YSP VEKİLİ CENGİZ ÇİÇEK’LE 14-28 MAYIS SEÇİMLERİNDEN 2024 YEREL SEÇİMLERİNE

Söyleşi: Bekir Avcı, Anıl Olcan
26 Ağustos 2023
Yeşil Sol Parti Adana mitingi. Fotoğraf: Mezopotamya Ajansı
SATIRBAŞLARI

Seçim öncesi söyleşimizde iyimser bir tablo çizmiştiniz. Örneğin, İstanbul için “yirmi vekil sürpriz olmaz” demiş, saha verileri üzerinden “yeni bir 7 Haziran” ifadesini kullanmıştınız. Ortaya çıkan sonucu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cengiz Çiçek: Seçim sonuçları itibarıyla partimizin başarısız olduğu bir gerçek. Bunu inkâr edecek değiliz. Zaten başarısızlığın nedenlerini tartışıyoruz. Seçim öncesi yaptığımız “yeni bir 7 Haziran” tespiti, toplumun kahir ekseriyetinin, başta ekonomik olmak üzere, yaşamsal kaygılarının önemli bir yükseliş trendine girdiğine dairdi. Derin işsizlik ve yoksullaşma, kendini güvende hissetmeme, geleceğe dair karamsarlık, seçim sonrasında olduğu gibi seçim öncesinde de mevcuttu.

7 Haziran sürecinde, özellikle Kürt sorununun demokratik çözümü olmak üzere, ülkede demokratik değişim ve dönüşüme dair toplumda oluşan iyimser havanın tersine, 14 Mayıs seçimlerinden önce de özellikle başta ekonomik kriz olmak üzere çoklu kriz ortamının yarattığı bir karamsarlık havası hâkimdi. Haliyle bu durum yurttaşları mevcut rejimi düne göre daha çok sorgulayan, eleştiren bir pozisyonda tutuyordu. Binbir türlü kara propaganda, özel savaş söylemleri ve kutuplaştırıcı dile rağmen seçimin ikinci tura kalması ve iktidar partisindeki oy düşüşü bu tespitimizi de nesnel olarak doğruluyor.

Siyasal İslâmcı ve milliyetçi, ırkçı partilere yönelişi iki şekilde yorumlayabiliriz: Ya devlet siyasal mühendislik yaparak seçimlere el koydu ya da muhalefet özgürlükçü, eşitlikçi değerlerin buluşma adresi olan sol politikayı üretmekte ve bunu toplumla buluşturmakta yetersizlikler yaşadı. Kanımca her ikisi de oldu.

Burada tartışmamız gereken bu tespitlerin yanlışlığı ya da doğruluğu değil, kitlelerin iktidarın politikalarına karşı yükselen itirazlarını, eleştirilerini ne düzeyde rejim karşıtlığı potasında buluşturduğumuz olmalıdır. İktidar partisi oy kaybetti, ancak iktidardan kopan seçmenlerin aynı ideolojik havuzdaki diğer partilere kaydığı görülüyor. Siyasal İslâmcı ve milliyetçi, ırkçı partilere bu yönelişi iki şekilde yorumlayabiliriz: Ya devlet siyasal mühendislik yaparak seçimlere el koydu ya da muhalefet bir bütün olarak cinsiyetçi, dinci, milliyetçi politika ve söylemler karşısında özgürlükçü, eşitlikçi değerlerin buluşma adresi olan sol politikayı üretmekte ve bunu toplumla buluşturmakta yetersizlikler yaşadı. Kanımca her ikisi de oldu.

Devletin ve onun partisine dönüşen AKP’nin seçimleri gasp etmesine karşı daha cesur, örgütlü, yaratıcı ve atak bir mücadele örgütlenemedi. Özellikle sistem muhalifi partiler, oy devşirme umuduyla sağcılığa, dinciliğe ve milliyetçiliğe yelken açarak toplumun ihtiyacı olan sol politikaların belirginleşmesinde tampon rolü oynadı.

Tam da bu noktada hem Cumhur İttifakı’nın gayri meşru, gayri ahlâki politikalarına set çekme hem de Millet İttifakı’nın toplumun değişim umutlarını vantuz gibi emen manipülatif “muhalefet” anlayışına karşı bir seçenek oluşturmakta başarısız olduk. Bu durum seçimden sonra çokça tartıştığımız “üçüncü yol” mücadelesinin temel problematiği olarak masaya yatırılıyor bugünlerde.

Ormanları yanan Cudi’den ormanları kesilen Akbelen’e dayanışma mesajı: “Canımız Akbelen’deyken, Cudi’de yakılan ormanlarla nefesimiz kesilmek isteniyor”

Yenilgi değil de “başarısızlık” diyorsunuz. Neden?

Ortaya çıkan sonucu bir yenilgi olarak tarif edemeyiz. Yenilgi demek her şeyin bittiği anlamına gelir. Oysa halen süregelen bir mücadelemiz ve bu mücadele etrafında kenetlenen milyonlar var. Yani bardak bütünüyle boş değil, dolu tarafı da var. Ayrıca, halihazırda sisteme karşı kültürel, sınıfsal, ekolojik, politik mücadele zeminleri halen mevcut.

Yenilgi geri çevrilmesi imkânsız bir mutlaklığı tarif ederken, başarısızlık gerekli dersler çıkarılması durumunda başarının önünü açacak bir duruma işaret eder. Devletin ve iktidarın içinde bulunduğu çoklu kriz hali de yeni karşı karşıya gelişleri zorunlu kılıyor. HDP bu karşı karşıya gelişin odak noktası olmaya halen aday ve ezilenlerin demokratik ve devrimci ittifakının en güçlü temsilcisi. Yenilgi tarifi bu ittifakta yer alan Kürt Özgürlük Hareketi’nin ve Türkiye demokrasi güçlerinin de yenildiğine işaret eder ki, bu yanılgılı bir yaklaşım. “Zaferini” ilan etmiş iktidar güçlerinin durumu da kadir-i mutlak değil ayrıca. “Yenildik” sözlerinin havada uçuştuğu bir dönemde açığa çıkan Akbelen direnişi de bu savı güçlendiriyor. Yılgınlığa mahal yok. Çünkü büyük insanlık asla yenilmez, ya bir yol bulur ya bir yol açar.

Yeniköy-Kemerköy Termik Santrali’ne kömür sağlamak için kesilen Muğla İkizköy’deki Akbelen Ormanı’nda bir pankart

Peki, başarısızlığın temel sebepleri neler?

HDP’yi kendisini var eden tarihsel süreçlerden, devrimci hareketlerin geleneklerinden, dayandığı halk gerçekliğinden ve bunların günümüzdeki akışkan, dinamik mücadele alanlarından bağımsız düşünebilir miyiz? Elbette hayır. O nedenle “HDP sadece HDP değildir” tespitini sürekli akılda tutmak zorundayız. Bu tespitten her uzaklaşma, bizi sistem içi olma tehlikesiyle başbaşa bırakır. Günün sınavı da “sistem içinde sistem dışı olma hüviyetini nasıl sağlarız?” sorusuna vereceğimiz cevaplarda saklıdır.

Yani “sistem içileşme” eğilimi başarısızlığın temel nedenlerinden biri, öyle mi?

Sonuçta faşizmin kurumsallaşması tahlilini bizler yaptık. O vakit seçimlerin yegâne mücadele zemini olmadığını da kabul etmeliyiz. Seçimlerin önemini inkâr edemeyiz. Ancak, toplumsal özgürlük mücadelesinin esas, seçimlerin de bu mücadele içinde müstesna bir yere oturduğu gerçeğini unutmamalıyız. Devrimci mücadele ile demokratik mücadelenin bağını hem zihinsel hem de pratik olarak kurma maharetiyle de ilgili bir şey bu. Faşizmi sadece demokratik siyaset mücadelesiyle alt edeceğimiz hayalini kuramayız. Neticede, en zor koşullarda dahi faşizme irademizi teslim etmiyoruz. Evet, direniyoruz. Ancak, direniş sorunumuzun olmaması, “nasıl direneceğiz?” problemimizin olmadığı anlamına gelmiyor. Bizim uzunca bir süredir en temel sorunumuz, direnişin “nasıl”ına dair sağlıklı yol haritaları oluşturmamamız. Bu “nasıl”ın izini sürmek, bizi daha meşru, toplumcu, dinamik, devrimci ve dönüştürücü bir pratik mücadele zeminine ulaştıracaktır.

Bağlantılı düşündüğümüzde, HDP’deki başarısızlıklar devrimci hareketlerin hegemonyasının geriletilmesiyle de doğrudan ilgili. HDP söz konusu devrimci hareketlerle ideolojik, politik, toplumsal ve örgütsel bağlamlarıyla değerlendirilmeli. En basitinden, HDP’de görev alan yöneticiler ya da HDP’ye oy verenler, HDP’yi sadece parlamentoda temsil edilen AKP ya da CHP gibi bir parti olarak görmüyor. HDP buzdağının sadece görünen yüzü. Önemli bir yüzü, ama koca bir buzdağı var ve bunu görmek zorundayız. Milyonların oy verme motivasyonu da bu bütünlük içinde değerlendirilmeli. HDP seçmenleri klasik seçmen tanımına hapsedilecek bir küme değil.

HDP’yi kendisini var eden tarihsel süreçlerden, devrimci hareketlerin geleneklerinden, dayandığı halk gerçekliğinden ve bunların günümüzdeki dinamik mücadele alanlarından bağımsız düşünebilir miyiz? Elbette hayır. “HDP sadece HDP değildir”i sürekli akılda tutmak zorundayız.

