İMRE AZEM’İN HATAY BELGESELLERİ IV: “HATAY: 24 ARALIK 2024-8 OCAK 2025”

Tuğçe Tezer
13 Temmuz 2025
SATIRBAŞLARI

İmre Azem deprem sonrası Hatay belgesellerinin ilkini 17-24 Nisan 2023 tarihleri arasında çekti. Biz tanıştıktan ve Antakya’nın deprem sonrası haline dair sohbetimizden sadece 15 gün sonra Hatay’a gitmişti. Bu ilk belgesel 1 Haziran 2023’te, birartibir.org’da Bunları anlamamız ve anlatmamız lâzım başlığıyla yayınlandı. Bir şey yapma ihtiyacımız Azem’in belgeseli izleyen hepimize yüklediği tanık olma sorumluluğuyla birleşiyor, Hataylıların aidiyet hissi ve “Geri döneceğiz!” iradesi bu sorumluluğu perçinliyordu.

Sonra aylar geçti, takvim 1-11 Eylül 2023’ü gösterirken, İmre Azem ikinci Hatay belgeselinin çekimleri için yine Hatay’daydı. 17 Aralık 2023’te Yaşamı yeniden kuracak gücümüz var başlığıyla yayınlanan fikritakip belgeselinde ağırlıkla belirsizliğin yerel halk üzerinde yarattığı endişeye, fakat yine de hiç eksilmeyen umuda tanıklık ediyorduk.

Birkaç ay sonra, 5-15 Şubat 2024 tarihlerinde Hatay’a giderek üçüncü Hatay belgeselini çeken İmre Azem, bu defa depremin ilk yıldönümünde Hatay’ın geldiği durumu anlamaya, yıkımın altında umudu aramaya çalışıyordu. İş makinelerinin, durmadan havaya karışan tozun ve bitmeyen bir koşturmacanın eşliğinde geçen belgesel, Yıkımın altında saklanan nergisler başlığıyla 8 Eylül 2024’te yayınlandı.

Hatay: 24 Aralık 2024-8 Ocak 2025belgeselinin bitiminde, omuzlarımızdaki yükün iyice ağırlaştığını duyumsuyoruz. Tanık olma sorumluluğu, yeni tanıklıklarla daha da ağırlaşmış görünüyor. Bir de toz kalıyor aklımızda; yerler, konular, kişiler değişse de belgesel boyunca hiç kaybolmayan toz.

Antakya’ya mecbur olmak

Aradan belli bir zaman geçti ve İmre Azem, deprem sonrası dördüncü belgeselini çekmek üzere yine Hatay’a gitti, 2024 yılının aralık ayının sonunda Hatay’da gördüklerini, duyduklarını belgeledi ve bu tanıklıklar Hatay: 24 Aralık 2024-8 Ocak 2025 belgeseline dönüştü. Belgesel çekimlerinin yapıldığı günler, depremin üzerinden iki yıla yakın bir sürenin geçtiği bir zamana karşılık geliyor. İzlerken, yeni yılın neşesini ve yaklaşan yıldönümünün duygusal ağırlığını bir arada hissediyoruz.

Önceki belgesellerden aşina olduğumuz bazı konuların, kişilerin (başka bir deyişle tanıdıklarımızın) hikâyelerinin geldiği aşamayı izliyoruz. Bir taraftan da daha önce hiç görmediğimiz Hatay tanışmalarının içinde buluyoruz kendimizi. Belgeselin bitiminde, Azem’in bize 2023’ün ortalarında yüklediği sorumluluğun omuzlarımızdaki yükünün iyice ağırlaştığını duyumsuyoruz. Tanık olma sorumluluğu, üzerine eklenen yeni tanıklıklarla daha da ağırlaşmış görünüyor. Bir de toz kalıyor aklımızda; yerler, konular, kişiler değişse de belgesel boyunca hiç kaybolmayan toz.

St. Pierre Kilisesi’nde açıyoruz gözümüzü, Antakya’da kalabalık bir Noel ayini. İkna edici ve şefkatli bir ses, “Hüzün bitti” diyor, “artık umut ve sevgiyle, barışla el ele vermenin zamanı.” Bitmeyecek gibi görünen hüznün içindeyken, acaba bu ağır hissin bir bitiş süresi olabilir mi, diye düşünüyoruz. Bir arabaya biniyoruz sonra, çukurlar ve toz içindeki ana caddelerden geçerek Antakya’yı dolaşıyoruz ve yorgun, öfkeli bir ses “Bir insan Antakya’da neden yaşasın?” diye soruyor. Antakya’nın herhangi bir yerine bakınca hak vermenin pek zor olmadığı ses, “kentte şu anda mecbur olanlar ve para kazananlar yaşıyor” diye cevaplıyor kendi sorusunu.

