinden biri oldu.
Öte yandan, neoliberalizmle birlikte sermaye birikiminde gittikçe daha fazla finansallaşmaya doğru çevrimin gerçekleşmesi, jeopolitik risklere karşı kapitalizmi daha fazla kırılgan hale getirdi.[3] Bu bağlamıyla gerek Covid-19, gerekse Ukrayna-Rusya savaşı kriz aşamasından buhran aşamasına doğru geçişi ivmelendirdi.
Biden’ın altyapı yatırımlarına hız vererek istihdamı artırma, alabildiğine metalaşmış olan sağlık sisteminde reform yapma, zenginlerden daha çok vergi alma gibi temel başlıklarını, otoriter popülistlerin öne çıkmasının zeminini yok etmeyi hedefleyen “yeniden orta sınıflaştırma” stratejisinin bir parçası olarak görmek yanlış olmaz.
Kapitalizmin geldiği aşamada ortaya çıkardığı sosyo-ekonomik buhrana karşı dünyanın her köşesinde toplumsal itirazlar artmaya başladı. Hemen her kıtada, birçok ülkede gerçekleşen bu itirazların temelinde hayat pahalılığı, haksız kazançlar, hak gaspları ve iktisadi eşitsizlikler temel protesto sebepleriydi. İnsanlar devletler ve sermaye birikiminden kaynaklı sorunların yükünü sırtlanmamak için tarih boyunca en güçlü hale geldikleri şeyi, omuz omuza vermeyi denemeye başladılar.
İkincisi, Biden’ın ABD içinde orta sınıfı güçlendirmek için attığı adımlar, Macaristan seçimlerinde Orban’ın kazanması ve bunun Avrupa’da yarattığı şok.
ABD Başkanı Biden altyapı yatırımlarına hız vererek istihdamı artırma, alabildiğine metalaşmış olan sağlık sisteminde reform yapma, zenginlerden daha çok vergi alma gibi temel başlıkları öne çıkarması, otoriter popülist liderlere karşı mücadeleyi sadece politik değil, ekonomik açıdan da bir plana bağladığını gösteriyor. Bu mücadeleye neoliberalizmin geldiği noktanın toplumsal ve ekonomik eşitsizlikleri tarihte görülmediği kadar derinleştirdiği tespiti eşlik ediyor.
Bu da, bir yandan ABD içinde otoriter popülist liderlerin önünü kesmek isterken, diğer yandan neoliberalizmin yarattığı sosyo-ekonomik çıktıları dikkate almak anlamına geliyor. Neoliberalizmin orta sınıfları yok etmesi bağlamında toplumun zengin azınlık ile yoksul ve güvencesiz çoğunluk arasında ikiye bölünmesinin siyasal sonuçlarından birinin otoriter popülistleri öne çıkardığı fikrinin belirdiği görülüyor. Biden’ın temel başlıklarını otoriter popülistlerin öne çıkmasının zeminini yok etmek için “yeniden orta sınıflaştırma” stratejisinin bir parçası olarak görmek yanlış olmaz.
2. bölüm: Kasırga sinyalleri
3. bölüm: Siyasalın sarkacı
[1] Judith Butler’in “Savaş Tertipleri”nden esinlenerek ürettiğimiz bir kavram. Tertip burada düz anlamıyla düzenleme, biçime sokma. Hegemonik güçlerin kendi aralarındaki taktiksel hamleler bütününü içeren tertipler, hangi hegemonik gücün hamlesinin sonuca gidebileceğine dair ipuçları veriyor. Hegemonya mücadelesinde karşılıklı hamleler olur ve bunlar belli bir düzenleme doğuruyor.
[2] Hegemonik güçlerin her planlaması umut ettikleri sonucu vermez. Hegemonya-direniş diyalektiği öngörülemez sonuçlara gebe. Bu sebeple, hegemonik ya da değil, her türlü tarz-ı siyaset sonuçları belirlenemeyen ve öngörülemeyen karaktere sahip.
[3] Finansallaşma toplumsal gerçekliği sanal olana mahkûm ettikçe kendisi de kapitalizmi bir sanrı boyutuna indirgiyor. Bu sanrı limitlerine ulaştıkça gerçeklik duvarına çarpıyor ve reel risklere karşı sonuç üretmekte zorlanıyor. Bu da kapitalizmin finansal aşamasının sonuna işaret ediyor.