Dört başlık çıkardınız: İdeolojik, politik, toplumsal, örgütsel. Onları aça aça ilerleyelim. Sonuncusuyla başlayalım. “Örgütsel” başlığının altını nasıl dolduruyorsunuz? Örneğin, HDP’ye “sistem içi” bir parti muamelesi yapmanın sorumluluğu parti örgütünde mi?

HDP’nin yerelden merkeze, örgütsel zayıflığını kabul etmek zorundayız. Örgütsel zayıflığımız, politik hedeflerimizle kıyaslandığında daha açık ortaya çıkıyor. Şüphesiz “çöktürme planı” adı altında topyekûn devlet yöneliminin payı çok büyük. Siyasi soykırım operasyonları HDP’yi yerkürenin en büyük sürgün ve zindan örgütü yapmış durumda. Ancak, bununla baş etmesi, bu yönelimleri boşa çıkaracak formülleri üretmesi gerekenler de bizleriz. O nedenle örgütü örgütlemek, dönemin en ivedi görevlerindendir. Örgütü örgütlemek, aynı zamanda mücadelenin öznesinin de somutlaştırılması amelidir. Örgütü örgütlemek de ikili bir hatla mümkün.

Nedir onlar?

Birincisi, örgütsel faaliyet tanımını değiştirmek. Örgütsel çalışma nedir, ne değildir? Mesaisinin çoğunu toplantılarla geçirmek, yöneticiler içi hayatlara daralmak, tek başına temsili faaliyetler ve temsilci performanslarına dayanmak değildir. Toplumsal direniş ilişkilerine akmak, toplumsal öznelerle buluşmak, birlikte eylemek, birlikte örmek, dayanışmak ve bu birlikteliğin karşılıklı dönüştürücü etkisiyle ilişkileri politikleştirmek ve oradan örgütün kadrolarını, doğal öncülerini açığa çıkarmaktır.

İkincisi ise mevcut yönetimlere ideolojik çalışmalarla nitelik kazandıracak kadro politikasını kurmaktır. Bu ikili hattın birlikte hayata geçirilmesi, içerde sıkı bir örgüt, dışarda kapsayıcı bir yapının inşası demektir. Bu tarz, örgütün örgütlenmesini, ideolojik zeminlerin güçlendirilmesini ve politikanın toplumsallaşmasını sağlayacaktır. Demokratik, devrimci politika ancak böyle mümkün.

Cengiz Çiçek YSP’nin düzenlediği bir halk toplantısında

“Öznenin somutlaştırılması”ndan kastınız ne?

Bugünlerde geniş bir skalada HDP-Yeşil Sol Parti, HDK-DTK, bileşenleri ve ittifak güçleriyle ilgili tartışmalar yürütülüyor. Bu tartışmalar aynı zamanda bizden beklentilerin çıtasıyla da ilgili olumlu bir duruma işaret ediyor. Ancak, bu tartışmalar beraberinde “çıkarsamaları, tespitleri hayata geçirecek kim?” sorusu yanıtlanmadan yapıldığı sürece bir ayağı hep eksik kalacaktır. İyi güzel de, bu kallavi tespitlerin pratik sorumluluğunu kim alacak?

Kim?

“Kim?” sorusunun cevabı tabii ki örgütsel yapılarımız, bileşenler ve ittifak güçleridir. Bu aynı zamanda pratik öncülük görevidir de. “Tahlili çok, pratiği az” anlayışı mahkûm etmezsek, konfor alanından çıkmayan, kendine ve binalara sıkışmış tarza teslim oluruz. Pratikleşme düzeyi zayıf her tahlil bizi sistem içi ölçülere daha çok yakınlaştırır. Örneğin, sıkça yaptığımız gibi, “tahlil sorunumuz yok, pratikleşme sorunumuz var” tespiti pratik eksikliklerimizin eleştirisi bağlamında doğrudur. Ancak, bu tespit parti yöneticilerini halkla doğrudan temas kurmaya, toplumsal örgütlenme işine soyunmaya, bunun eylemsel hattının içine girmeye, eylemi örgütlemeye yakınlaştırdığı oranda doğrudur. Öyle değilse, özneyi tarif etmekten kaçmaktır.

Özetle, bu denli çoklu kriz ve çelişkilerin olduğu günümüz dünyasında, krizi ve çelişkileri tespit eden, ama kriz ve çelişki alanlarına giremeyen, buraları sistem karşıtlığı temelinde politik dönüşüme uğratmayan, örgütlemeyen yönetici profiline de itiraz etmemiz gerekiyor. Nasıl bir örgütsel işleyiş, mücadele biçimi ve yönetici profili? Yeni dönemi bu sorulara vereceğimiz cevaplar önemli oranda belirleyecek. Örgütü “halk örgütü” içeriğine kavuşturmak zorundayız. Neticede, bir başarısızlık söz konusuysa, bu örgütün başarısızlığı. Hele hele ciddi bir halk desteği alan bir örgütten bahsediyorsak, öncü sorununa daha gerçekçi ve yakıcı yaklaşmalıyız.

Evet, direniyoruz. Ancak, direniş sorunumuzun olmaması, “nasıl direneceğiz?” problemimizin olmadığı anlamına gelmiyor. Uzunca bir süredir en temel sorunumuz, direnişin “nasıl”ına dair yol haritaları oluşturmamamız. Bu “nasıl”ın izini sürmek, bizi daha devrimci ve dönüştürücü bir pratik mücadele zeminine ulaştıracaktır.

14 Mayıs seçimlerinin ardından parti içinde “temsili alana sıkışmış siyaset” özeleştirisi çokça yapıldı…

Evet. HDP genel merkezi “Ankara’ya sıkışmış, merkezi alana, temsili alana sıkışmış siyaset” diyerek konunun bu bağlamıyla özeleştirisini verdi. Peki ne demek bu? Kapalı devre çalışan, binalar içine sıkışmış “örgütsel” hayatlar ve devrimci tarzın önüne geçirilmiş temsili tarzlar var demek. Bu durum sadece genel merkez için mi söz konusu? Tabii ki değil. İl ve ilçe örgütlerimiz için de öyle.

İl ve ilçe örgütlerinde de merkeziyetçi anlayışların hâkim olduğunu, temsili alanlara sıkıştığını görüyoruz. Neredeyse vekili olmadan sahaya inmeyen, eylemi örgütlemeyen ya da kitlelere propaganda, ajitasyon yapmaktan uzak bir yerel örgüt düşünülebilir mi? Hele geleneğimiz ve programında “demokratik halk iktidarını” hedefleyen bir örgüt olmamız itibarıyla, hiç kabul edilebilir değil bu durum. Temsili siyasete angaje olma ve binalara sıkışma hali kendiliğinden olmuyor. Sokak mücadelesinden geri çekilmenin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkıyor.

Örneğin, “işçi sınıfı Kürtleşmiştir” tespitini yıllardır yapıyoruz. Ancak buna rağmen, sınıf mücadelesiyle Kürt özgürlük mücadelesini iç içe nasıl yürüteceğimiz hakkında somut bir yol haritamız, mücadele programımız ve hareket tarzımız yok. Bileşen örgütlerin sınıf mücadelesi alanlarının birbirleriyle ve bileşeni oldukları HDP’yle ortaklaştıkları somut mücadele programı bile neredeyse yok. Siyasal hedeflerini programatik olarak partide ortaklaştırmış bileşenlerin böylesine birbirinden yalıtık pratikleri de eleştiri konusudur. O nedenle bu düzeyde birbirinden kopuk, politik odak oluşturmaktan yoksun yalıtık ilişkilerimizi ve bunun doğal sonucu olarak ortaya çıkan suni dengeleri kırmak zorundayız. Çünkü örgüt örgüt için değildir, ezilen halklar ve emekçi kitleler içindir.

HDP-YSP seçimlerin ardından birçok il ve ilçede “halk toplantıları” düzenledi. Toplantılar 10 Temmuz’da başladı. Türkiye genelinde bine yakın halk toplantısı gerçekleştirilirken, bunların 100’ü İstanbul’da oldu. Diyarbakır’da ise 250 civarında toplantı düzenlendi. Bu toplantıların yanısıra iki bin kadar aile, kurum, esnaf ziyareti yapıldı.

“Örgütün örgütlenmesi sorunu var” diyorsunuz. Burada bir HDK parantezi açalım. HDP’ye can veren bir yapı olarak HDK için neler söylersiniz? Sadece seçimler bağlamında değil, daha genel mânâda HDK’nin dünkü ve bugünkü konumunu nasıl tarif edersiniz?

“Bugünkü tablonun en temel nedeni nedir?” diye soracak olursak, cevap listesinin en başına kongre ya da HDK fikriyatındaki sapma ve daralmayı yerleştirebiliriz. HDK-HDP kurulurken, yani kongre ve parti kurulurken hem parti hem kongre tüzüğünde tarihsel tespitler yapıldı. Ulus devletin dışladığı, ötekileştirdiği kimliklerin, sınıfların tarifi yapıldı. Tekçi politikaların hedefindeki tüm kimliklerin, farklı öznelerin çoklu mücadelesiyle demokratik halk iktidarının kurulmasına dönük bir stratejik hedefle farklı sınıflara ve kimliklere çağrı yapıldı.