Depremden sonra Antakya’da/n para kazananlar belli, peki ya Antakya’da kalmaya mecbur olanlar? Sadece maddi imkânlar nedeniyle oradan uzaklaşamayanlar mı mecbur Antakya’da kalmaya, yoksa depremden sonra olan bitenleri endişeyle izlemek ve akışına bırakmamak sorumluluğu da bu mecburiyetin bir parçası mı?

Beton santralleri günün ve gecenin her saatinde çalışmaya devam ediyor. Kentin merkezinde, yaşam alanlarının yanında, doğanın içinde çimento üretilirken, büyük toz bulutları havaya karışıyor. Tarımsal üretimi ve sebzeleriyle ünlü Samandağ seralarının üstüne biriken tozun suyla geçmediğine tanıklık ediyoruz.

Kente ve kıra yayılan beton santralleri

Çam ağaçlarının altında Antakya Parkı’nı adımlıyoruz. Bu defa konumuz kentte ve kırsal alanlarda kontrolsüzce yayılan beton santralleri ve taş ocakları. Yaşam alanlarının, doğanın, kadim Asi Nehri’nin değerinin beton santrallerinin yer seçimi ve ulaşım maliyetleriyle karşılaştırılmasını hayretle dinliyoruz. Beton santralinin peşinde, Samandağ’a kadar gidiyoruz. “Bu kurulduktan sonra ben kendimi hiç sağlıklı hissetmedim” diyor yorgun olmakta haklı bir ses.

Bir beton santralinin hukuken kapatılmış olmasının pratikte bir karşılığı olmadığına, tozun içinde yürüyerek okula giden çocukları izleyerek şaşırıyoruz. Tarımsal üretimi ve sebzeleriyle ünlü Samandağ seralarının üstüne biriken tozun suyla geçmediğine tanıklık ediyoruz. Henüz kesilmemiş zeytin ağaçlarını görüyoruz sonra, yapraklarının üstü tozla kaplanmış; birazı beton santralinden, birazı taş ocağından. “O topraklara indiği anda kepçeler” diyor bir ses, “biz bir arada olalım.

Arsuz’dayız şimdi, bir yılbaşı partisinde. “Ben yasımı böyle yaşıyorum” diyor, depremde anne ve babasını kaybeden gencecik bir ses, “yasımı geleneksel şekilde yaşamayı reddediyorum.” Güzel bir yılbaşı kutlaması dayanışmaya, dayanışma yoksul öğrencilerin kışın giyeceği kazağa ve bu hediyeler gidenlerin hatırasına dönüşüyor.

Engebeli yollarda aracımızdan çıkan beklenmedik seslerle ilerleyerek Antakya’ya, sağlık emekçilerinin eylemine varıyoruz. “Depremden bugüne değişmeyen tek şey, toz” diyor çalışmaktan ve kötü çalışma koşullarından yorgun bir ses, “kanser vakaları giderek artacak”. Keşke haklı olmasa, diye düşünüyoruz, haklılığından emin halimizi görmezden gelmeye çalışırken.

Şimdi Antakya’nın merkez mahallelerinden birindeyiz, önceki belgesellerden tanıdık bir ses “buradaki insanlar tamamen unutulmuş” diyor, “artık burada sonumuzu bekliyoruz.” Eliyle işaret ettiği yerde bir yığma yapı var, taş malzemeden oluşan enkazı olduğu gibi duruyor, iki yıl geçtiği halde; çünkü demir yok içinde. Enkazı bile “değer görmüyor”.

