Sokrates “Kendini tanı” dediğinden beri “Ben kimim?” masalını yazmakla meşgulüz. Aradan iki bin yıl geçti, kendimizi tanıyamadık. Psikologlar, yaşam koçları, Ayahuasca, LSD, yoga, şimdi de metaverse’lerde, İngilizlerin Çinlilere dayattığı afyon yolculuklarına benzettiğim, kaçamak kimlikli düşler dünyalarımız.
Kimlikler sanayiinde yolumuzu ararken, türümüzde her zamankinden çok (nüfusumuz arttığından değil, oran olarak) intihar, depresyon, uykusuzluk, alkol, hap müptelalığı yaşanıyor. Nedeniyse hasta konumuna soktuğumuz birey. Kurumları, düzeni sorgulamak aklımızdan geçmiyor ya da işimize gelmiyor.
‘68 kuşağının özgürlük arayışına düzenin tepkisinin bariz bir örneğini o yıllarda Hacettepe Psikiyatri Polikliniği’nin bekleme odasında asılı yazıda görmüştüm: “Herkes dünyayı değiştirmeye kalkışıyor, mesele kendini değiştirmek.” Düzeni değiştirmek mi istiyorsun, suçlusun. Uyumsuzsun, hastasın. Evlilikte geçimsizlik mi yaşıyorsun? Hemen terapiste git. Aile kutsaldır. Artan suçun çözümü daha çok hapishane. Düzen esastır. Kurumlar sorgulanmaz. Başarısız olan öğrenci, geçerli olan eğitim sistemidir. Seçmenlerin çoğunluğu oy kullanmadı mı? Öyleyse apolitiktir. Düzenin gayrimeşrulaştığı, özellikle gençlerin “sizin oyununuzu oynamayacağım, oy vermiyorum” tepkileri ırgalanmaz, yeni kuşaklarla makas açılırken iktidarlar heveslerinin aymazlığında demokrasi masallarını tekrarlamayı sürdürür.
Kapitalizmin hizmetindeki “demokrasi”
Demokrasi masalımızın dili –burada “masal” kelimesini demokrasiyi eleştirmek anlamında kullanmıyorum– tarih boyunca sürekli değişmiş. Atina’nın militarist, köleci, kadın tanımayan düzeninin adı demokrasi. Erdoğan, Modi ve Putin’in tek adam rejimlerinin adı da demokrasi. Son on yılda ABD’de, İsrail, Polonya ve başka birçok ülkede gücün, yasama ve yargı aleyhine yürütmede toplandığı ülkelerin rejimleri de demokrasi. Ortak noktalarıysa adı konmamış plütokrasi, oligarşi ve otokrasinin farklı türlerine dönüşmüş olmaları. ABD’nin 2008 finansal krizinin ardından para basıp (35 trilyon dolar!) batan bankaları kurtarması, sermayeye esaret değil de nedir? Geçici bir hastalıkmış gibi “ekonomik kriz” adını verdikleri masallarıyla demokrasinin artık kapitalizmi denetleyemediğini, tersine onun hizmetinde olduğunu örtbas ediyorlar.
ABD’nin 2008 finansal krizinin ardından para basıp (35 trilyon dolar!) batan bankaları kurtarması, sermayeye esaret değil de nedir? Geçici bir hastalıkmış gibi “ekonomik kriz” adını verdikleri masallarıyla demokrasinin artık kapitalizmi denetleyemediğini, tersine onun hizmetinde olduğunu örtbas ediyorlar.
Cinsel kimlik, din, ideoloji, ulus devlet gibi aidiyet masallarımız da inandırıcılıklarını yitirmeye başladıklarından birkaç cümle dışında onlara değinmeyeceğim. Hepsi uzatmaları oynuyor. İdeolojilere kimse uğramaz oldu, dini aidiyetler ise yükselen eğitim düzeyiyle ters orantılı. Cinsel kimliklerimizin son sayısı LGBTQ+’nın çok ötesinde, 68. Ulus devlet gezegenimizin sorunlarıyla baş edemeyecek kadar küçük, yerel sorunlarla ilgilenemeyecek kadar büyük.