Başlangıç itibarıyla ciddi anlamda toplumsal kabul gören, dikkat çeken bu yeni oluşum, özellikle 7 Haziran seçimlerinden sonra sadece iktidarın değil, bir bütün olarak devletin sistematik saldırılarının, tasfiye konseptinin hedefi oldu. Bu süreç devam ediyor. Bu dışsal etkenlerin şüphesiz bugünkü tabloda payı var. Ancak, bu saldırılar karşısında daralma ve fikriyattan uzaklaşma tehlikelerini zamanında gören, bu gidişata müdahale eden bir karakteri ortaya koymakta yetersiz kaldığımızı söylemek zorundayız.

Siyasi soykırım operasyonları HDP’yi yerkürenin en büyük sürgün ve zindan örgütü yapmış durumda. Ancak, bununla baş etmesi, bu yönelimleri boşa çıkaracak formülleri üretmesi gerekenler de bizleriz. O nedenle örgütü örgütlemek, dönemin en ivedi görevlerindendir.

Özellikle dünyada biricik örnek olan, her farklı siyasal, toplumsal öznenin öz faaliyetlerini yürütürken aynı zamanda ortak mücadele zemininde var olması, sistemin politik ve toplumsal zemindeki kök kurutucusu işlevi görmeye de adaydı. Bütün eksikliklerine rağmen, HDK-HDP’nin bu konfederal niteliği halen de buna aday tek güç konumunda.

Şimdi günün konusu, “çokluk içinde birlik” fikriyatını ve mücadele formunu, çökertme planını boşa düşürecek ve toplumsal kurtuluşun öncülüğünü yapacak bir yeniden kuruluş esprisiyle güncellemektir. Bunun öncelikli hedefi de –koşullar ve handikaplar ne olursa olsun– çoklu öznelerin birleşik mücadele fikrinde ve zemininde ısrar eden üçüncü yol mücadelesini, daha güçlü bir toplumsal harekete, güce dönüştürecek kanalları açmaktır.

Parçalı, birbirini görmeyen politika tarzının bir özeleştirisi ve ezilenlere yeni bir mücadele kültürü önermesi olan Kongre-Parti fikriyatı güncellenmeyi bekliyor; geçen zaman dilimindeki deneyimlerimizin ışığında hayat bunu dayatıyor. Bunun yolu siyasal ortaklık, örgütsel ittifaklarla sınırlı halimizi aşacak olan emek, ekoloji, halklar, inançlar ve kadın mücadelesindeki çalışma alanlarımızı daha çok ortaklaştırmaktan geçiyor. Bu yönüyle HDK, çıkışı itibarıyla sinerji, heyecan yaratmış ve HDP’nin bugünlere gelmesine beşiklik etmiş, ancak sonraki süreçlerde zihni ve pratik ezberlere yenilmiş, kolaycılığın zor olanı teslim aldığı bir siyasal iklime mahkûm edilmiştir.

Cengiz Çiçek, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Ağaç ve Peyzaj AŞ (Ağaç AŞ) işçileriyle. Ağaç AŞ’de çalışan Birleşik Tarım-Orman Sendikası üyeleri ücretlerinin iyileştirilmesi talebiyle 14 Ağustos’ta eyleme başlamıştı. İşçilerin başlattığı eylem sekizinci günde kazanımla sonuçlandı.

Bir diğer başlığa, “ideoloji”ye gelirsek…

AKP iktidarının kendi adına başardığı şeyler var. Örneğin, kendi ideolojisini toplumsal alana ve hatta rakip partilerin örgütsel yapılarının içine sızdırarak bir ideolojik hegemonya kurabildi. Bizim ideolojik hegemonyamızda ise bir gerileme, ideolojik kodlarımızda savrulma ve belirsizlik oluştu bu süre zarfında. Bunun ispatı olarak seçimlerden hemen sonra HDK-HDP’nin içine çekildiği tartışmaları gösterebiliriz. Elbette bizim de ciddi yetmezliklerimizin etkisi var bunda. Ama seçim sonrası koparılan kıyameti salt iktidarın-devletin özel savaş argümanlarıyla açıklayamayız. İdeolojik konum almamızdaki zafiyetlerin sonuçlarını yaşıyoruz.

Başarısızlığın faturası sosyalist anlayışa, ideolojiye, örgütlere kesiliyorsa, burada ciddi bir ideolojik tehlike var demektir. Bir parti düşünün, bugüne kadar tüm kazanımlarını bu ideoloji üzerinden başarmış, sol-sosyalist bir ısrar üzerinden toplumu örgütlemiş, iki egemenlikçi blok karşısında üçüncü yolun hatlarını buradan belirginleştirmiş, ama günün sonunda başarısızlık “solla çok iç içeyiz, çok hemhaliz” gibi bir söylemle sosyalist ideolojiye kesiliyor. Hayır! Sosyalist hareketlerin pratiğini, toplumsal görevlerindeki yetmezliklerini, politika yapma biçimini eleştirebiliriz. Ancak, pratikteki eksikliklerimizin faturası bizim can suyumuz olan, bize karakter veren sosyalist ideolojiye kesilemez, bu asla olamaz, olmamalı. Bu karakter korunmaz ise geriye kalan başka bir şey olur. O da biz olmayız.

“İşçi sınıfı Kürtleşmiştir” tespitini yıllardır yapıyoruz. Ancak, sınıf mücadelesiyle Kürt özgürlük mücadelesini iç içe nasıl yürüteceğimiz hakkında somut bir yol haritamız, mücadele programımız ve hareket tarzımız yok.

LGBTİ+ tartışmalarını da “ideoloji” başlığı altında değerlendiriyor musunuz?

Elbette. Yeniden Refah, Saadet, AKP, Hüda-Par’ın kurduğu ayrımcı bir dille, nefret suçu diliyle karşı karşıyayız. Bütün başarısızlığı LGBTİ+’lara yakın olmakla değerlendiren yaklaşımlar var. Ama cılız, ama güçlü. Bunun emaresinin görünmesi bile ideolojik olarak ne kadar tehlikeli bir alana sıkıştırıldığımızı gösteriyor. Oysa yakın tarihimize bakalım: Parti olarak en yüksek oy aldığımız 7 Haziran seçimlerinde hem LGBTİ+ adaylarımız hem de bugüne nazaran çok sayıda LGBTİ+ yöneticimiz ve aktivistimiz vardı. Demek ki sorun burada değil, iktidar blokunun manipülasyonlarının, kara propagandalarının da etkisiyle ürkekleşen hallerimizde ve ideolojik gerilememizde.

Son seçimlere neredeyse LGBTİ+ bireyler olmadan girdik ve ortada bir başarısızlık var. Bu durumda başarısızlığı LGBTİ+’ların varlığına mâledebilir miyiz? Belli ki iktidarın kara propagandasına, ideolojik argümanlarına teslim olmak, iktidarın ideolojik hegemonyası karşısında kendi ideolojik hegemonyasını koruyamamak sorunu var ortada. Hemen hemen her başlıkta bu böyle. Devletçi politikanın erkeklik, Sünnilik, Türklük kafesine hapsetmek istediği, ancak bugüne kadarki başarılarını dayatılan bu kimliklere teslim olmamasına borçlu olan bir yapı olduğumuzu unutmayalım.

Seçimden sonra Gazete Duvar’a verdiğiniz söyleşide, Abdullah Öcalan’ın 2019’daki mektubuna dikkat çekerek, onun “payanda olmayın” uyarısını hatırlatıyor, “aradan geçen dört sene Öcalan’ın mektubunu doğruladı” diyorsunuz. Sizce bir şeylere “payanda” olundu mu?

Sadece sonuçlar üzerinden yapılan her tartışma hep yanlış yere götürür. Biz sonuçlar üzerinden değil, o sonuca varmadan yapıp ettiklerimize odaklanmalıyız. Bu konuda somut bir örnek vereyim. Son yerel seçimlerde HDP İstanbul il eş başkanıydım. Sayın Öcalan’ın mektubu kamuoyuyla paylaşıldığında ilk mikrofon uzatılanlardan biriydim. O zaman söylediğim şeyi bugün tekrarlıyorum aslında. Mealen neydi bu: Hem Öcalan’ın kendisi hem Kürt meselesi hem de Kürt hareketi, Türkiye’de seçimler aralığına sıkıştırılacak olgular değil.

Kürt meselesinin demokratik çözümüne dair yürütülen mücadele kendi hakikat bağlamından koparıldığı, Türkiye’nin tarihsel demokrasi, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin çok temel bir belirleyeni olma gerçeğinden kopuk ele alındığı sürece çözümsüzlüğe hizmet edilecektir. Kürtlerin itirazı da bunaydı: Siz AKP’yi devirme mücadelesinde tam da AKP’nin sizi çekmek istediği tuzağa çekiliyor, Öcalan’ı bu hedefin önünde engel gösteren manipülatif dile başvuruyorsunuz. Bunu yaptığınızda, Türkiye’nin en politik kitlesi Kürtleri ve bu politik bilincin hangi tarihsel mücadele sürecinde, hangi aktörler ve yapıların öncülüğünde inşa edildiğini de inkâr etmiş oluyorsunuz. Zaten bunları yok saydığınız için Kürt sorunu halen çözülmeyi bekliyor ve sırf seçimleri kazanacaksınız diye AKP’nin Kürt sorunundaki inkârcı tavrının aynısını sürdürüyorsunuz.

