1. bölüm: Peter Gabriel’in feryadı, Nahid Sırrı’nın neyi
3. bölüm: El veled-i sırrı ebih
4. bölüm: İnsan kendi kendinin hayal kırıklığıdır
ENSTRÜMAN
“Müzik Hoca”sında uzun bir ud bölümü var. Sizde udilik var mı?
Yok, herhangi bir Türk müziği sazı da çalmıyorum. Bir vakit güzel bir klasik kemençe almıştım, Baron yapımı. Güçlü ve tesirli sesini seviyorum. İç çekeceğime yay çeksem daha mı iyi olur diye aklımdan geçmişti. Sırf bir Neva çekilse şöyle bir akşam saati, hoş olurdu, ama bu saatten sonra başka bir sazın meşakkatini çekecek takatte hissetmedim kendimi. O yüzden sadece almış bulundum.
Udla hiç temasınız olmadı mı?
Hayır, hiç elime almadım. Müzik aletlerine bir merakım var. Ne olduklarını, nasıl olduklarını zaman içinde, gerek icra edilirken, gerek yanlamış yatarlarken kendimce bir gözden geçirmişimdir. Kanuna bakınca hamur tahtası gibi olduğu, pirinç ayıklar gibi çalındığı, hafifmeşrep tavrıyla hemen dize serildiği, çınçınlı hamam gibi öttüğü, tambura bakınca tavan süpürgesi gibi olduğu… Özel olarak düşünmek değil, ama insan yazarken, kendinde o vakte kadar birikmiş olan birtakım şeyleri ister istemez aktarıyor. Türk müziği sazları arasında udu çok sevmem.
Dünyevi bir saz…
Evet, bana biraz öyle geliyor. O cevvalliği, o köşe kapmaca hali, bir şeyin üstünde çok derinden durmayışı… Biraz dünyevi, biraz şıpıdık bir hali var. Tabii ki Yorgo Bacanos’un çalışını ve taksimlerini, Udi Nevres’in çok sözü edilen yüksek müzikalitesini ayrı tutabiliriz, ama onlar da sazdan değil, çalanlardan kaynaklanıyor. Gerçi her şeyde biraz böyle. Bir saz tek başına ne ifade eder ki? Elbette ki icraya bağlı bir şey, ama Türk müziğinin, Batı müziğinden farklı olarak, doğru çalınmasının yanında bir de güzel çalınma diye sırlı bir yanı var. Mesela piyanoda olduğu gibi, çok güçlü ve kullanım olanakları çok geniş bir sazın önünde oturan, iyiden iyiye terbiye olmuş ve ne yapacağını bilen güçlü bir müzisyenin olmasından gayet farklı olarak, sazından çok da ayrı tutulamayacak kendi duyuşunu saza aksettiren ve o ne ise sazından da öyle ses çıkaran kimseler var bizim müziğimizde. Fazlasıyla kişisel. Zaten dinleyici de kişiselleşmezse bu müzikle samimi bir rabıtası yok demektir. Onlar daha ziyade koroları dinlerler. Eser, bestekâr, hele yorumcu ile ilgilenmez, müziğin genelinin içinde nasıl oluyorsa bir yer bulup dururlar. Hiç yıkanmayarak “suyu incitmiyorum” diyen Tibet rahibi gibi onlar da eserle yakınlaşmadıklarından canlarını hiç üzmez, müzikten incinmezler. Bir tambur taksimi İzzettin Ökte’nin mi, Cemil Bey’in mi, Necdet Yaşar’ın mı, ya da o halin adamı olamamış birinin mi, hemen anlaşılıyor. İnsan müziği dinlerken bir yandan da bestekârlara göre, taksim edenlere göre, sazın yapısına göre birtakım düşüncelere ister istemez sahip oluyor.
Farkına varmak, insanı biraz mahzun eden bir şeydir, kendi azlıklarının farkına varan insan biraz yaralı olur, biraz köşede durur, hafiften ve sürekli kanar. Mısır koçanı gibi ortaya atlayamaz. Ama bu görünüm bir yetersizlik, yeteneksizlik gibi algılanır. Benim kahramanlarımın hemen hepsinde olan bu…
Ud hakkında yazarken nasıl yazayım, nasıl bir telâkki daha doğru olur diye düşündüm diyemem. Onun bana zaman içinde hissettirdiklerini aksettirdim. Türk müziğinde bir eser icrasında sazların kendilerini ve seslerini bir yandan da örtmek isteyen, bir eliyle çaldığını öbürüyle silen, öne çıkmayı değil, geride durmayı kudret bilen ve bunu sadakatle yapan bir tavırları var. Tabii eski kayıtlardan bahsediyorum, çok yüksek bir vazgeçişleri, büyük şeyleri söyleyip geçivermeleri var. Çok büyülü. İnsanı elinden ayağından, aklından geçenden, ayağını bastığı yerden utandırıyor. Kemençenin, tanburun bir gelincik tarlasında hiçbir şeyi ezmeden geçip yürür gibi makamın içinde gezişi, gördüğü ve yapıp ettiği ile başkalaşarak kenara çıkışı var. Ud biraz daha dünyevi. Kısacık boynuyla hep bir aceleyi seslendirir ve Türk müziğinin bir hamakta ağır sallanmak gibi, hareketsizlik gibi de algılanabilecek sonsuzluk duygusuna dünyayı katıştırır.
Ney ile karşılaştırmalı olarak mı düşünmeli bu saptamayı?