Devlet, halkına şiddet kullanma hakkıyla ayakta duruyor. Millet masalları özellikle göçlerle kırılmakta. Bırakın kendi gençlerini, dört kişiden birinin Arap ya da Afrika asıllı olduğu Paris’te Fransa’nın milli marşı Marseillaise’in, diğer tüm marşlar gibi ötekileştirme çağrısına artık kim inanabilir: “Vatan için ileri / Sıklaştırın safları / Silahları kapın / Yürüyün yürüyün ki / Alçakların kanlarıyla / Toprağımız sulansın.”
Çoğumuz şimdi yazdıklarımın kaç zamandır farkında. Asıl bu yazıda değinmek istediğim, kimini yıllardır, kimini asırlardır tekrarlayarak içselleştirdiğimiz, sorgulanmalarını aklımızdan dahi geçirmediğimiz masallarımız. Kapitalizmin masallarını artık kapitalistlerin bile sorgulaması yeni bir dünya kurabilmemizin yolunu açıyor. Asıl tehlikeli masallar sorgulamadıklarımız.
Zekâ testlerinin toplumsal işlevi
Moda masallarımızdan biri, benim de ilgi alanıma giren, mesleğe ilk başladıktan sonra geliştirip sonra pişman olduğum zekâ testleri. Zekânın binbir tanımı olsa da psikologların sığındığı tanım şu: “Zekâ, zekâ testlerinin ölçtüğüdür.” Günümüzde yaygın kullanılan Stanford-Binet testinin geliştiricisi Lewis Terman’dan bir alıntıyla zekâ masalının ideolojisini özetleyeyim: “Meksikalılar, İspanyol asıllılar ve siyahların zekâsı düşük olup gerilik bu ırklarda kalıtımsaldır. Devletimizi korumak istiyorsak zekâ geriliği olanların nüfusunun artmasını engellemeliyiz.”
Test sonuçları Terman’ın bu masalını kanıtlar. Zenginlerle şehirlilerin, hele Batı kültürüne aşina olanların zekâ puanları her yerde yoksullara, azınlıklara, kırsal kesimdekilere göre ortalamada daha yüksektir. Düzenin bekçileri toplumsal eşitsizliğin gerekçesini zekâ testleri kamuflajında bilimselleştirir, sözde meritokratik bir düzenin adaletli olduğunu savunur. Zekâ testleri masalına inandırılıp edilgenliğe itilen kitleler de düzenin beklenti kalıplarının kurbanı olur.
Günümüzde yaygın kullanılan Stanford-Binet testinin geliştiricisi Lewis Terman’dan bir alıntıyla zekâ masalının ideolojisini özetleyeyim:“Meksikalılar, İspanyol asıllılar ve siyahların zekâsı düşük olup gerilik bu ırklarda kalıtımsaldır. Devletimizi korumak istiyorsak zekâ geriliği olanların nüfusunun artmasını engellemeliyiz.”
Masal üreticilerinin mamûlleriyle meşgalemizde dünya ve evrendeki yerimizi tanımakta sınıfta kaldık. Bırakın sınıfta kalmayı, okula kayıt bile yaptıramadık. Jeologlar James Hutton (1726-1797) ve Charles Lyell’e (1797-1895) kadar, Hıristiyan âleminin de etkisiyle, dünyamızı M.Ö. 4004’te tanrının yarattığı görüşü yaygındı. Gününü bile biliyorlardı, 23 Ekim!
Kopernik devrimine rağmen eski masallarımızdan kolay kurtulamıyoruz. ABD’de, Ulusal Bilim Vakfı’nın (NSF) 2019’da yetişkinlerle yaptığı bir ankete göre, yaklaşık dört kişiden biri (yüzde 23) güneşin dünyanın etrafında döndüğüne inanıyor. Yine ABD’de, Ulusal Mandıra Sanayisi’nin (NDI) gene yetişkinlerle yaptığı bir ankette nüfusun yüzde 7’si çikolatalı sütün kahverengi ineklerden geldiğine inanıyor.
Başka mümkün dünyalara masallarımızla direniyoruz
Kendimizi dünyamız ve evren bağlamında görebilmemiz zaman alıyor. Çok gezegenli bir tür olmanın eşiğindeyiz. Oysa iklim değişikliğiyle antroposen çağında altıncı yok oluşla karşı karşıya olmamıza, 20 yaşındaki iklim aktivisti Greta Thunberg’in sözcülerinden olduğu kuşağın çığlığına rağmen, gezegenli olma bilincinden yoksunuz. Felâket bizden uzakta, sanki evimizde değilmiş gibi başka bir âlemdeyiz. Yeni doğmuş bir bebeğin dünyasını parmağını, ayağını, eline ne geçerse ancak ağzına götürerek tanıyabildiği türden bir bencilliğin içindeyiz.