Doğal olarak bu ikili saldırı, Kürt siyasetine “senin sistem dışı karakterini kabul etmiyorum, tanımıyorum; o yönünle sonuna kadar savaşırım, sistem içi özelliklerinle barışmaya hazırım” dayatmasından başka bir şey değil.

Kürt halkı koca bir direniş tarihini, ödediği bedelleri nasıl unutabilir? Bu Kürt halkına onursuzluğu ve Zapata’nın dediği gibi, “mezarda barışı” dayatmaktan öteye bir anlam taşımıyor. Şimdi bize dayatılan da bu. Hem AKP hem CHP, Sayın Öcalan’ın son İstanbul seçimi öncesi kaleme aldığı mektubu, kendi siyasal ihtiraslarının, arzularının, hedeflerinin aracısı kılmaya çalıştı. Biz o dönem de mektubun içeriğinin tarihsel uyarı ve önermelerle dolu olduğu, bu içeriği seçim takvimine sıkıştıran her anlayış ve çevrenin, başta Kürt sorunu olmak üzere, en temel sorunların çözümsüzlüğüne hizmet edeceği uyarısında bulunmuştuk.

Daha da geriye gidelim. Sayın Öcalan’ın avukatları olarak gözaltına alındığımız 2011 yılında, bizleri gözaltına alan Fethullahçı polisler İstanbul TEM şubede, Oslo görüşmelerinin “vatana ihanet görüşmeleri” olduğunu, bunu ikrar etmemizi istediklerinde “Kürt sorununun demokratik çözümünü hedefleyen her girişim bizim için vatana hizmet görüşmeleridir” deyip tepki göstermiştik. Sonraki süreç biliniyor.

“Bugünkü tablonun en temel nedeni nedir?” diye soracak olursak, cevap listesinin en başına kongre ya da HDK fikriyatındaki sapma ve daralmayı yerleştirebiliriz.

Konu açılmışken, o mektupta bahsi geçen üçüncü yol meselesine değinmek isterim. Üçüncü yol, Türkiye’nin demokratikleşme problemlerine Demokratik Cumhuriyet hedefiyle yanıt arayan tarihsel bir mücadelenin kavramsallaştırılmasıdır. Üçüncü yol, CHP ve AKP’nin öncülüğünü yaptığı egemen iki kutba her koşulda eşit mesafede duran, donmuş pratik bir hali içermiyor. İki egemen bloka karşı şüphesiz ideolojik olarak netiz. Ama bu ideolojik netlik herhangi bir “taktiksel” karar almayacağımız anlamına gelmiyor.

Örneğin, AKP-MHP iktidarının devrilmek zorunda olan bir iktidar olduğunu sadece biz mi söyledik seçim sürecinde? Toplumun hilafına bir karar mı aldık? Elbette hayır! Bize beş milyon civarında oy geldi, ama yüzde 48 oranında bir seçmen kitlesi, toplamda en az 25 milyon insan bu yapının yıkılması yönünde tavır koydu. Bir de seçimlerin yalan, kara propaganda, manipülasyon ve gasp üzerinden kazanıldığını düşündüğümüzde, toplumun çoğunluğunun mevcut rejimden rahatsızlık duyduğunu görebiliriz. İktidar bloku açısından kazanılmış bir seçimden değil, el konmuş bir seçimden bahsedebiliriz. Toplumun yarısı tüm handikaplara, olanaksızlıklara, kuşatmalara rağmen bu yapıdan kurtulmak istedi.

O nedenle sorun, AKP-MHP iktidarını devirme hedefiyle ilgili değildir. Sorun, bu kararı stratejik hedeflerimizle ne düzeyde uyumlu kılabildiğimiz, sözünü nasıl kurduğumuz, pratik ayağını nasıl örgütlediğimiz, ideolojik netliğimizi her iki egemen blok karşısında ne düzeyde belirgin kılabildiğimizle ilgilidir.

O gün de söylemiştim, bugün de söylüyorum, “payanda olmayın” uyarısı, “taktik geliştirmeyin, pratik politikanın gerektirdiği esneklikleri göstermeyin” demek değildi. Karar ne olursa olsun, ideolojik, toplumsal, örgütsel ve politik kazanımları, büyümeyi önceleyen, onun güçlü kılınmasıyla ilgili bir uyarıydı. Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, “ilkede katılık, pratikte esneklik” Öcalan’ın en temel politik prensiplerinden biridir. Ancak, pratik esnekliği sergilerken politik ve toplumsal oyun kuruculuğu elden bırakmayan, örgütsel olarak da öz gücünü esas alan, onu güçlendiren bir tarzdan asla taviz vermeyen de kendisidir.

HDP-YSP’nin Diyarbakır Çüngüş’te gerçekleştirdiği bir halk toplantısı

“Toplumsallık” başlığına gelirsek…

Örgütlü mücadelemizle ortaya çıkan bir toplumsal kazanım var. Beş milyon oyu bugün kazanım olarak görebilirsiniz, ama ulaşmamız gereken milyonlar var. Bir toplumsal hedef, kitlesel hedef koymak zorundayız. Hedef kitlemiz nedir? Örneğin, tekçi cumhuriyetin Kürt halkıyla birlikte en fazla yok saydığı, inkâr ettiği ve hâlâ en temel haklarını vermediği topluluklardan biri Alevi toplumu. Alevi toplumuna nasıl ulaşacağız? Sadece belli Alevi örgütleri üzerinden mi? Alevilerin eşit yurttaşlık mücadelesi sadece Alevi kurumlarına sıkıştırılabilir mi?

O örgütlerin ve kurumların Alevi toplumundaki devlete ve tekçi anlayışa dönük öfkeyi ne kadar açığa çıkardığını, eşit yurttaşlık mücadelesini ne düzeyde ve ne güçte temsil ettiğini, o mücadelenin ne kadar önünü açtığını ya da kapadığını tartışmak zorundayız. Ya da ilgili Alevi kurumu yöneticilerinin siyasal yönelimlerine terkedilebilir mi Alevi toplumu? Daha somut ifadeyle, CHP’nin Alevilerin toplumsal mücadele öznesi olmalarının önüne çektiği tarihsel sete karşı bir toplumsal örgütlenme programımız var mı? Alevilerin eşit yurttaşlık talebi politikanın alanına giriyorsa, politik bir bakış açısıyla ele alınması gerekmiyor mu?

Günün konusu, “çokluk içinde birlik” fikriyatını ve mücadele formunu güncellemektir. Bunun öncelikli hedefi de çoklu öznelerin birleşik mücadele fikrinde ve zemininde ısrar eden üçüncü yol mücadelesini, daha güçlü bir toplumsal harekete, güce dönüştürecek kanalları açmaktır.

Dolayısıyla, sadece ilgili toplumsal kimliğin bir üyesi olmak yetmiyor toplumsal politika için. Bunun örgütçü ve politik aklını da gerekli bir nitelik olarak her toplumsal mücadele alanında yaratmak zorundayız.  Bunu yaratabildiğimiz oranda sadece kimliklerle yetinen temsili siyaset anlayışının dışına çıkabilir, konjonktürel büyümeleri politik dönüştürücü bir tarzla kalıcı hale getirebiliriz.

Kalıcılık demişken, Kadıköy’de bir partili arkadaşımla diyaloğumu aktarmak isterim. Şunları ifade etti: “Çözüm sürecinde Bakûr belgeselini Kadıköy’de gösterdik. Salon 500 kişilikse en az bir o kadar kişi dışarıda bekledi. İlgi, tahminlerimizin üzerine çıkınca iki seans yapmak zorunda kaldık.” Devamla: “Belgeseli izlerken seçmenimiz olmayan, bizden ayrı dünyalara sahip insanların ağladığını gördük. Ama şimdi aynı kişiler bugün Kadıköy sokaklarında bizi gördüğünde bize ‘terörist’ diyor.”

Bu faslı, kestirmeden basitçe çözüm sürecinin, barış ikliminin avantajları diyerek kapatabiliriz. Ama bu kadar basit ele alınmamalı. Demek ki, bir dönem o insanlarla çok yakın temaslar kurmuşsunuz. Duygu dünyanız yakınlaşabilmiş. Peki, o günden bugüne o insanlar tersi pozisyona nasıl düştü, nerelerde hatalar yaptık ya da boşluklar bıraktık? Bunu sadece şöyle açıklayabilir miyiz: “AKP’nin dayattığı savaş politikaları, baskı ortamı buna engel.” Bunun etkisi var, tamam. Ancak, dün size gönlünü açan insanlar bugün size karşıt konuma gelmişse, burada politikanın toplumsal ödevlerine odaklanmak, sonuçlar çıkarmak icap eder.

Seçimlere dönersek, Kürt şehirlerinde Kılıçdaroğlu’na çok yüksek oyların çıktığı 14-28 Mayıs sonrasında da “Ege’nin incisi Diyarbakır” esprileri yapıldı. Ne dersiniz?

Evet, batıda böyle bir toplumsal sempati önceki seçim süreçlerinde olduğu gibi yine oluştu. Ama Kürt halkının sempatiden öte şeylere ihtiyacı var artık. Hem bir halk olmaktan kaynaklı yürüttükleri özgürlük mücadelesinde çok ciddi bedel ödediler hem de Türkiye’nin demokratikleşmesi için fazlasıyla emek sarfettiler. Şimdi Türkiye’nin en batısındaki insanlar, “Kürtler Türkiye’nin ortak çıkarlarını gözeten ferasete ve politik bilince sahip” diyor.