Ney bana biraz kilise orgu gibi geliyor; etkili, ama çok uzun süre dinlenebilecek bir saz değil gibi. Kısa, ani ve olmadık bir anda kalıcı etki bırakabilir. Bir de neyi hem peslerde hem diğer tonlarda güçlü çalan az. Mesela, bir Aka Gündüz, peslerde muhteşem, ama öbüründe birden kavala dönüşüyor. Niyazi Sayın, her iki tonalitede çok iyi. Çok iyi taksimleri var. Ney Mevlevilikle, semayla, özellikle son yirmi yılda çok fazla farklı şekillerde ön plana çıkarılmasıyla, belki de aslında en dünyevi saz haline geldi. Çok da yazık oldu. Mesnevi’de dendiği gibi ney gerçekten ağlayan bir saz ise, şimdi başına gelenlerle, eline düştükleri ile ağlamaktan taşlaşmış olması gerekir. Mesnevi’nin başına gelenler ve başına üşüşmüş “Ehl-i esnaf, yoktur insaf” takımı ile ölmekle de kurtuluşa erilemediğinin delili olarak bize bir karanlık katman daha atıyor. Söze dönersek, Türk müziğindeki genel saz hüviyeti ve onlardan çıkan seda hep biraz içe dönük, hep biraz mistiktir. Bu salt neye ait bir şey değil.
Yaylı tamburla aranız nasıl, onu sevmeyenlerden misiniz?
Evet. Sonradan icat edilen, edenin de hesaba duracağı bir şey. “Cemil Bey de denemişti” diyen de var. Denemeler aşikâr, tövbeler ve nedametler gizlidir halbuki. Onda bir tesir yok. Gerek de yok, ama işte rahat duramamak diye bir şey var, ağırı ve hakikati arayanın yanında zıddını arayan, icat eden, buna da kolaylıkla yol ve taraftar bulabilen bir öteki kefe hep var. Yaylı tambur da oranın ve ordan çıkan sesin timsali.
FARKINDALIK
“Mezarlıktan Geçiş” öyküsünde Leyla bir sabah uyanıyor ki, aynı insan değil, bir farkındalığa varmış. “Zamanın Farkında” öyküsünde de Aslan Bey 39 yaşında bir şeylerin farkına varıyor, ama 72 yaşına geldiğinde de aynı tas aynı hamam. Bir şeylerin farkına varmak, alışkanlıkları değiştirmeye yetmiyor galiba…
Kitaptaki beş hikâyedeki beş kahraman da, akıllısı ahmağı, duyarlısı kalını, pek çok şeyin ve kitabın adında da işaret edildiği gibi, zamanın ve olanın bitenin farkında. Kendi yalanına inanma diye bir şey vardır hayatta. “Mezarlıktan Geçiş” biraz bu tip bir hikâye. Bir hikâyede anlatınca, sanki bu çok başka türlü bir hale geçmesi gereken bir şeymiş gibi görünüyor. Ama insan kendi hayatına baktığında, bilmek ahmaklığı alıyor sadece, hatta almıyor da, zımparalıyor; fazlasını, göze görüneni alıyor. “Neler değiştirilebilir”den ziyade, “değiştirmek gerekli mi” diye düşünmeye ben daha yakınım. Çünkü insan kendi zorluğuna, kederine, kıskaçlarına doğuyor ve yapabileceklerini bunların içinde yapabilirse ve olduğunu burada olursa o aslında bir şey ediyor. Kaderini sevmek, hatta beğenmek gerekir. Onun içinde ve onun ne yana seğirttiğini fark ederek tuhaf ve güzel bir uyum yakalanabilir. Kendisine verileni ve başkasına verileni anlamak asıl en büyük farkına varıştır. Sonrası ile baş edilebilir. Yükselmeyi de zaten bu getirir. Yalnızlık, ıssızlık, fakirlik, hatta hastalık bile sevilebilir şeyler haline gelebilir. Onu anlamak ve taşıyıp içinde durabilmek insanı enikonu bir şey yapar. İnsan farkına varabildiğiyle de, farkına varamayıp olduğu haliyle de, farkına varıp az çok değiştirebildiği, değiştiremediği şeylerle de bir arada bir ömür geçiriyor. Bunlarla ne oluyorsa oluyor. Bu nedenle belki de insan ne oluyorsa daha ziyade kafasında oluyor. Bunların ispatı, delili çok zor. Anlıyor ve zihinsel ıstırap çekiyorsa buna olmuş demek gerekir. Yaşamak, insanın bir anlamda gücünün ve iradesinin yetmediği bir şey.
Bir gençlik sevdası var ve bu sevda sanılıyor. Gençlik çok sancılı, kramplı ve aslında insan hayatının en zor bölümüdür. Bu gençlik meraklıları hiç gerçekten genç olmamışlar, buna sebep erişkinliğe de girememişler. Yetişkin olmak bir vakit genç olabilmiş olmaya ve orada epey hırpalanmış olmaya bağlı.
Hikâyelerdeki hiçbir kahraman kendinden uzak değil, kendine keskin bir bakışla bakıyor, başkalarına bakabildiğinden daha sivri bir halle, kendini hırpalarcasına sezebiliyor, farkına varabiliyor. Bu normalde insanların kendilerine çok kolay yapabildiği bir şey değil. Bu farkına varışla yaşadığı için, bu kahramanlar biraz böyle acınası, biraz buruk, biraz rate kahramanlar gibi görünüyor. Halbuki mesela bugünkü müzisyenlerin büyük bir çoğunluğunun bir benzeri olabilirdi benim Müzik Hocası. Çaldığı az biraz gitarıyla, az biraz uduyla bu ülkede bir müzisyen olarak pekâlâ ortaya çıkabilirdi. Ortayı beğenen çok olur. Çünkü kendini beğenen çoktur, bu kapı buna açılır. Kimse kendini hatırlatanı sevmez, unutturanı sever. Müzik Hocası’nı ortaya çıkmaktan alıkoyan, kendini hep küçülmüş, azalmış görmesinin sebebi, farkına varabildikleri. Kendinin ve diğerlerinin, olanın olmayanın, olabilecek olanların, bütün bunların farkına varabilmek insanı köşede tutuyor, ortaya atmıyor. Bu ortaya atmama hali de, ortayı marifet sayan insanlar tarafından, bir olmamışlık gibi algılanıyor. Hayatta en orta yer bir muvaffakiyetmiş, olmazsa siz bir ham ervâh olarak kalacakmışsınız gibi algılandığı için, kenar köşe duruşlar beceriksizlik, çolpalık, yetersizlik gibi algılanır. Oysa hayat insanı yok etmek için ortaya çeker. Köşede durana bir şey yapamaz. Ortadakini öğütür, dişini geçirir, törpüler, kendi kabulü buna bağlıdır. Ortaya attıklarına tevessül edilmeyince hayatın silahı kalmaz. İnsan buna mukavemet etmeyi becerebilse her şey olur, yalnızlığa tahammül etse hayal edemeyeceği şeyler olur. Çinekop oltanın ucundaki kuru ekmeği yememeye dayansa kofana olur.