Dünyamızın yaşını, onu güneş yutana kadar kaç yıl kaldığını, en yakın komşumuz yıldızın adını kim biliyor? Samanyolunda mahallelilerimiz kimler? Ayılara, arılara, file, balinaya nasıl benziyoruz? Onlardan yaşam kültürümüzü zenginleştirecek neler öğrenebiliriz? Ağaçların kökleriyle haberleşerek dayanıştıklarını, fillerin başka türlere özverili davranışlarını, dişi aslanların avlarının yavrularına bakabildiklerini şaşırarak öğrenirken, Darwin’i inkâr eden orman kanunu masalına inananlarımız çok. Masallarımıza inancımızla, masallarımızın bizden beklediği gibi davranmakla tekdüzeliğimizin kurbanıyız. Başka dünyalar mümkünken masallarımızla onlara direniyoruz.
Şiddet masalı
Türümüzün saldırgan olduğuna inanıyoruz. Evet, öyle. Ancak “insanda saldırganlık kaçınılmazdır” masalımızla, saldırganlığa, savaşlara davetiye çıkarıyoruz. Afrika’dan 70 bin yıl önce yola çıkarak dünyanın dört bir yanına dağılan türümüzün geleceği için çoğu kişi iyimser değil. Diğer türler ancak var olabilmek için başka türlere karşı şiddete başvururken, bizim nedensiz yere birbirine saldıran, şiddet göstermeden duramayan, sistematik vahşet uygulayan tek tür olduğumuz söyleniyor. “İnsan yok olursa, daha iyi bir dünya olur” diyorlar.
Bunu dediler ya, savaş kaçınılmaz. Savaş mübah.
Savaş tellalları DNA’mızın yüzde 98,8 örtüştüğü şempanzelere bakıp türümüzde şiddetin kaçınılmaz olduğunu vazediyor. Kalıtımsal olarak, şempanzeler kadar yakın akrabalarımız bonoboları 1970’lerde “keşfettiğimiz”den beri bu iddia geçersiz.
İnsanın birbirine şiddet uygulayan tek tür olduğu doğru değil. Savaş tellalları DNA’mızın yüzde 98,8 örtüştüğü şempanzelere bakıp türümüzde şiddetin kaçınılmaz olduğunu vazediyor. Kalıtımsal olarak, şempanzeler kadar yakın akrabalarımız bonoboları 1970’lerde “keşfettiğimiz”den beri bu iddia geçersiz. Tam tersi, bonobolarda savaş değil, barış kaçınılmaz. Saldırganlığı tetikleyecek ortamlarda kavga çıkarmak yerine cinsel ilişkiye giriyorlar. Gerginliği azaltmak için sevişiyorlar. Kalıtımsal olarak savaş kaçınılmaz değil. Masalımız yalan söylüyor. Peki, kültürümüzün vahşeti kaçınılmaz kıldığı masalı ne anlatıyor?
Son buzul çağı bitmek üzere… Avcı-toplayıcı döneminde hem avdık hem de avlanan. Avlarımızı İspanya’da Altamira, Fransa’da Lascaux’daki gibi mağara resimlerimizden biliyoruz: Mamut, geyik, bizon. Aynı resimlerden birbirimizi avlamadığımızı da biliyoruz. Var olabilmek için öldürdüğümüz hayvanlara yeniden hayat vermek istercesine hayvanların kafatasları, iskeletleri ve derilerini bir araya getirip “mezarlar” yapmışız. On binlerce yıl boyunca yapılan resimlerde insanın insana saldırdığını gösteren tek resim yok. Üç kıtada bulduğumuz yüzlerce mağara resminin hiçbirinde insan insanı avlamıyor. İnsan insanla savaşmıyor. Evet, birbirimizi öldürdüğümüzün, yamyamlığımızın arkeolojik belirtileri, savunma amaçlı kalemsi yapıların kalıntıları var. Lâkin ardından gelen toplumlarımızda yaygınlaştığı ölçüde değil.