Bu kanaatte olan toplumsal kesimlerin ve politik çevrelerin Kürt halkının bu ahlâki ve politik duruşuna el uzatmasının vaktidir. Bu konuda yaşanacak her yetmez duruş, sadece Kürtlerin özgürlük mücadelesini değil, Türkiye halklarının demokrasi mücadelesini de zayıflatacaktır.

O nedenle, seçim sonuçları itibarıyla ortaya çıkan başarısızlık ortamında bile oluşan bu sempatiyi politik söyleme, argümana ve halkların birleşik mücadele hamlesine, partimiz ve milyonlarca partilimiz şahsında ortaya çıkan sempatiyi de toplumsal olarak örgütleyecek bir politik kuruculuğa dönüştürmeliyiz. Üçüncü yol bu zaten.

Emeğinizle, binbir çabanızla bir sonuç ortaya çıkarıyorsunuz, ama o sonucun ekmeğini ideolojik olarak CHP yiyor, siyasal zor gücü olarak da AKP saldırıyor. AKP saldırıp bizi güçten düşürmeye çalışıyor, CHP de partimizin altını, toplumsal tabanını oyarak örgütsel rant devşirmeye koyuluyor. Yani ideolojik ve fiziki bir kıskaç var. Bir siyasi mühendislik yapılıyor. Oyun bozucu ve oyun kurucu niteliğimize müdahale ediliyor. “Siz belirleyici olamazsınız” deniyor.

HDP-YSP’nin halk toplantısı

HDP onursal başkanı Ertuğrul Kürkçü Halkların Demokratik Geleceği başlıklı yazı dizisinde, “Kıymetini bilirsek, bu süreçten güçlenerek çıkmamız pekâlâ mümkün. Gramsci’nin dediği gibi, ‘Hakikati söylemek, hakikate birlikte ulaşmak komünist ve devrimci bir eylem’ ise tartışmayı yalnızca örgütsel, yapısal hakikatimizle sınırlayamayız, dönüp siyasal hakikatimizi de birlikte gözden geçirmeye zorunluyuz” diyor. Son başlığa, “politik bağlam”a Ertuğrul Kürkçü’nün bu tespiti üzerinden gelirsek, ne dersiniz?

Üçüncü yol mücadelesini kendi siyasal ve toplumsal hatları üzerine oturtmak zorundayız. Biz üçüncü yolu taktik başlıklarla sınırlı tartışıyoruz, dönemsel olarak aldığımız konjonktürel kararlarla sınırlandırıyoruz. Bu hataya çok sık düştüğümüz bir gerçek. Mesele sadece kararlarımızda, tercihlerimizde değil. Siz bir partisiniz, her koşulda her dönemin özgün okumalarını yapıp belli kararlar verebilirsiniz. Ama üçüncü yolun ideolojik, politik söylemini nerede, hangi zeminlerde tahkim edeceksiniz?

Gramsci’den devamla, toplumsal hayatın içinde adalet, eşitlik, özgürlük değerlerini nasıl yayacaksınız? Kendi partinizin çıkarlarını da kollayan, ama hareketin-partinin çıkarlarıyla toplumun çıkarlarını daha fazla birbirine yakınlaştıran, ortaklaştıran hegemonyayı nasıl kuracaksınız? Bizim hegemonyadan anladığımız parti çıkarı değil tek başına, toplum çıkarını parti çıkarıyla eşitlemek. O nedenle “nasıl yapmalı?” sorusu güncelliğini koruyor.

Seçim sonuçları itibarıyla, 25 milyonun talebi var. Aldığımız beş milyon oy üzerinden mi sınırlandıracağız tartışmalarımızı? Bize oy vermeyen 20 milyon da değişimden yana. 20 milyonun çıkarlarıyla partimizin çıkarlarını daha fazla ortaklaştırmanın, eşitlemenin yolunu arama ödevini de yüklemektedir seçim sonuçları. Yani toplumun çıkarlarını öncelemek, toplumun kendisiyle ortak paydaları büyütmek ve toplumsal hegemonyayı bu yolla inşa etmek olmalı işimiz. Bu bakış açısıyla hareket etmediğimiz sürece, parti sadece kendisi için var olur –ki bu da yabancılaşmanın, çürümenin alâmet-i farikası olur.

Başarısızlığın faturası sosyalist anlayışa, ideolojiye, örgütlere kesiliyorsa, burada ciddi bir tehlike var demektir. Pratikteki eksikliklerimizin faturası can suyumuza, bize karakter veren sosyalist ideolojiye kesilemez, bu asla olamaz. Bu karakter korunmaz ise geriye kalan başka bir şey olur. O da biz olmayız.

Örneğin, Ağaç A.Ş. işçileri günlerce İBB’nin önünde belediyenin kendilerine dayattığı sefalet ücretine karşı greve gitti. Şimdi, İstanbul’da AKP’ye belediyeyi kaybettirmiş bir parti olarak, CHP’li belediyenin emek sömürüsünü görmezden mi geleceğiz? Elbette ki hayır. İBB’nin önünde eyleme geçenler içinde her partiye oy veren insanlar vardı. Biz o insanlarla hangi partili oldukları üzerinden değil, emek sömürüsüne karşıtlık değeri üzerinden buluştuk. Üçüncü yol mücadelesinin ahlâki ve politik liderliği ancak böyle mümkün. Toplumun politikleşmesi ve politikanın toplumsallaşması da ancak bu pratiklerle mümkün.

Yeni dönemdeki örgütsel çalışmalarımızı toplumsal hareketliliklerin, kaynamanın olduğu yerlerde var edemezsek siyasal hakikatimizi ıskalayan, ıskaladıkça örgütsel, yapısal sorun adı altında kendi krizini sürekli üreten bir yapı olmaktan da kurtulamayacağız. Seçim sonuçlarının örgütsel daralma ve içe büzüşme risklerini de ancak siyasal ve toplumsal olana odaklanarak, açılarak aşabiliriz.

Örneklendirecek olursam, bir ilçe ya da il örgütünün politik faaliyetleri sadece yöneticiler arası gündemler, sorunlar olabilir mi? Kendi yerelinde var olan toplumsal sorunlara (doğa talanı, kent suçları, barınma, işçi grevleri, zamlar ve yoksulluk, işsizlik, eğitim, göçmen vb.) ne kadar vakıf, ne kadar ilgili, ne kadar kafa yoruyor? Örgütünü bu toplumsal ihtiyaçlara göre kurabiliyor mu? Komisyonlarını yerel sorun başlıkları üzerinden özneleştirebiliyor mu? Bunlara vereceğimiz cevaplara göre gerçek örgütsel, yapısal kriz tespiti yapabiliriz. Örgüt hayatın dışında kurulabilecek bir şey değildir, tersine hayatın içinde ve onun ihtiyaçları üzerinden kurulduğunda örgüttür.

Sıkça söyleriz, “ev çalışmaları yapalım” diye. Ama o “kapısını çalmamız gerekiyor” dediğimiz işçi sizin hemen burnunuzun dibinde ekmeği için direnişte, eylemde, grevde. Gündeminizde yok, haberiniz yok. Siz onunla kendi eyleminde buluştuğunuzda, onun eylemini ziyaret ettiğinizde evini de ziyaret etmiş oluyorsunuz. Hatta kapısını çaldığınızda siyasal kamplaşmanın etkisiyle size kapısını açma ihtimali olmayan bir işçi, köylü, kadın, genç eylemde size gönlünü açıyor. Size oy veren Şırnaklı amcaya da, Siirtli gence de işçi grevinde yumrukları sıkılı bir şekilde rastlıyorsunuz ve asıl o ortamda size oy verenlerle gerçekten tanışıyorsunuz.

İhtiyacımız olan da bu sahici ortamlardır. Aslında böylece hem halk çalışması yapmış oluyorsunuz hem de iktidarın kutuplaştırıcı siyasetini orada boşa çıkarıyorsunuz. Özetle, yapısal ve örgütsel krizlerimizi de ancak siyasal ve toplumsal olana açılarak aşabiliriz.

En yüksek oy aldığımız 7 Haziran seçimlerde hem LGBTİ+ adaylarımız hem de çok sayıda LGBTİ+ yöneticimiz ve aktivistimiz vardı. Demek ki sorun burada değil, iktidar blokunun manipülasyonlarının, kara propagandalarının da etkisiyle ürkekleşen hallerimizde ve ideolojik gerilememizde.

Bu bahsettiğiniz, mevcut olandan farklı bir yönetici ve kadro tarifi olmuyor mu?

Şüphesiz. Toplumsal hareketlerin, partilerin yöneticileri 7/24 aktif politikanın içinde olmak, bir başka deyişle, profesyonel olmak zorunda mı? Fabrikada ya da tarlada çalışan bir emekçiden, bir işsizden, öğrenciden yönetici olamaz mı? Yani hayatın, gündelik çelişkilerin tam ortasında olan, ama aynı zamanda politika da yapan birisi yönetici olamaz mı? Olmamalı mı? Geçmiş yıllara nazaran neden bu profilde gerilemeler oldu?