“Müzik Hocası”nda, o adam o haliyle, günümüz dünyasında neyin nasıl bir gideri olduğunu öğrendi. Sazı az çalıp çok göstermeyi öğrendi. Ne tür konuşmaların, nasıl bir aksülamel getirdiğini öğrendi. İyi çalamasa da, iyi bir dinleyici. Bu az bulunur bir şeydir. İyi yazar bulmak zordur, ama iyi okur bulmak ondan da zordur. İyi müzisyen bulmak da zor, ama gerçekten iyi dinleyici bulmak son derece zor. Farkına varmak insanı biraz mahzun eden bir şeydir, kendi azlıklarının farkına varan insan biraz yaralı olur, biraz köşede durur, hafiften ve sürekli kanar. Karnabahar kökü gibi, mısır koçanı gibi ortaya atlayamaz. Aslında zayıf ve çelimsiz değildir. Ama bu görünüm, çoğu kimse tarafından, tam da onun benzeri olmaktan kaçtıkları tarafından, bir yetersizlik, yeteneksizlik gibi algılanır. Benim kahramanlarımın hemen hepsinde olan bu: Farkına varışı çok ileri götürecek derecede, yani kutsal kitapta bahsedildiği gibi, insanın kendine yönelmiş bir keskin bakış olduğu, kendine bakabilmeyi gerçekleştirdikleri için dünyevi anlamda güçsüz kalmaları… Dünyayı daha güçlü bulduklarından değil, dünya diye anlatılanı bulamadıklarından… Bugün memnuniyeti küçümseyebilmek büyük bir güçtür aslında. Küçümsenecekse, bu küçümsenmeli.
Müzik Hocası ve Aslan Bey hem kendileriyle hem çevreleriyle alay ederek savunma mekanizmalarını güçlendiriyorlar gibi…
Benim lisanımdan dolayı kitapta biraz ironi var. “Kambur”da da o vardı. Bir şeyleri anlatma yolunda ironi, biraz benim koltuk değneğim. Şimdi bazı şeyh efendilerin zevzekliklerini tuhaf karşılayanlara “siz benim ciddiyetimi, vakarımı kaldıramazsınız” dediği gibi olmayayım. Ama ironi salata gibi, yeneceği daha yutulur hale getiriyor. Ama bilerek, ölçerek yaptığımı da söyleyemem. Savunma mekanizmaları insanda işe yaramaz. Daha delik deşik eder, barizleştirir, göz çıkarır. Zaten “Müzik Hocası” ve “Zamanın Farkında”, novella da diyebileceğimiz uzunlukta, hikâyenin ötesine geçen bir anlatıma sahip. Biraz daha derin ve daha içe dönük hikâyeler. Öbürleri daha farklı. Karakterler, oldukları durum, anlattıkları şeyler daha net. “Müzik Hocası” ve “Zamanın Farkında” ise bir ruh durumu ve bir oluş hali baştan sona.
O iki öyküyü novella olarak yayınlamayı düşündünüz mü? İkisi de kendi başlarına kitap olabilirdi.
“Müzik Hocası”nı yazarken daha uzatabilirdim, ama uzatabileceğim yerlerde hiç top çevirmek istemedim. Çok müsaitti, çünkü biraz benim de sazlarla aşinalık, müzikle olan ünsiyetim, duygulanımlarım, bendeki bazı hatıralar, çok hallihamur olduğum bir konu olduğu için uzatabilirdim. Uzatmayı değil de, kısaltmayı daha önemli ve vazgeçişi hep daha kıymettar bulduğum için saf haliyle ve fazla yaymadan anlatabilmeyi, aktarabilmeyi keskinlik ve daha bir doluluk saydım. Anlatımı katmanlı bir dil, başlayıp devam eden içe dönük cümleler, biraz şiirsel bir yapı, biraz ilhamın izleri ile derinleştirmeyi uzatmaya tercih ettim. İçinde kaybolunan cümleleri, dilin düşünceyi kaybedip neredeyse düşünmeyi engellediği halleri severim. Her cümlenin kendi doluluğu ve işlenmişliğiyle hem dil, hem fikir, hem felsefe olarak, çok yoğun ve anlamlı olabilmesini, boş geçilmiş şeyler olmasını sevdiğim için, hep o şekil yazdım. Bir fikri yazmak, bir hali yazmak, bir durumu yazmak… Bunlar olabilir elbette, ama ben sanattan ziyade felsefeye yakın olduğum için yüklü ve dolu metinleri seviyorum. Eser kendi ağırlığı ile geldiği dünyayı yıkmıyor, değiştirip tahrip etmiyorsa, bunu ondan önce yapanların yanında o da bir telef olmuş ve vereceğini vermiş olarak oturamaz, başka güçlü bir kitaba sırt veremez gibi gelir bana.
FENERBAHÇE
Demin “top çevirmek”ten dem vurdunuz, futbolla ilgilisiniz gibi. Hangi takımı tutuyorsunuz?