Yapılaşmaya açılan doğal alanlar, imar afları

Gece vakti toz içindeki arabayla tozla kaplı sokaklarda ilerlerken karşımıza sıklıkla şöyle bir yazı çıkıyor: “Yol trafiğe kapalıdır!” Yolun trafiğe kapalı olduğunu, ancak o yolun sonuna geldiğimizde öğrenebiliyoruz. Beton santralleri günün ve gecenin her saatinde çalışmaya devam ediyor. Kentin merkezinde, yaşam alanlarının yanında, doğanın içinde çimento üretilirken, büyük toz bulutları havaya karışıyor. Beton santrallerinin kalıcı konut inşaatı şantiyelerine bu kadar yakın olmasının, malzeme açısından bir zorunluluk değil, sadece bu şirketlerin ulaşım maliyetini düşürmek için olduğunu öğreniyoruz sonra. Derken sabah oluyor, Antakya’nın köylerinden birinde, bir okul bahçesindeyiz. Cennet gibi bir köyün ortasında güzel bir okul, Antakya’nın dağlarını, ovasını görüyoruz bahçeden. “Köyde her şey olması gerektiği gibi” diye düşünürken birdenbire etrafını saran taş ocaklarını görüyoruz, dağları yiyen, patlama oldukça şelaleleri, yeraltı sularını tüketerek büyüyen taş ocaklarını. “Şehir ayağa kalktıkça” diyor köy öğretmeninin güzel sesi, “insanlar toprağa yaklaşıyor.

On yıllardır ihmal edilen bir topluluğun, Domların “ıskalanmış hayatlar”ının deprem sonrası koşullarına tanıklık ediyoruz. Kirli içme suyunu, sürekli kesilen elektriği ve canı en çok yakan ayrımcılığı dinliyoruz, Domlar bunun için “Bit kaşındırır, kötü söz yakar” diyorlar.

Köyden çıkıp kent merkezine giderken yol üstünde bir yangın görüyoruz. Derme çatma bir konteyner alanında çıkan yangında, depremden kurtardığı eşyaları yanan ailenin komşuları “Bu adam nereye gitsin ki şimdi?” diye soruyor. Ne kadar haklı bir soru, değil mi?

Bu defa bir inşaat mühendisiyle beraberiz, depremdeki yıkım ve ağır hasarın sorumlularını, esas failleri konuşuyoruz. “Yurtdışından gelen ekipler Antakya’daki yıkımı inceleyip, ülkelerindeki deprem yönetmeliklerini güncelliyor, ama bizim yönetmeliğimiz depremden beri değişmeden duruyor” diyor. Yapılaşmaya açılan doğal alanları, imar aflarını hatırlatıyor. Depremin ve deprem bölgesinin unutulduğunu, sadece yıldönümünde hatırlandığını anlatıyor ve ekliyor: “Ama biz sadece 6 Şubat’ta burada değiliz ki.

“Kötü söz yakar”

Sonra yolumuz Dağ mahallesine düşüyor. Önce bir çadırın içindeyiz, “İyi şeyler zaman alır” yazıyor duvarda, buna inanmayı tüm kalbimizle istiyoruz, yani iyi şeylerin aradan zaman geçse de bizi bir yerde beklediğine. Ülkelerinde yaşadıkları savaştan sonra Hatay’a gelip yerleşen Suriyelilerin deprem sonrası yerleştikleri konteynerleri görüyoruz, “Burada elektrik yok, su yok, Suriye’ye gideceğiz” diyorlar, “Allah sonumuzu hayır etsin.”

Sonra on yıllardır ihmal edilen başka bir topluluğa misafir oluyoruz, Antakya’daki Domların “ıskalanmış hayatlar”ının deprem sonrası koşullarına tanıklık ediyoruz. Kirli içme suyunu, sürekli kesilen elektriği ve canı en çok yakan ayrımcılığı dinliyoruz, Domlar bunun için “Bit kaşındırır, kötü söz yakar” diyorlar.

Şehrin üstünde sonsuz gibi görünen bir toz bulutu örtülü, soluk sarı ışıklarla yarışan beyaz şantiye ve beton santrali ışıkları, gece-gündüz kesilmeyen makine sesleri arasındayız. Bir sene sonra ayağa kalkmış olacağına inanmak istediğimiz Antakya’da buluşup süvari kahvelerimizi içeceğimiz o günü hayal ediyoruz.