Bu sorulara sağlıklı ve gerçekçi cevaplar üretmemiz gerekiyor. Örneğin, örgütlerin belirli yaşın üstünde insanlardan müteşekkil hale geldiğini herkes söylüyor. Peki, gençlerin politikaya, örgüte katılımının önünü gençliğe övgüyle sağlayamayacağımıza göre, nasıl yapmalıyız? Aslında çözüm basit: Mücadele alanının kendi öznelerinin içinde olduğu bir örgütsel ısrar. Bu konuda ÖHD (Özgürlük için Hukukçular Derneği) örnek gösterilebilir. Muhalif kurumlar içinde en genç örgüt ÖHD. Nedeni de hukukçulardan oluşan bir hukuk-politik örgüt olması. Dışındakilerin değil, “içindekilerin örgütü” kurulduktan sonra birçok sorun, sorun olmaktan çıkıyor.

Mücadelenin içindekilerden, öznelerinden kurulamayan örgütler, dayandığı sınıfa dair politika üretmekte de zorlanıyor haliyle. Örneğin, toplantılarını sıklıkla mesai saatleri içinde alan bir örgütte işçiler yönetici olabilir mi, o örgüt emek örgütü olabilir mi? Tabii ki hayır. Çalışanı gözeten asgari bir örgütsel işleyiş olmadığında işçiye dolaylı olarak şu söylenmiş oluyor: “Senin politika yapma hakkın yok, elendin.”

Sistem de işçiyi yoğun mesaiye boğarak, politikayı hali vakti yerinde olanlar, üst sınıflar üzerinden inşa etmiyor mu? Bu tarz örgütsel kurgu, içine kattığı “profesyonelleri” de memur politikacı haline getirebiliyor kolaylıkla. Böylece iki tablo orta çıkıyor: Çalışma hayatının dışına çıkan politikacı ve politik hayatın içine giremeyen çalışanlar. Son dönemlerde sıkça tespiti yapılan “binalara sıkışmış, orta sınıf anlayışına teslim olmuş örgüt” gerçeği de doğal olarak bu süreçlerin içinde kendiliğinden ortaya çıkıyor. Politika yapmak bir haksa, bu hakkı kuracağımız düzenekle kullanıma açık tutmalıyız.

Cengiz Çiçek Ağaç AŞ işçileriyle

Söz konusu orta sınıfı nasıl tarif edersiniz? Sonuçta HDP’yle bağları olan, ona oy veren bir kesimden bahsediyoruz. Nasıl, hangi koşullarda genişledi bu sınıf, bugüne nasıl geldi?

Kürt siyasal mücadelesi uzun yıllar, özellikle varlık mücadelesini yoğun verdiği dönemlerde, Kürt köylülerine, yoksullarına, emekçilerine yaslandı. Bu durum yeterince sınıfsal bir karakteri barındırıyordu zaten. Metropollerde de savaş göçüyle gelen Kürt yoksullarına dayanıyordu. Bu karakteri mücadelesini daha devrimci, sahici ve tutarlı bir zeminde inşa etmesini de sağladı. Örgütsel formu da, mücadele tarzı da bu sınıfların katılımına oldukça müsaitti.

Kürt halkının uzun süre iç göç durumunda kalması ve sonraki kuşaklarının sisteme entegre olma düzeyinin artması, hareketin dayandığı zemini de tekrardan çözümlemeye tabi tutmasını zorunlu kılıyor. Özellikle, metropollerdeki Kürtlere yakın mercek tutulmalı. Örneğin, İstanbul’da yaşayan beş Kürtten birinin oyunu alması, bahsettiğimiz bağlamlarda mutlaka değerlendirilmeli. Bu tartışma bir yönüyle toplumsal değişim süreçlerini gözeten toplumsal politikayla ilgilidir. Onun kent politikasını, toplumsal-politik hegemonyasını nasıl kuracağıyla da ilgilidir.

Ağaç A.Ş. işçileri İBB’nin dayattığı sefalet ücretine karşı greve gitti. CHP’li belediyenin emek sömürüsünü görmezden mi geleceğiz? İBB’nin önünde eyleme geçenler içinde her partiye oy verenler vardı. Biz onlarla emek sömürüsüne karşıtlık üzerinden buluştuk. Üçüncü yol mücadelesinin ahlâki ve politik liderliği ancak böyle mümkün.

Bu sınıfsal gerçekliği yereldeki kayyum gerçekliğiyle beraber düşünebilir miyiz? Kayyumlara alışma halinin, bir tür suskunluğun ya da tabiri caizse, umursamazlığın bahsettiğiniz sınıfsallıkla bağı var mı?

Kürt halkı ve Kürdistan bağlamında şu tespiti yapmamız gerekiyor: Hangi sınıfsal kategoriden olursa olsun, Kürt halkının Türkiye’deki devlet aklıyla, tekçi sistemle ilişkisi büyük oranda netleşmiştir. Bunu HDP’ye oy vermeyen Kürtlerin bir kısmı için bile söyleyebilirim. Kürt özgürlük mücadelesi öncülüğünde tekçi sisteme karşı ortaya çıkan Kürt siyasalı, hangi sınıftan olursa olsun Kürt yurttaşlarda devletle ve devletçi zihniyetle arasına ciddi bir siyasal mesafe sağlamıştır. İnşa edilen siyasal tavır, sosyal mücadelelere, pratik olarak sosyal mücadelelere tercüme edilmeyi bekliyor.

Öcalan, ulus devletçi anlayış karşısında inşa edilen bu siyasal bilinci, netliği demokratik ulus paradigmasıyla hayatın içinde akışkan ve örgütlü olan sosyal mücadelelere dönüştürmek istedi. Çünkü Öcalan’a göre, Kürt sorunu da bu sosyal mücadelelerin içinde kendi toplumsal muhataplığını bulacak ve devletin Kürt tekeli de buradan kırılacaktı.

Aradan geçen zaman diliminde bu konuda maalesef istenen düzeyde yol alamadığımızı belirtmek isterim. Bu yönüyle sosyal mücadelelerle iç içeliği esas alan ve Kürt meselesinin çözüm hattını buradan öneren demokratik ulus paradigmasıyla, çözümü toplumsal mücadele dinamiklerinden bağımsız ele alan, içe kapanmacı, iktidarcı ulus devletçi anlayış arasında tarihsel bir karşı karşıya gelişe de tanıklık ediyoruz.

Bu karşı karşıya geliş doğal olarak ideolojiktir. O nedenle Kürt halkı ulusal talepler bağlamında devlet karşısında siyasal olarak nettir, ancak ideolojik olarak aynı netlik yoktur. Bu da Kürdistan sosyalist hareketinin temel problematiğidir.

Sıkça söyleriz, “ev çalışmaları yapalım”. Ama o “kapısını çalmamız gerekiyor” dediğimiz işçi burnunuzun dibinde, ekmeği için direnişte, eylemde, grevde. Onun eylemini ziyaret ettiğinizde evini de ziyaret etmiş oluyorsunuz. Size kapısını açma ihtimali olmayan bir işçi, köylü, kadın, genç eylemde size gönlünü açıyor.

Kayyum başlığındaki sorunuzu da bu aralıktan değerlendirmek aydınlatıcı olabilir. Kayyum politikalarına rıza göstermeyen, seçimlerde de bunu çok net bir şekilde gösteren siyasal tavır, aynı ifade netliğini gündelik mücadelede açığa çıkaramıyor. Bunun elbette baskı ortamından, devletin yönelimlerinden kaynaklı nedenleri var, ancak tek başına bununla izah edilemez.

Tam da bu noktada Marx’ın sözünü hatırlatmak isterim: “Olguların görünüşleriyle özleri aynı olsaydı bilime gerek olmazdı.” Politika bilimi de görünen ile gerçek arasındaki farka yoğunlaşmalı. Bu farkı Kürtler ve Kürdistan bağlamında da ele almaya cesaret edebilmeliyiz. Kobanê örneği çok çarpıcıdır. Kürt burjuvazisi de Kobanê’nin imdadına kendince yetişti. Oradaki direnişe çadır gönderdi, erzak gönderdi. Kürt yoksulu ise bedenini gönderdi. Ulusal bir tutum işin görünen kısmı. Ama ulusal tutumun içine, özüne doğru yolculuk yaptığımızda aynı homojenliği görmüyoruz. Ama buradan aynı homojenliği savunduğumuz ya da dayattığımız da anlaşılmasın.

Her halk gibi, Kürt halkında da sınıflar, katmanlar söz konusu. Neticede, bir taraftan yoksul Kürt kitleleri hâlâ yaşamın merkezine, odağına Kürt siyasal hareketini yerleştirirken, diğer taraftan daha üst sınıfsal katmandaki Kürtler aynı düzeyde ele almıyor Kürt hareketini. Çünkü kendisini var ettiği başka alanlar, başka kimlikler var.

Sınıfsal farklılaşma süreciyle birlikte, sisteme siyasal mesafesini koruyup da sisteme karşı yürütülen yakıcı mücadele bağlamında daha yumuşak dokulara sahip bir Kürt kitlesi de var karşımızda. Dolayısıyla, Kürt halk sınıflarının ulusal bilinç inşasında yakın görünen mesafe, pratik mücadele cüretkârlığı bağlamında açılabiliyor.

Görünüm ve öz arasındaki bu açı farkını tahlil etmiş olmasından gerek, Öcalan Demokratik Toplum Kongresi (DTK) fikrini ortaya attığında, “Toplumun bütün katmanlarını bir araya getirin, kendinizi yönetin. Kendini yönetmenin sanatını, siyasetini ve ekonomik özerkliğini inşa ederek devlete en az ihtiyaç duyduğunuz toplumu oluşturun” diyordu.