Fenerbahçe. Artık tutulacak bir taraf kalmadığı için ilgim yokmuş gibi serin duruyorum. Ama Fenerbahçe ve diğer büyük takımlar böyle diye de buradan mahzun görünen bir Anadolu takımını tutacak halim yok. Tutulur da, bizim artık gözümüzü çıkaran, henüz eline fırsat geçmeyeni temiz ve iffetli sayma marazından kurtulmak gerektiği. İffeti sınanmayanı namuslu sayma saflığını bırakmak gerekiyor. Genel olarak şikeden bahsetmiyorum, bunsuz zaten günümüz geçmedi. Gözümüzü savcı açmadı. Savcının açtığı göze göz mü denir? İddianame okununca olana idrak mi denir? Değil elbet, biliyor, içinde duruyorduk. Gün günden biriken, olan biten, artık bu işlerin yanında durmayı, taraftarlığı zorlaştırdı. Şimdiki taraftarlık, kim ne derse desin, artık zoraki bir taraftarlıktır.
Maça gitmişliğiniz var mı?
Toplam üç kere maça gittim hayatımda. En son Fenerbahçe’nin Chelsea’yle bir şampiyonlar ligi maçı olmuştu, üç sene önce, ona gittim. Ondan önce bir Galatasaray Fenerbahçe maçına gittim, 2005’te. Bir de çok eskiden bir İstanbulspor maçına gitmiştim.
Sevdiğiniz, beğendiğiniz oyuncular kimler?
Futbolculardan adlarıyla bahsetmek hoşuma gitmez, bana yakışıksız gelir. Sanki kadınlara da pek yakışmaz. Bildiğimi bildirmeyi sevmem.
Alex hadisesini nasıl yorumluyorsunuz?
Şimdi buradan bakınca elbette olanlar pek sefih görünüyor. Ama böyle her şeyin her an örtüldüğü, çekiştirildiği toplumlarda zillet maalesef bazen gereklidir. Benim şimdiki gözüm, olanı pek fena görmekle beraber, az da olsa bir nimet olarak da değerlendirebileceğimiz şeklinde. Çünkü bu tip yönetim ve diktatoryaları kendi taraftarının gözünden düşürmenin kıymetli bir şeyi feda etmekten başka yolu yoktur. Fenerbahçe’yi de, hükümetleri de, farklı kurumları da devirecek, dönüştürecek olanlar kendi aralarından çıkmak zorunda. Dışardan söylenenlerin içeriye faydası yok. Gözü bağlılık bir ata sporu, ama gördüğü, bildiği halde ses etmemek, bilmezden gelmek daha da kavi bir alışkanlık. Ses etmek, can yanması, kayıplar ve sevilen bir şeye halel gelmesi ile oluyor. Buna sebep Alex’in başına gelen umulur ki bir şeyi verip, feda edip bir feraha kavuşmayı getirir, bir kafa açar. Herkesin zaten söylediğini kabulü ve ikrarı getirir. Ama bütüne yayılmaz, devamı da gelmez. Bir koparmayı başarırsa yapıp yapacağı anca o kadar olur.
GENCİN HAYIRLISI, İHTİYARIN ŞERLİSİ
Kitapta altını çizdiğimiz yerlerden biri de şu: “Asıl büyük kalabalık, ihtiyar görünümlü gençler. Her daim genç kalanlar. Gencin hayırlısı ihtiyarlığa özenen, ihtiyarın şerlisi gençlere imrenendir, diyorlar.”
O bir hadistir. Aşırı dünyevilik, bu yapışıp ayrılmama arzusu, hayata tırnağını geçirme, burada geçirilen sürenin değişkenliğine ve katmanlarına, çağlarına ve düzenlerine zarar veriyor. Herkes sonsuzca yaşamak istiyor, ama yaşlanmak istemiyor. Eli öpülecek bir ihtiyar bulmak, dizinin dibine oturulduğunda kâinatı gözünüzden düşürecek ihtiyarlara rast gelmek bugün artık çok zor. Şöyle eski usûl, günün boş lâkırdılarını duymak istemeyen ve kendi girdiği halin insanı olarak kalmayı arzu eden bir ihtiyara artık hiç tesadüf edemiyorum. Köşesine çekilen, köşe nedir bilen yok. Yaşının insanı olmak güzel ve kıymetli bir şey, onun içine rahatça yerleşmek ve daha sağı solu eşelememek ne saadet. Yaşamış olmanın delili adeta. Ölebilmek bile yaşayabilmiş olmaya bağlı hâlbuki. Yaşayabilen ölebiliyor, öbürleri telef oluyor. Bir gençlik sevdası var ve bu sevda sanılıyor. Oysa gerçek gençlik çok sancılı, kramplı ve aslında insan hayatının en zor bölümüdür. Ama o dönemi böyle geçirebilmiş olmak ile ancak gerçekten yetişkin olunabilir. Yoksa yetişkinliğe geçilemez. Bana öyle gelir ki, bu gençlik meraklıları hiç gerçekten genç olmamışlar, gencin o keskin duyguları ve elinin ermezliği ile, hayatı sisler arasında görüp yolunu, hatta nerde olduğunu bilmezliği ile çok zor geçen o dönemlerini hiç yaşamamışlar, buna sebep erişkinliğe de girememişler. Ölebilmek yaşayabilmeye bağlı olduğu gibi, yetişkin olmak da bir vakit genç olabilmiş olmaya bağlı. Sonrayı anlayabilmek ve halinin insanı olmak, önceden geçmiş olmaya ve orda epey hırpalanmış olmaya bağlı. Demek ki bu herkeste olmuyor, olamıyor.