Porno bağımlılığı düzeyinde kafamızı savaşa takmışız. Kütüphanelerimize bakın. Raflar savaş kitaplarıyla doluyken barış üzerine yazılan tek tük kitap “düzene karşı gelen aktivistlerin yazdıkları” diye küçümseniyor. I. Dünya Savaşı biteli yüz yılı geçti. Neden çıktığına dair hâlâ kitaplar yazılırken türümüzün tarihinin barış dönemlerini inceleyen kitap bulamazsınız. İberya Yarımadası’nda Yahudilerin de altın çağlarını yaşadıkları, Rönesans’ın yolunu açan Endülüs’teki (711-1492) ya da Japonların ABD’nin denizden topa tutarak sona erdirdiği Edo dönemindeki (1603-1868) barışın dinamiklerini yazan kitaplar, araştıran sosyal bilimciler bulamazsınız. Savaş kazanmaya odaklı “askeri psikoloji” diye bir branş var, “barış psikolojisi” yok!
I. Dünya Savaşı biteli yüz yılı geçti. Neden çıktığına dair hâlâ kitaplar yazılırken barış dönemlerini inceleyen kitap bulamazsınız. Savaş kazanmaya odaklı “askeri psikoloji” diye bir branş var, “barış psikolojisi” yok!
İzlanda sagaları, İskandinav efsaneleri, Mahabharata gibi Hindistan destanları da savaş üzerine kurulu. Mahabharata’nın kahramanı Arjuna savaşmayı reddetse de, kılıç kuşanmaya dirense de, “yazgından kaçamazsın” şiarına ikna olur. Savaşı mümkün kılan, savaşın kaçınılmaz olduğuna inandırılmamız. Oysa türümüzde saldırganlık ne kültürel olarak kaçınılmaz ne de kalıtımsal.
Gözleri karartılarak birbirimize karşı vuruşturulan, savaştırılan bizler, doğal halimizle barıştan o kadar yanayız ki, tıpkı fırtınanın aniden kesilmesi gibi savaşı en kızışmış ânında durdurabiliyoruz. Hakem düdüğüyle biten futbol maçı gibi, sabah saat tam 11’de bitmiş I. Dünya Savaşı. Bir İngiliz askerinin günlüğünden: “Onuncu saatin son saniyesinde ateş kesildi. Bir Alman askeri savaşın son dakikasına kadar İngiliz cephesini makinelisiyle taradı. Saatin dolmasıyla siperinden dışarı tırmandı. Miğferini çıkardı. Yıllardır savaştığı düşmanları önünde nazikçe selam verdi. Arkasını dönüp gitti.”
Dünya iyiye de gidiyor
Başka bir dünya mümkün. Savaş ilan eden yaşlılar. Ölen, öldüren, gençler. Nereye kadar? Türümüzün tarihinde ilk kez gençlerin konumu değişti. Yaşlı otoritesi sallantıda. Avcı-toplayıcı, tarım ve sanayi dönemlerimizin tersine yeni teknolojileri gençlerden öğreniyoruz. Usta-çırak ilişkisi ters yüz oldu. Barış her zamankinden yakın olabilir.
Düzenin son köleleri çocuklar ve gençler kendilerini azat ediyor. Yeter ki yetişkinler, onlara her zamanki gibi ters düşmektense, ellerini uzatsın. Ehlileştirdiğimiz hayvanlar yetmiyormuş gibi, çocuklarımızı da terbiye ediyoruz. Büyüklere boyun eğme beklentisi, sorgulandıklarında “saygı kalmadı” masalı sona ersin. Genç-yetişkin makasının açılmayı sürdürmesi, tuzu kuru yetişkinler, karnı tok yaşlılarla geleceklerinden umutsuz gençler hayra alâmet değil.
Mahabharata’nın kahramanı Arjuna savaşmayı reddetse de, kılıç kuşanmaya dirense de, “yazgından kaçamazsın” şiarına ikna olur. Savaşı mümkün kılan, savaşın kaçınılmaz olduğuna inandırılmamız. Oysa türümüzde saldırganlık ne kültürel olarak kaçınılmaz ne de kalıtımsal.