Öcalan DTK formülasyonunda ideolojik ve siyasal öncülüğü Kürt hareketine verirken, mücadeleyi yoksullarla sınırlamıyordu. Devlet inşa edilmek istenen bu Kürt toplumsallığından korktu. Çünkü DTK, Kürdistan coğrafyasında devletli ilişkileri tecrit edecekti. Bu yüzden DTK’ye siyasal soykırım operasyonlarıyla yöneldiler. Yönelmekle de kalmadılar, tekrarı bir sürecin önüne geçmek için devlet Kürdistan’da bu yeni tehdit ve tehlikeye karşı kendi kültürünü inşa etmeye girişti. Bu inşa Kürt siyasetini Kürdistan’da tecrit altına almak demek aynı zamanda. Bir yandan dinci siyasetle Kürdistan’ı tahkim etmeye çalışırken, diğer yandan sistemin popüler kültürünü Kürdistan’a pompalıyor. Bu bağlamda Kürdistan devrimine ve onun şahsında Kürt halkına dayatılan “tersine dönüşüm politikasının” tek aparatı Hüda-Par değil. Çoklu bir saldırı var.

Yeşil Sol Parti Diyarbakır mitingi. Fotoğraf: Mezopotamya Ajansı

Nedir bu saldırılar?

Devlet, şehirlerin mimarisinden sermayenin nüfuz etme biçimine kadar, üretim ilişkilerinin dönüştürülmesi yoluyla yeni sınıfsal ve kültürel formlar yaratıyor. Benzer şekilde, popüler kültürü değişik konserler adı altında Kürdistan’a ihraç ederek yeni rıza üretim biçimleri yaratıyor.

Sadece devletin Kürdistan’da Hüda-Par üzerinden geliştirmek istediği iktidar dinciliği politikasını değil, popüler kültürü yaygınlaştırmasını, kent dokusunu bozan ve dolayısıyla toplumsal ilişkileri değişime uğratan yeni kentleşme biçimini, aynı zamanda kendi sermayesini yaratma hamlesini ve kapitalist üretim ilişkilerinin yeni biçimini de masaya yatırmak zorundayız. Buradaki en temel hedef Kürdistan’da Kürt siyasal hareketinin inşa ettiği demokratik modernite değerlerinin yerine kapitalist sömürü ilişkilerini ve onun modernitesini ikame etmektir.

Yerel seçimlere bu yeni sınıfsal, sosyolojik tabloyla gidilecek. HDP eş genel başkanı Pervin Buldan HDP-YSP’nin her ilde belediye başkanı adayı çıkaracağını söylemişti. Öyle mi olacak? Yerel seçimlere HDP-YSP nasıl hazırlanıyor?

Genel seçimlerden sonra halk toplantılarına odaklandık. Halk toplantılarından sonra, belirli başlıklardan oluşan atölyeler ve çalıştaylar yaptık. Şimdi konferans ve kongre sürecine odaklandık. Eş zamanlı olarak yerel seçimler için de yol haritamızı belirleyecek tartışmaları yürütüyoruz. Bütün toplantılarda doğal olarak yerel seçimler de gündeme geliyor ve bu konudaki görüş ve önerileri titizlikle not ediyoruz, üzerine kafa yoruyoruz. Henüz yerel seçimler bağlamında ilgili organlarımızda alınmış somut bir karar yok. O yüzden “yerel seçimlerde şöyle yapacağız” diyemem bu aşamada. Ancak, halkın yerel seçimlere yönelik yoğun önerileri var.

Halkın sevdiği saydığı, halk mücadelesinin içinde kendisini ispatlamış, değerlere bağlılığına şüphe duyulmayan kişilerin aday gösterilmesi konusunda ciddi bir eğilim var. Yerel seçimlerde aday gösterilecek olanların halkımızın da katılabileceği demokratik bir ön seçim yöntemiyle belirlenmesi önerileri yoğun. Buradan hareketle yerel seçimlerde gerçek bir halk demokrasisini hayata geçirmek istediğimizi şimdiden rahatlıkla söyleyebilirim.

Marx’ın sözünü hatırlatmak isterim: “Olguların görünüşleriyle özleri aynı olsaydı, bilime gerek olmazdı.” Politika bilimi de görünen ile gerçek arasındaki farka yoğunlaşmalı. Bu farkı Kürtler ve Kürdistan bağlamında da ele almaya cesaret edebilmeliyiz.

Kürtlerin kayyumlara karşı olduğunu, ancak bu karşı duruşun sınıfsal olarak farklılaştığını söylediniz. Son iki yerel seçimde HDP’nin kazandığı belediyelere kısa süre sonra kayyumlar atandı. Önümüzdeki yerel seçimlerden sonra da belediyelere kayyum atanması kuvvetle muhtemel. Hal böyleyken Kürtler yerel seçimlere nasıl bakıyor?

Sahadaki gözlemlerime dayanarak Kürtlerin belediyelere kayyum atanacağını bilse bile devlete siyasal mesajını vereceğini net bir şekilde söyleyebilirim. Bu bizim için onur meselesi ve son derece saygıdeğer bir tutum. Bu tutumun, Türkiye’nin demokratikleşme ve özgürleşme mücadelesinde, değerinin anlaşılması gerekiyor.

Kayyumlara karşı siyasal duruşundan taviz vermeyen bu tavra lâyık olabilmek için de yerel seçim sürecinde hem üçüncü yol politikamızın daha belirgin kılınmasını hem de kayyum politikalarını boşa çıkaracak halk-örgüt kenetlenmesini somut olarak sağlamaya çalışacağız.

Halk direnişinin örgütlenmesi ve bu konuda geliştirilecek siyasal tavır, kayyum politikalarını önemli oranda boşa çıkaracaktır. Bu tavrı nasıl sonuç alıcı mücadele öznesine ve yol haritasına dönüştüreceğimiz ise başka bir soru. Bu soruya pratikte hızla cevaplar üretmek elbette kolay değil. Yıllar içinde ortaya çıkan bir dizi eksikliğin dezavantajını da yaşıyoruz.

Nasıl?

Bugünü dünden kurabilirdik, olmadı. Yarını da bugünden kurmamız gerekiyor. Kayyumlar öncesi süreçte belediyecilik faaliyetlerini, kendi paradigmamız ekseninde, öz örgütlenme anlayışıyla sokağa, mahallelere, köylere taşıyarak köy komünleri, meclisler, üretim ve tüketim kooperatifleri kurabilseydik, kayyum politikası bu düzeyde sonuç almayabilirdi. Halk, yerel yönetim faaliyetlerine katılım düzeyi arttığı oranda, devlet zoru karşısında kazanımlarını daha güçlü savunabilir. Dışsal olan her şeyin savunusu cılızdır doğal olarak. Dolayısıyla, belediyeleri kazanmak bir siyasal hareketin rüştünü ispatlaması bağlamında ne kadar önemliyse, yerel ve yerinden örgütlülüğün içinin doldurulması ve sürekli kılınması bağlamında da bir o kadar kritik.

Belediyecilik faaliyetlerini, kendi paradigmamız ekseninde, öz örgütlenme anlayışıyla sokağa, mahallelere, köylere taşıyarak köy komünleri, meclisler, üretim ve tüketim kooperatifleri kurabilseydik, kayyum politikası bu düzeyde sonuç almayabilirdi.

Peki, bugün ne yapmalı?

“Kayyum atanırsa onu nasıl boşa düşürebiliriz?” sorusunun cevabını topluma güven verecek sözlerle, aday belirleme yöntemlerini demokratik kılarak, yerellerin kendi adaylarını belirlemesini sağlayacak mekanizmalar yaratarak ve hepsinden önemlisi, yerel seçim sürecini bir halk örgütlülüğü seferberliği şeklinde yürütebilirsek, tablonun dünkü gibi olmayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Sistemin bize dayattığı iktisadi, kültürel ve politik ilişkileri gerilettiğimiz oranda sonuç alacağımızı bilerek hareket edeceğiz.

Hüda-Par’ın yerel seçimlerde önemli bir işlevi olacağı yorumları yapılıyor. Kayyum atanan belediyelerin bazılarında Hüda-Par’ın etkili olduğu da söyleniyor. Hüda-Par’ın iktidar içindeki konumunu yerel seçimler bağlamında nasıl okumak gerekiyor?

AKP ve MHP gibi toplum düşmanlığı tescillenmiş bir yapının aparatı olan Hüda-Par asla toplumcu ve halkçı olamaz. Hüda-Par Kürdistan politikaları bağlamında “ilerici” sözler söylüyor, kendisini Kürdistani göstermek istiyor. Ama dünyanın her yerinde “Kürt anasını görmesin” politikasının yürütücüsü olan AKP-MHP ile birlikte yol yürüyor. Kayyum siyasetiyle Kürt halkının iradesini gasp eden iktidarla iş tutan Hüda-Par’dan ne samimi bir İslâmi duruş ne de Kürdistani bir politika çıkar. Olsa olsa iktidarın İslâmcısı, iktidarın Kürdü çıkar. Bu da özünde Kürt halkının inançsal, kültürel ve siyasal değerlerine düşmanlıktır.

Devletin alanını daraltamadığımız sürece ortaya çıkan boşluğun Hüda-Par ve benzeri siyasetlerle doldurulmaya çalışıldığı açık bir durum. Çatlakların Hüda-Par ile doldurulabileceğini düşünmek, devlet açısından bunu başarabileceklerine dair inancın da göstergesi. Bunu umutsuzluk ve karamsarlıkla söylemiyorum, durum bu. Belediye bizde olsun olmasın, karşı hegemonya örgütleyebilirsek Hüda-Par gibi aparatların bir önemi kalmaz. Yeter ki biz bize düşeni lâyıkıyla yapalım.