Bugünün psikiyatrlarına Aziz Agustinus’u götürseniz direkt şizofren derler. Bugünün düsturu nedir? Kendini sev, kendini beğen, kendini şımart. Hayat Coca Cola tadında bir şey. Hiç kendini deşme, şöyle hallaç pamuğu gibi tozutma. Halbuki başka türlü nasıl olacak bu iş? İnsan da olunmaz, edebiyatçı zaten olunmaz, herhangi bir halden anlayan insan bile olunmaz…
Gençlik bir sefa dönemi değildir, eziyet dönemidir. Yaşın vakarını yakalayamamış olmak sebebi ile belki de gençliğe sığınmak istiyorlar. İnsanın ömrü gençliğinin kırıklarını toplamaya çalışmakla ve başaramamakla geçer, bu da, küçümsemeyelim, biraz adam olma demektir. Aslında yaşayan, beş yaş bile geriye gitmek istemez. O beş yaşı bile, beş seneyi bile ne verip ne alarak, neye bedel geçirdiğini bilir. Gencelme isteği ve gençlik arzusu, geçmişin tamamlanamadığının göstergesidir. Yorgunluk, eziklik duymamak, kemikleri sızlamamak, bıkmamak, zaten vereceğini vermiş olmamak gibi yaşıyor olmanın gerekleri ile temas edememeye denk geliyor herhalde. Kalıcılık zaten yok, dünya kalıcı değil ki insan, hatta eser kalıcı olsun. Geriye, yapabileceğini yapıp, üzerinden ağırlıklarını atıp çekilmek kalır ki, hakkıyla yapan zaten tüye döner, çabuk yükselir. Kendi zamanından, aldığı yaştan, aldığı görünümden, yaşının ve yaşantısının ona aksettirdiği manzaradan, halden memnuniyet ve kabul, aynı zamanda da huzursuzluk duyacak kadar bir aklı başındalık görmek istiyor insan.
Şimdi kimse yaşıtlarıyla beraber olmak istemiyor, herkes gençlerle olmak istiyor. İnsanın aklı başında olsa, genci uzaktan görünce içinden üç Felak, üç Nas okuyarak başını da eğip kaçar. Gencin neyiyle yan yana geleceksin? Çocukluğumda Üsküdar’da ihtiyarlar bizi elleri ile işaret ederek “bu tarafa yanaşmayın” diyerek uzaklaştırırlardı. Kendi pişkin ve tütsülü dünyalarına bu çiğ soluğu istemiyorlardı demek ki. Kitapta bahsettiğim insanın yaşıyla, zamanıyla, haliyle, görüntüsüyle hemhal olmaması, bir anlamda o yaşadığı zamanı da kabul edememesi, o geçtiği zamanları geçmemiş sayması, dolayısıyla gerçek hattıyla yaşlanamamanın verdiği bir şeydi. Çünkü insan çekeceğini çeker, göreceğini görür, olacağını kendince olur, yıpranacağı kadar yıpranır, yorulacağı kadar yorulursa, ihtiyarlıktan çok da şikâyeti olmaz gibi geliyor bana. Ama sathîlik, hep böyle acıya ve sızıya mesafeli duruş, üstten geçiş, belki de insanları hep otuz-kırk yaşında imiş gibi davranmaya, öyle tutmaya, belki öyle de hissetmeye mecbur ediyor, bilemiyorum.
Hadis olduğunu söylediniz. Yani vahiy değil, Muhammed’in sözü. Ya da belki daha doğrusu, bir kültürün, bir geleneğin kelâmı.
Tabii hadis diye biliyoruz, ama belki de kelâm-ı kibârdır, aslını bilmek zor.
Hadislerin sahihliği ya da hadis olduğu söylenen kelâmın Muhammed’e ait olup olmadığı hakkında elimizde güvenilir bir bilgi var mı?
Kur’an ile çelişmeyen hadislerin sahih olduğu gibi bir sağlama söylenir hep. Ama çelişmeyen özlü, hikmetli her sözün de hadis olacak hali yok elbet. Sırf Gümüşhanevi’nin kitabında 7101 hadis var. Hadis ile uğraşmak zordur, daha bunu söylerken sizi susturacak en az yetmiş hadis sıralanabilir.
HEGEL KABALIĞI
“Zamanın Farkında”da “Hegel kabalığı” diye bir ifade var. Onu biraz açar mısınız?
Hegel, anlaması, okuması çok güç filozoflardan. Üstelik pek çok şeye girişin de anahtarı ve muhtevası onda. Metinleri zor ve okuyabilme için çok hazırlık istiyor. Okunduktan sonra da kendi başına el vermiyor, başka pek çok şeyle sarmalanmak istiyor. Kendinden sonra gelen Batı edebiyatı, ideolojileri ve felsefesinin hemen hepsi ile bir şekil bağı var. Hep de bir şey demek istiyor, işaret ediyor, okuyanı çok yoruyor. Keşfi size bırakıyor. Bizim entelektüellerimiz, cumhuriyet sonrası yetişenler, hemen hep 1960’lardaki Fransız entelektüellerinin izinde ve aynasındadır. Filozofun direkt kendisi hiç tercih edilmez, şeyhe yapışır gibi bir aracıya yapışılır. Kimse kendi halinden bir şey çıkarmaz, ya halini göremeyen arar, ya da halini görünmez kılacağı umar. Bunun da aşikâr sebepleri var elbet.
Deleuze, Guattari, Foucault, Barthes… Bunların sonu gelmez gevezeliklerinde hakikat aranmış. Elbet çok düşünmüş, aslında faydası da olan adamlar bunlar, ama o faydayı sıkacak el, zihin ve başka şeyler nerede? Bu kimseleri gerçekten okuyan ve kendi anladığını özetleyenin ve anlayamadığının hiç sözünü etmeyenin önüne oturarak ne olabilir?
Turgut Uyar’da hemen her zaman seslenen de, hitap edilen de birden fazla referans taşıyor. Hem “kendisi” konuşuyor orada, hem de başkaları, sadece başka kişiler değil, başka zamanlar da konuşuyor.