20. yüzyılın başında Avrupa’da askerlik zorunlu, cepheye gitmek onurluydu. “Savaşmam” diyen gençler kurşuna diziliyordu. Devletler günümüzde savaşlarına asker bulamıyor. Zorunlu hizmet kalktı. Devlet paralı askerlere muhtaç. Vicdani ret bir hak. Ne erkekler üniformalarıyla piyasada, ne de kızlar üniformalı erkeklere tav. Sokaklar sivilleşti. Balolarda kılıç şakırdatılan günler, ordularının başında padişahlarla krallar, marşlarla savaşlara uğurlanma merasimleri tarihin çöplüğüne gitti. Kahraman asker filmlerinin seyircisi kalmadı. Gençler ölmeye, öldürmeye gitmek istemiyor. Devlet adına kurşun sıkmak yerine giderek sivil itaatsizliğe yönelen bir dünyada yaşıyoruz.
Bunlar türümüzün tarihindeki ilkler. Dünya iyiye de gidiyor, ama biz görmek istemiyoruz. Masallarımıza kilitlendik. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi salonunda “Savaşlar insanın beyninde başlar, orada durdurulmalı” sözlerini yazan da biz, inkâr eden de.
Rousseau ve Hobbes’un masalları
Eşitsizlik asırlardır türümüzün temel sorunlarından. Kaçınılmaz mı? Aydınlanmadan beri varsaydığımız masalımıza göre, avcı-toplayıcı toplumlarda paylaşım, eşitlik ve lidersizlik başatken, tarım ve şehirleşmeyle eşitsizlik başladı, artı değer ve özel mülkiyetle elitlerin, kralların, savaşların düzeni egemen oldu. Aydınlanmanın iki ismi Jean-Jacques Rousseau ve Thomas Hobbes’dan günümüze uzanan masalımızda, Rousseau insanın doğuştan iyi ve eşitliğin egemen olduğu avcı-toplayıcı dönemini hayal ederken, Hobbes tarımla birlikte toplumu zapturapt altında almak için yasaların kaçınılmaz olduğunu vurgular. Hobbes’a göre, kentleşmeyle başlayan eşitsizlik medeniyetin bedelidir. Günümüz sosyal bilimcilerinin kanaati de bu yönde.
David Wengrow ve David Graeber The Dawn of Everything (Her Şeyin Şafağı, Allen Lane, 2022) kitabıyla bu görüşü yıktı. Biri arkeolog, diğeri antropolog ikili Mezopotamya, Karadeniz havzası, Indus vadisi, Ukrayna ve Amerika kıtalarında yaşamış tarih öncesi uygarlıklarımızdan ortaya koydukları bulgularla yüzyılların masalının sonunu getirdi. Avcı-toplayıcılıktan tarıma geçiş kaçınılmaz olmadığı gibi, hem avcı-toplayıcı hem de tarım toplumlarının kimilerinde eşitsizlik ve hiyerarşi varken diğerlerinde birbirlerinden farklı eşitlik bazında topluluklar oluşmuş.
Meksika’da, döneminde dünyadaki en büyük kentlerinden biri olan Teotihuacan’ın sakinleri, birinci ve yedinci yüzyıllar arasında hiyerarşik bir yapıdan eşitlikçi bir topluma, kurban kesilen büyük tapınaklarla sarayların terkedildiği bir döneme geçmiş. Sonuç: Ne Rousseau ne de Hobbes’un masalları.
Özellikle Meksika’da, döneminde dünyadaki en büyük kentlerinden biri olan 100 bin nüfuslu Teotihuacan’ın sakinleri, birinci ve yedinci yüzyıllar arasında hiyerarşik bir yapıdan eşitlikçi bir topluma, kurban kesilen büyük tapınaklarla sarayların terkedildiği, Avrupa’dan gelen sömürgecilerin insana verilen değer karşısında şaşkınlığa düştüğü bir döneme geçmiş. Sonuç: Ne Rousseau ne de Hobbes’un masalları.
Tarihimiz kalıplaşmış avcı-toplayıcı ve tarım toplumları dışında farklı yaşam biçimlerine sahne olmuş. Kimi eşitlikçi, kimi tersi. Kimi toplumlar avcı-toplayıcılıktan tarıma geçtikten sonra geriye dönüş yapmış, kimileri mevsimsel olarak iki düzeni farklı toplumsal yapılarda birlikte sürdürmüş. Büyük masalımızın tersine, farklı dünyalar geçmişte mümkünmüş. Bugün neden olmasın? Masallarımızı nasıl yazıp yaşattığımıza bağlı.