Yeşil Sol Parti’nin Kadıköy’de düzenlediği kadın mitingi

“Nasıl?” sorusuna az önce bir yanıt verdiniz aslında. Ama konunun dini-İslâmi boyutunu hesaba kattığınızda “nasıl?” sorusuna yanıtınız ne olur?

Kürdistan’da Kürt halkı, demokratik İslâmi değerleri itibarıyla, iktidar İslâmcılığından bir hayli uzaklaşmıştır. İnancını yaşamaktadır, ancak bunu iktidara ve devlete olan mesafesini koruyarak gerçekleştirmektedir.

Bir halkın inanç değerleri devletin egemenlik çıkarlarına hizmet etmiyorsa, bu o devlet için oldukça tehlikelidir. Çünkü iktidara karşı, adaletsizliğe, eşitsizliğe karşı konumlanmış inançlar her zaman öz savunmanın en güçlü pratiklerini sergilemişlerdir. Bu nedenle iktidar Hüda-Par üzerinden iktidar İslâmcılığını, yani kendi ideolojisinin çıkarlarına koşturulacak dinciliği örgütlemek istiyor. Kürt halkında temsiliyetini bulan demokratik İslâm değerlerini devlet İslâm’ına dönüştürmek istiyor. Hüda-Par, Kürdistan’da yerle bir edilmiş egemenlik ilişkilerinin yeniden tesisi projesinin de bir aparatıdır. O yüzden yeni dönemde iktidar İslâm’ına karşı demokratik İslâm çalışmasını güçlü bir şekilde örgütlememiz, toplumsallaştırmamız gerekiyor. İnancın iktidar eliyle çürütülmesine, yozlaştırılmasına, sermayenin hizmetine koşturulması girişimlerine karşı toplumun inanç öz savunmasını yapacağı zeminleri inşa etmeye ihtiyacımız var.

Merdan Yanardağ olayı Kürt sorununun demokratik çözümü için Kürtler dışındaki aktörlerin, siyasal çevrelerin oynayacağı rolün tarihsel önemini de gösteriyor. Barış sadece Kürt halkının talebiyle, ısrarıyla değil, Türkiyeli demokratların, aydınların ve politik, toplumsal öznelerin inisiyatif almasıyla sağlanacaktır.

Gazeteci Merdan Yanardağ Abdullah Öcalan’a uygulanan tecritle ilgili hukuksuzluğu gündeme getirince tutuklandı. Öcalan’a dönük tecridi her şeyden önce bir “hukuk” ve “insan hakları” başlığı altında tartışmak ya da gündemleştirmek niçin bu denli imkânsız? Bir hukukçu olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Algının olguya galebe çaldığı zamanlardayız. Türkiye toplumu algı operasyonlarıyla kuşatılmış durumda. Abdullah Öcalan’ın üzerindeki mutlak tecride karşı mücadele aynı zamanda olgunun algıyla mücadelesi olarak da tanımlanabilir. Olgu nedir? Öcalan yasalar kapsamında bir mahpustur ve her mahpus gibi yasal, anayasal hakları vardır. Buna rağmen, 1999’dan bugüne yasaların kendisine tanıdığı hakları en az kullanan ve son iki buçuk yıldır hakları tamamen askıya alınan tek mahpustur.

Algı ise sanki Öcalan infaz rejiminde tanınan bütün haklarını kullanıyormuş gibidir. Belirli mahfillerde bu mutlak iletişimsizlik hali hiç yaşanmıyormuş gibi kendisiyle ilgili tartışmalar yürüyor. Sonuçta, İmralı yasalar bağlamında bir hapishanedir. Tecrit de devletin kendi yasalarını inkâr ettiği, yasa dışına çıktığı fiili, keyfi bir duruma işaret ediyor. Yine Kürt meselesi söz konusu olduğunda Öcalan’ın kader tayin edici rolü bir olgudur. Ancak kendisinin sürekli “terör” aralığına hapsedilmesi çözümsüzlük adına üretilen bir algıdır.

Bu bağlamda Merdan Yanardağ’a yönelik linç nasıl bir gösterge?

Kürt siyasetçiler Merdan Yanardağ’ın söylediklerini yıllardır söylüyor. Hatta daha ileri şeyler de söylüyoruz. Kürtler dışında başka çevrelerin Öcalan gerçekliğini dile getirmesi sistemin en fazla tedirgin olduğu şeylerden biri. Farklı mahalleden gelen görüşler bu korkunun sonucu linçle bastırılıyor. Merdan Yanardağ olayı Kürt sorununun demokratik çözümü için Kürtler dışındaki aktörlerin, siyasal çevrelerin oynayacağı rolün tarihsel önemini de gösteriyor.

Barış sadece Kürt halkının talebiyle, ısrarıyla değil, Türkiyeli demokratların, aydınların ve politik, toplumsal öznelerin inisiyatif almasıyla sağlanacaktır. Merdan Yanardağ’ın açıklamaları sonrası ortaya çıkan linç havasının hatırlattıkları bunlardır. Toplumun büyük bir kesimi yıllardır Öcalan’ın avukatlarıyla görüşemediğini, 28 aydır kendisinden haber alınamadığını bilmiyor. Merdan Yanardağ bu gerçeği görünür kıldı. Devlet gerçeği örten perdenin yırtılmasını istemiyor, perdeyi yırtan herkese düşmanlık yapacağını ilan ediyor.

Bir halk örgütlenmesi için alfabeyi baştan öğrenmeye gerek yok. Ama alfabedeki harflerden yeni kelimeler, yeni cümleler söylemek gerektiği açık. Şimdi örgütlü halkın tarih sahnesine yeniden çıkışının nasıl gerçekleşeceğine dair yeni kelimeler ve cümleler kurma zamanı.

Abdullah Öcalan özelinde askıya alınan hukuk aynı zamanda Türkiye toplumunun hukukunun askıya alınması demek. Örneğin, 2011’de Türkiye tarihinin en büyük öğrenci affı meclisten geçti. Süre sınırlaması getirilmeksizin üniversitelerden ilişiği kesilenlere dönüş yolu açan yasaya, Öcalan’ın da aftan yararlanacağı kaygısıyla, AKP iktidarı tarafından “terör suçlarından hüküm giyenler yararlanamaz” şeklinde bir istisna hali eklendi. Böylece Öcalan ile aynı statüde olan binlerce kişi Türkiye’nin en büyük öğrenci affından yararlanamadı. “Öcalan Yasası” ya da “kişiye özel yasa” da diyebiliriz buna. Kişiye düşmanlığın yasa yapım süreçlerini etkilemesi bağlamında çarpıcı bir örnek.

Sonuçta, suya ilk hukuksuzluk taşını attığınızda o taş sadece belirli bir kişiyle sınırlı kalmıyor. Taşın atılmasıyla oluşan halkalar genişleyerek dalga dalga bütün topluma sirayet ediyor. İmralı hukuku bağlamında yılların deneyiminin özeti de budur: Düşman gördüğün üzerinden oluşturduğun istisna hali, günün sonunda olağan hale dönüşür ve toplumsal bünyeyi bir kanser uru gibi sarar.

Son söz?

28 Mayıs sonrasında oluşan politik ve toplumsal zemin, birçok alanı kapsayan, çok boyutlu bir tartışma, düşünme ve yeniden inşa sürecini başlattı. Bu sürecin bizler açısından en önemli veçhesi, siyasetin toplumsal olanla ve toplumla bağının yeniden kurgulanarak tarih sahnesindeki yerini almasının gerekliliği. Ezilenlerin ve sömürülenlerin toplumsal değerlerinin ve kazanımlarının korunması ve geliştirilmesi, bugünün yarına ertelenemeyecek esas görevi. Bu görevin, yeniden inşanın her aşamasında, bizi belirlemesi gerekiyor.

Siyaseti yeniden kurarken, toplumun kendi hakları ve çıkarları için tarih sahnesinde her an görünür kalmasını, bir özne olmasını istiyorsak, ki hep bunu istiyoruz, yakın geçmişin değerlendirmesini de bu hedefin ışığında yapabilmeliyiz. Her yeniden inşa hamlemizin hücrelerine bu fikir hayat vermeli ki gelecek kazanılabilsin. Dolayısıyla, bir halk örgütlenmesi için alfabeyi baştan öğrenmeye gerek yok. Ama alfabedeki harflerden yeni kelimeler, yeni cümleler söylemek gerektiği açık.

Son dönemde birçok tartışma seçim sonuçları üzerinden yapıldı. Ve sorunlar seçim döneminin sorunları gibi kavrandı. Seçimler uzun bir mücadele sürecinin ara durağı gibi kavranmadı. Biz kaderimizi seçimlere bağlayan ve onu tek gösterge olarak gören bir anlayışa sahip olmasak da, seçimler de bir gösterge. Bu bağlamda yeniden “süreç” lafına dönersek, süreç seçim sonuçlarının açıklandığı 29 Mayıs sabahı başladı.

Alfabeye geri dönersek de “örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez” diyebiliriz. Şimdi bu örgütlü halkın tarih sahnesine yeniden çıkışının nasıl gerçekleşeceğine dair yeni kelimeler ve cümleler kurma zamanı. Harfler ortada duruyor. Direnmek baki. Ama nasıl? Önümüzdeki soru bu.

^