Bu sözü edilen, edilmeyen Fransızların da başta gelen aksesuarı Hegel hayranlığı ya da nefretidir. Bunca sözün, bunca karmaşanın arasına bir de bizzat Hegel’in kendi cüssesi ve heyulası da karışınca Hegel’e bizde hiç el atılamaz olmuş, ama duyulanlarla kısa kısa hakkında bir söz söyleyip kaçıvermek de anlaşılan adet olmuş. Eski edebiyat ve felsefe dergilerimizi ele alınca, söyleşilere, yazılanlara bakınca, 1980’lerden beri hep bilinmeyen ve gerçekte temas edilemeyen hakkında menkıbe anlatır gibi bir ifade şekli ile karşılaşıyoruz. Ben de “Zamanın Farkında” öyküsündeki Aslan Bey’i bu kalem insanların hülyasını biraz başka bir şekilde seslendirir yaptım. Aslan Bey, Tahir-ül Mevlevi’den girip Ahmet Avni Bey’den çıkmak, sözü Hegel’in kabalığına getirip hayranlık kazanmak istiyordu. Yani bizim her zamanki illetimiz, hem Hegel ile hem Ahmet Avni Bey ile bir arada ünsiyet etmenin zehirleyiciliğe, reaksiyona sebep olacağını gözardı etmek. Her şeye birden hayranlığın, her şeyin ipine birden yapışmanın sathîliğini sezememek, kanaat edeyim de gani, yani zengin olayım, bir türlü diyememek. Doğuyu batıyı aynı anda kucaklamak, yerinin adamı olmamak, yurtsuzlaşıp haramzade olmak, dil, kültür, din vs. sebepleri ile her şeyin aslını bilemeyeceğini, yanlış ve eksiklerle kendini de sakatlayıp çok da zaman kaybedeceğini, hastalıklı, hem de en kötü cinsinden hastalıklı olacağını bilememek. Gerçekdışılıkla gerçeği çabucak toka edivermek ve bunu gerçeğe hiç acımadan yapmak. Tropik meyveler, başka tür yağlar çıktığı yerin halkı içindir, onlara fayda sağlamak içindir, sen denizler aşıp da tropik meyveyi koparıp İstanbul’da yiyesin, balığın yağını başka yağlardan hayvancılık ve tarım olmadığı için istifade edemeyen kutup halkının elinden alıp hap yapıp içesin diye değildir. Kültür de böyledir. Sana lâzım gelen imkânsız ve tümden yok değildir, bulunabilir, var, hem de neler var, ömür yetmez. İnsanın iyisi ve yükseği herkese hitap eder, çünkü zor yetişir, zor bulunur ve bedenler, bünyeler gibi ruhlar farklı değildir. Ama mesele anlayabilmek, daha rahat yol almak, lüzumsuz eşinmemek ise bir büyüğün bir yerde dediğini muhakkak başka bir yerin büyüğü de kendi ahalisine seslendirir.
Zenginleşecek ve anlayış sahibi olacağımız her şey elimizin altında. Ama uzaklaşan, gittiği yerin dediğini anlamadığı gibi, bunu da elinden kaçırıyor. Öyküdeki Aslan Bey de her şeyi bilip bir satırda da geçen adam olma hülyasını hemen pek çok kişi gibi pek tatlı bulmuş ki, pek çok kereler önünü arkasını işitmediğim, ama duya duya kulaktan olduğum “Hegel çok kaba” sözünü o da besmele gibi çekip Hegel’den de besmele görmüş şeytan gibi kaçıyor. Yani, söz uzadı ama, bizde derya gibi adam denince İbn Rüşd’den Spinoza’ya, Kant’tan İbn-i Haldun’a, her şeyin ve herkesin künhüne varmış, akli melekesi yerinde, ayağı yere sağlam basar, fevkalâde tevazu sahibi, bunları anlattığı, bahsettiği cahil delikanlıya da tepeden bakmayan, kaldırıp atmayan bir insan tahayyülü vardır. O dünyadan ve anlatılanlardan habersiz delikanlının da bu sözleri eden adama hayranlığı ve bu hayranlığın pek sağlam bulunuşu vardır. Hiç bir şey bilmeyenin “adam her şeyi pek derin biliyor” diyebilme ve dediği ile makûl bulunma hali vardır. Buna sebep az sezgili ve görmüş geçirmiş insan elbet karşısında her tür zaafla malûl olanın en zayıf yeri neresi ise oradan işe koyulur. Felsefeden habersize “Hegel de pek kaba aman” der, eski lisana yabancı olanı görünce Ziya Paşa’dan şiiri ayet diye okur… Her türlü aydınlanma çabası ve girişimi, kim daha cahilse, başka bir cahilin abdestsiz elini öpmesi ile sonuçlanır. Muhal midir, muhaldir. Hegel için “klasik felsefenin zirvesi” denir… Felsefeden, hele klasik felsefeden bahsedersek doğru olabilir. Ama farklı filozofların oluşu, ihtiyaçları ve arayışları ortaya çıkarıyor. Felsefe tarihi bütün olarak da görülebilir, ama kendine yakın bulduğunu ayırıp onun yanına gitmek zirvelerin önemini azaltıyor.
Hegel Türkiye’de daha ziyade Marx üzerinden biliniyor, tanınıyor. Ama öte yandan, Marx’ın gözdesi Spinoza. Ve son zamanlarda Spinoza, üzerinde en çok yazılan, konuşulan filozof oldu.
Bunun daha yeni yeni olması, aslında olma diye bir şeyin de olmadığını gösteriyor. Spinoza herkesin gözdesi olabilir, buna mâni yok.
Spinoza denince ilk aklınıza gelen eseri ve/veya önermesi hangisi?
Ethika çok farklı giriş yerleri ile okunabilecek bir eser. Yavaş ve çok tekrarlı bir okuması var. Anlayış bir önermeden bütüne yayılıyor, sınırlamayıp açıyor. Beş bölümden biri zaman zaman öne alınsa da pek de bütünden kopamıyor. Bir önermeyi seçtiğinizde o hemen bütüne yapışır, ayrılmaz.