Tüketici ruhlarımızın mühendisi
Yakın geçmişimizin en büyük masal anlatıcısının neler yaptığını öğrendiğimde Hitler, Stalin, Mao’nun yapıp ettikleri korkunç şeyleri ilk duyduğumdaki gibi sarsılmıştım. Halkla ilişkiler mesleğinin kurucusu Edward Bernays’den söz ediyorum (1891-1995). Bernays bilinçaltı arzularımızla korkularımızı manipüle ederek kitlelerin kontrol altına alınmasının piriydi. 106 yaşında ölen, Sigmund Freud’un da yeğeni olan Bernays’le çalışanlar arasında, Dwight D. Eisenhower, John F. Kennedy, Lyndon B. Johnson’ın da olduğu sekiz ABD başkanı, işadamları Thomas Edison, Henry Ford, tenor Enrico Caruso, Çekoslovak siyasetçi Jan Masaryk, balet Vaslav Nijinsky, film yapımcısı Samuel Goldwyn, Eleanor Roosevelt, ABD Dışişleri ve Ticaret Bakanlıkları bulunuyordu.
“Tüketici ruhlarımızın mühendisi” olarak tanınan Bernays’ın yaptıkları arasında, I. Dünya Savaşı’na girmeleri için ABD halkını ikna etmesi de var, jambonu ülkesinin milli kahvaltısı yapması da. Sigara şirketleri için çalışmış, New York gibi daha liberal kentlerde dahi kadınların sigara içmesi yasakken, kadınları özgürlük adına kışkırtıp bir çırpıda sigara pazarını iki kat büyütmüş. Küresel ısınmanın tetikçisi tüketim patolojimize bağımlılığımız bugün onun izinde yürüyenlerin marifeti. Hitler’in propaganda bakanı Goebbels Bernays’in müritlerinden. Aksi takdirde, Alman Yahudilerin toplum nezdinde kısacık bir dönemde ötekileştirilmeleri mümkün olamazdı.
Mesele bizi biz yapan, asırlardır düşüncelerimize, inanç ve kültürümüze yön veren masallarımızı sorgulayamamamız. Hâlâ Cogito ergo sum (düşünüyorum, öyleyse varım) sözleriyle saygı duyduğumuz, insanı taltif eden bir Descartes’ımız var ki, hayvanları ruhsuz, duygusuz diye sınıflandırmış, “hayvanlar acı çekmez” deyip onlara yapılacak her türlü deneyin yolunu masalıyla açmış.
Bir elinde ayna / Bir elinde cımbız…
Türümüz dünyaya yayılırken Denisovan ve Neandertal türleriyle çiftleşmesine, gen havuzunu zenginleştirmesine rağmen, onların ve Floresiensis’in yok oluşuyla tek kalınca haddini bilemedi. Gün geldi, kutsal kitaplarımızda kendimizi eşref-i mahlûkat ilan ettik. Hızımızı alamadık, sınırlayamadığımız merakımızla, hele Aydınlanma’dan sonra dini frenlerin kalkmasıyla, aklımızın gücünü aşırı yücelterek “benden sonrası tufan” raddesinde yol aldık. Oysa başka canlılarla karşılaştırdığımızda, türümüz tarihsel açıdan emekleme çağında bile değil. Kısacık evrim sürecimizde yaşam tecrübemiz sıfıra yakın.
Hal böyleyken, iklim değişikliği, nükleer silahlar ve şimdi de bize hükmedeceğinden korktuğumuz yapay genel zekânın endişesiyle cebelleşirken tehlikeli sularda seyrediyoruz. Şart mıydı Einstein’ın “Hitler’den önce atom bombasını biz yapalım” diye ABD Başkanı’nı gaza getirmesi? Almanlar savaşı zaten kaybetmişti. ABD ise Japonya’yı Sovyetler’le paylaşmamak için bombayı Hiroşima ve Nagasaki’ye atarken her an dünyanın sonunu getirebilecek cini şişeden çıkardı. Değer miydi?
Orhan Veli’nin “Ne atom bombası / Ne de Londra konferansı / Bir elinde ayna / Bir elinde cımbız / Umurunda mı dünya!” şiirine uzaklığımızdan olacak, günümüzde önüne gelen bir bombanın peşinde. Hepsi uluslararası antlaşmalarla imha edilebilecekken, savaşın kaçınılmazlığı masalımız gene ağır basıyor. Hele şu aşırı zararlı olduğumuz emekleme dönemimizi bir atlatalım, ama bunun için önce yavaşlayalım.