Arsuz’da başlayan yılbaşı kutlamasının dönüştüğü hediyeleri, kışlık kazakları görüyoruz sonra, Güzelburç’ta Berna öğretmenin anısına öğrencilerine dağıtılan kazaklar, yas tutmanın başka bir halini gösteriyor. Oradan Uzun Çarşı’ya devam ediyoruz. Kurşunlu Han’ın karşısında yükselen ve tarihi çarşıya hiç benzemeyen, alışveriş merkezini andıran yapının inşaatını görüyoruz. Tarihi merkezi beraber adımladığımız sırada deprem sonrası bazı anıt eserlerin restorasyonunun başladığını anlatırken, “En azından bazı yapıların iyi olduğunu görebilmek bizim için çok önemli” diyor beraber yürüdüğümüz mimar. Şu anda kente yabancılaşmayı sadece “tanıdık” çınar ağaçlarının önlediğini vurguluyor. İnşaat işçilerinin hiçbir tedbir olmadan toz içinde çalışmalarını izliyoruz sonra. Antakya halkını ne kadar çok hastalık bekliyor gelecekte, diye düşünüyoruz, göz göre göre üstelik.

“Engellileri hayata katmak”

Samandağ’da, “ÇED gerekli değildir” kararı hakkında yürütmeyi durdurma kararı verilen beton santralinin faaliyetinin durdurulması için dilekçe verdikten sonra, o santrali görmeye gidiyoruz. Faaliyetini durdurmaya hiç niyeti olmayan santralin sahibinin sözleri bizi hiç şaşırtmıyor; “ihya, memlekete hizmet, sermaye, insanların bir an önce evlerine kavuşması…” Peki ya doğa, halk sağlığı, yasa, durdurma kararı?

Bunların şimdilik bir cevabı yok. Beraberimizdeki yerel gazetecinin deprem sonrası zorlaşan çalışma koşullarını görüyoruz, imkândan yoksun koşullar içinde süren bir zorunluluğu, yerel halkı her şeyden haberdar etme sorumluluğunu saygıyla izliyoruz.

Dirençli epilepsi hastası Mercan’ın evindeyiz şimdi, annesi ve babasıyla, özel gereksinimli bir bireyin yaşamının bir kesitine tanıklık ediyoruz. Deprem öncesi ve maalesef sonrası süreçte “engelsiz kent”in yokluğunu dinliyor, belki iyi niyetle söylenen “engellileri hayata katmak” sözünün ne kadar hatalı olduğunu, “Biz zaten hayattayız!” isyanıyla en derinimizde hissediyoruz.

Bir konteyner yerleşkesine gidiyoruz sonra, her nedense hemen yanına kurulan beton santralinin tozu, konteynerlerin içinde. “Burası bizim ‘sığındığımız’ yer” diyor yaşlıca, görmüş geçirmiş bir ses, “Antakya önceden fakir babasıydı, ama şimdi çok değişti.” Bu sözün taşıdığı anlamları düşününce irkiliyoruz.

Direngen bir umut

Depremdeki kayıplarının hakkını hukuk yoluyla arayan gencecik sesi duyuyoruz sonra yine, Adalet Peşinde Aileler’in mücadelesini, deprem hukukunun geldiği durumu, kendi kayıplarının geri gelmeyeceğini bildikleri halde hepimizin yaşam hakkı için mücadele eden insanların aylardır süren ve umutlu kalmak için büyük çaba sarfettikleri mücadeleyi dinliyoruz. “Bu kadar acıdan ve bıkkınlıktan sonra tutunacak bir amaç arıyor insan” diye anlatıyor, her gün ve her duruşmada tazelenen acısıyla beslenen deprem sonrası hukuk mücadelesini.

Sonra yine gece oluyor. Antakya’nın engebeli sokaklarında sarsıntılı bir yolculukla, Habib-i Neccar Dağı’na çıkıyoruz. Önce tanıdık bir görüntü çıkıyor karşımıza, deprem öncesindeki gece manzarasını hatırlatan sarı ışıklarıyla Antakya capcanlı görünüyor. Sanki hiçbir şey olmamış gibi. Ama hatırladığımız Antakya manzarasına hiç benzemeyen bir şeyler var şimdi, şehrin üstünde sonsuz gibi görünen bir toz bulutu örtülü, soluk sarı ışıklarla yarışan beyaz şantiye ve beton santrali ışıkları, gece-gündüz kesilmeyen makine sesleri arasındayız. Bir sene sonra ayağa kalkmış olacağına inanmak istediğimiz Antakya’da buluşup süvari kahvelerimizi içeceğimiz o günü hayal ediyoruz, “direngen bir umutla” Antakya’ya bu seferlik veda ediyoruz.

^