Heidegger’le aranız nasıl?
Heidegger’i severim. Bir edebiyatçı için çok dikkat çekici ve üzerinde durulacak çok fazla şey var onda. Hemen her satırı yüklü. Yazdıkları bana felsefeden ziyade edebiyata yakın geliyor.
HOCA TALEBE / USTA ÇIRAK
Altını çizdiğimiz bölümlerden biri de şu: “Talebeyken ezilirdim, hocayken yine eziliyorum. Aynı şekilde eziliyorum. Hocamdan utanırdım, talebemden utanıyorum. Şunu anladım, yemin ederim ki anladım, aklı başında insan ömrü boyunca hiçbir şekilde hiçbir konuda ne talebe olmuştur ne hoca…”
Talebelik talipten geliyor, malûm, talip – matlup ilişkisi. İnsanın bir şeye talip olabilmesi için onunla ilgili bir fikrinin, bir hülyasının, kendince elbet bir hayalinin, ufkunun, derinliğinin, genişliğinin ve bir yükseklik algısının olması gerekir. Bu tabii ki ne ve ne kadarsa insan ona yaklaşmaya çalışır. Bir talebe yetişerek, kafasındakine yaklaşmaya, o olmaya, hatta onu aşmaya çalışır. Tabii zaman içinde öğrenilenler arttıkça bu bambaşka bir şeye dönüşür. İlk hale dair gülümseten bir bakış da oluşturabilir. “Müzik Hocası”ndaki kahramanın edindiği bir zevk, bir müzik algısı var, bir beceri, bir potansiyel, bir hayat var. Hepsinden öte bir de olmak istediği var. Olmak istediği ise, bu başlangıçta net değilse de, gitarist ya da müzisyen olmaktan ibaret değil. Gittiği hocalar belki gitarı kendilerince çalabiliyor ve bir yolla öğretebiliyorlar. Akustik gitar, klasik gitar ya da caz veya herhangi bir şey, ama onun bildiklerine de, bilse ya da sezse başkalaşacağını düşündüklerine de aşina değiller. Belli metotlar var, hepimiz biliyoruzdur bunu, onları gösterirler, sıraya koyarlar falan…
İnsan bir yapsa yaptığını fark eden on bakış arıyor, bulduğu anda da daha yapmaktan vazgeçiyor, seyirlik oluyor. Ama kendinden razı olmak, kendi içini açıp bir “fena da değil” demek kolay değil. Onu diyebilmek için perişan olmuş olmak gerekir. Gerçekten perişan olunmuş, dolayısıyla olmaya bir adım yaklaşılmışsa, baştan istenen şeyler ham ve çiğ gelir, insan onları istediğine şaşar.
Ama bir gence temas edebilecek, onun oraya gelmesine sebep olacak şeylere de biganedirler neticede. Böyle olunca, talebe bu eksiği kendindeki bazı şeylerle yoğurarak oldurmaya çalışır… İsteyerek ya da istemeyerek olsun, birilerinin önünde oturuluyor bir zaman. Zorunlu eğitimde, klasik eğitim süresince… Böyle ders alma zarfında, çok beğenilmese de birilerine az çok tâbi olunuyor, ama bu süreç insanın aslında neye ihtiyacı olduğunu ortaya çıkarmaya yarıyor. Hoca dediğimiz kavramı zayıflatan, bu birazcık benim özellikle bu hikâyede anlatmak istediğim, bir kendiliğinden olmayı isteme hali, arzu etme hali var. Çünkü nota görünce rahatsız oluyor, belli metodik bir şeylerden o müziklerin çıkmış olmasını, sadece çok keskinleşmiş duyarlıklarla yaşayan birisi, çok kolay kabul edemiyor. Öyle hüdâ-i nabit bir şekilde kendiliğinden olsun istiyor. Bu tabii ki hocayla olmuyor. “Nasıl oluyor”un bölük pörçük, pek çok cevabı var. Ama “şu şekilde olur” diye bir tanımlaması, sınıflaması yok. İnsanın istekleri net değil, bazen kendine yakın değil, kendisi haline sığar değil, ama bu hali tedavi edecek insana tesadüf etmenin de yeri burası değil. Keza hoca da, hele iyi bir hoca ise talihsizdir. Alabilecek olana denk gelmez, verdiği çarçur olur. Talebenin de, hocanın da karşı karşıya durmalarına rağmen muhatapları birbirleri değildir. Bu zoraki ve eğreti duruş ya hazin, ya müptezel ya faydasız ve sıkıntılı bir gelgittir. Hocanın kâmil olması yetmez, talebenin de kâmil olması gerekir. Alabilecek halde olmak da bir kemalâttır. Birinin tamlığı öbürünün tıkırtısını artırır. Zaten her iyi ve tam boşluklarla terbiye olur, hayattan da ancak zaten böyle soğunur. Ve zaten nadir olandan söz ediyorsak, iki nadir, hoca talebe olarak birbirini bulamaz. Zaten Arapların bana çok yüksek gelen ifadesi ile ‘’El nadirü kel madum”dur. Yani nadir, hiç olmamış gibidir.
Peki, usta çırak ilişkisi nasıl bir şey sizce?