Bilimle masal arasında gri noktalar
Peşinden sürüklendiğimiz icatlarımızı hayata geçirmeden, aceleye getirip yola koyulmadan topa basalım. Merakımıza, aklımıza teslim olmadan yaşam ahlâkı oluşturalım. “Ne yapabilirim?” sorusunu “yapacaklarımla zararlı olacak mıyım” endişesiyle birlikte düşünelim. Fransa’da bir ara Provence’da oturan arkadaşım Mehmet Hikmet’le “Acaba en zararsız meslek hangisi olabilir” diye sohbet ederken ona “İtfaiyeci” dediğimde gülmüş, yangın söndürüp kahraman olmak için kundakçılıktan yeni yakalanmış bir itfaiyeciden söz etmişti.
Tarihimiz farklı yaşam biçimlerine sahne olmuş. Kimi eşitlikçi, kimi tersi. Büyük masalımızın tersine farklı dünyalar geçmişte mümkünmüş. Bugün neden olmasın?
Yerimizde duramıyoruz. Geçenlerde, Londra Hayvanat Bahçesi’nde sakin sakin duran deveye (mahkûmiyetine rağmen) gıptayla bakmıştım, eve dönünce neleri yazacağımı trenin vagonları gibi aklımda sıralarken. Rahatlasana! Her ne kadar ampulün mucidi Edison’un insanın günde iki saat uykuyla yetinerek daha verimli olabileceğini söylemesi şehir efsanesiyse de, özellikle gençlerin bir anda birçok şey yapabilmesini marifet sayan, şuna buna yetişememekten ruh sağlığı bozulan insanların yaşadığı bir uygarlığın peşinde nereye kadar?
Yaklaşık yarım asırdır dünyamıza yayılan post-modernizm masalına da kısaca değinmek iyi olur. Fransalı entelektüellerden yayılan bu masal neredeyse her konuda iktidar çözümlemesi yapıp sonunda kendisi de, özellikle üniversitelerde, bir tür düşünce iktidarına dönüşürken, onu savunanlar bile kendi dillerini anlayamıyor. Benim masalımda da onlara yer yok. Bilimle masal arası gri noktaya Bilimsel Devrimlerin Yapısı (Kırmızı Yayınları, 2017) kitabında dikkatimizi çeken Thoman Kuhn’dan bu noktada söz etmemek olmaz. Kuhn’un katkısı bilimde de masallarımızın nasıl değiştiği, birinin yerini çok kısa zamanda bir başkasının nasıl aldığını anlatmasıdır. Örnek: Ptolemy’nin güneşin dünyanın etrafında döndüğü tezi 1600 yıl boyunca kabul görmüşken, 17. yüzyılda Galileo’nun da desteklediği Kopernik Devrimi’yle tersini hemen kabullenip neredeyse ânında gözlüklerimizi değiştirmemiz.
Sen meraklı insan!
Konu evrenken en büyük masalımız da başlangıcımız: Büyük Patlama! Önce ne vardı? Ona ve paralel evrenlere girmeyelim. Zaten evrenin toplamda yüzde 95’ini oluşturduğunu söylediğimiz karanlık enerji (yüzde 68) ve karanlık maddenin (yüzde 27) ne oldukları bilinmiyor, kalan yüzde 5’le evrene düzen verme masalımızı yaşatıyoruz. Orada duralım biraz. T24’te her yazısını heyecanla beklediğim fizikçi Güneç Kıyak da başka bir büyük masalın peşinde: “Bu kayıp anti-madde gizemi çözülürse, belki de o zaman evren hikâyemizin sil baştan yazılması gerekebilecek.”
Delidolu merakımızı dizginleyemiyoruz. Şimdi de neyi aradığımızı, neyle karşılaşacağımızı bilemeden, sonuçlarından belki pişman olacağımız uzayın sonsuzluğuna doğru yola çıkardığımız James Webb teleskopu!
Yavaş!
Sen, meraklı insan,
Aklın mucizesine
Benzemez evren.
Düzene düzen
Vere vere
Anlamlı mı kıldın
Sence dünyanı?
Zorlama yaşamı,
Rahat bırak Kaos’u!
Ama kime konuşuyorum?
İnsanım işte,
Merakımdan çatlayacağım
Evrene saldığım James Webb’le
Meçhulün beklentisinde.