Ustalık ve çıraklık farklı. Bir çırak olmayı seçme, bir kalfa olmayı, bir ustaya tâbi olmayı, o hayatın bir parçası olmayı tercih etme… Bunlar istisnaî şeyler. İstisnai şeyler de bir başkasına örnek olarak gösterilemez pek. Bir başkasına çıraklığın, bir ustaya tâbi olmanın, kendi iç ateşini söndürmenin, susmanın, sadece verileni yapmanın, o sükûtu içinde büyütmenin anlatması olmaz, tavsiyeye gelmez. Herkes aynı tepkiyi vermez, bunun içinde olgunlaşmaz. Herkesin alacağı şey, duracağı yer değildir. Talip olmakla, seçmekle ilgili; bunun içinde kendi gerçek hareketini bulabilecek bir insanın içine girebileceği bir kılıftır neticede. O yüzden ustalık çıraklık eğer yerini bulmuşsa, ustası usta, kendisi de gerçek bir çıraksa mümkündür. Hem gerçek bir usta bulmak, hem de gerçekten çırak olmak gerekiyor. Bu olursa ve bunun o uzun zamanına tahammül edilebilirse, insanı şaşılacak yerlere getirebiliyor, ruhsal olarak. İş olarak zaten öyle… Hani hiçbir yerde elde edilemeyecek bir ruhsal beceri, sükûnet, işin öğrettiğini öğrenmek, birisine tâbi olarak ve sadece onu gözlemleyerek bir şey öğrenmek, okuyarak öğrenmeye alışmış bir kimsenin edineceğinden kat kat fazlasını edinmek gibi, farklı bir ruhsal tecrübe ve beceri getiriyor. Sadece bu hayatın nasıl olduğuna dair bir şeyler konuşulabilir ve o hayata az çok bir aşinalığı olan ne dediğinizi anlar. Aksi takdirde neden bahsedildiği muğlak kalır.
Hoca talebe, usta çırak meselesini konuşurken, ister istemez akla Turgut Uyar’ın “Efendimiz acemilik” sözü geliyor.
O tabii Turgut Uyar’ın zarif bir sözü. Her şeyden evvel kendisini hep görmek istediği naif bir noktayı işaret ediyor. Bunu hep yapabildiği de bir gerçek… Hiçbir zaman şiir yazmayı öğrenmiş bir adamın çok su katılmış pilavını yedirmedi bize. Şiir, kendi hezeyanı, duygulanımları ve dünyayı bir bakış olarak algılamanın ötesinde, bir müddet sonra öyle bakmayı edinme suretiyle yazmanın da öğrenilebildiği bir şey. Yani cinnet de kopya edilebilir, hezeyan da taklit edilebilir, sıkıntı da. Turgut Uyar’ın hezeyana varmayan bir sıkıntısı vardır hep. Ona yakışır, ama onu taşıyana da sormak lâzım… Ona yakışır, çünkü taşıyacak güçte. Ama mesela, efendimiz çıraklığımız, acemiliğimiz diyerek, o tabirin aslı olarak kendini hep bunun tazesi ve olgunluğun kekremişliğinden, durgun ağırlaşmış suyundan uzak tutabilmiş çok da verimli bir şair.
Edip Cansever, İkinci Yeni diye tabir edilen dönemden önce yazdığı şiirlerini kitaplarından çıkarıyor. Turgut Uyar ise İkinci Yeni’den önceki şiirlerini muhafaza ediyor. Bu tavır farkını nasıl yorumlamalı?
Edip Cansever kitaplarına İkinci Yeni öncesinden Dirlik Düzenlik’i alıyor sadece. Diğerlerini zaten neredeyse 18 yaşından ufakken yazmış, öyle kitaplaştırmış o zaman. Çıkarıyor, çünkü
kendi şiirine yakın bulmuyor. Yakın da değil nitekim. Aslında o “Masa” şiirinin falan da Edip Cansever’le alâkası yok. Herhalde Edip Cansever’in Nerde Antigone’la başlaması gerekiyor. Turgut Uyar ise hep kendi salınımında, sükûnetinde. Sesini erken bulmuş bir şair. Tabii ki gelişiyor, derinleşiyor, ama sesini erken bulmuş. Belki de fazla şeytanı yok. Turgut Uyar her sahici insan gibi bulunduğu halin adamı. Mesele yaptığı işi diklemesine, derinlemesine, kreşendolarla yapacak insan olabilmekte. Bu tabii ki çok zor ve çileli bir yol olduğu için, insanlar derinliğine değil de, hep yüzeye yayılıyorlar. Bu da yine mukavemete ve takate gelip dayanıyor. Turgut Uyar da, Edip Cansever de böyle adamlardı ve dolayısıyla yaptıkları her şeyde bunu aksettirebildiler. Bu gerçekten “o olmak”la ilgili bir şey. Onların şair olmaya da gayret ettiklerini zannetmiyorum. Onların öyle bir hayata bizzat talip olduklarını da zannetmiyorum. Onlar oydular, onun gereğini yaptılar. Ama bunların hepsinden ne kadar bahsedersek bahsedelim, hiçbiri o şiirlerin yazılmasını ve çıktığı yeri açıklamaz.
Sizin en çok sevdiğiniz, hemen aklınıza gelen Turgut Uyar şiirleri neler?
İlk baskılarını hem de çok genç yaşta aynı gün aldığım Tütünler Islak, Dünyanın En Güzel Arabistanı, Divan bana yerleşiktir.
İTİRAF
Öyküleriniz itiraf kavramı üzerine de düşündürüyor. Antik Yunan’daki günce tutma pratiğinden Hıristiyan âlemindeki günah çıkarma pratiğine, oradan da psikanalize uzanan bir gelenek var Batı dünyasında. Bu gelenekle ve onun içinde temel bir yer tutan “itiraf” kültürüyle edebiyat arasındaki ilişki hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bizde hikâyenin ve romanın pek olmayışı buna yorulur hep. Hıristiyan felsefesinde Aziz Agustinus’un 16 cilt itirafları var. Bir insanın 16 ciltlik ne itirafı olur? Edersen bulunur. Agustinus 14 yaşında filan Romalı bir paganken Hıristiyan oluyor ve sonrasında başlıyor anlatmaya: Hali vakti yerinde bir aileden olmasına rağmen, komşunun bahçesinden meyve çalışını mesela. Niye çalıyorum, niye oradan çaldım, onu çalarken neler hissettim… Çocukken oradan yediği iki sap kirazı bu şekilde kırk sayfa anlatıyor. Ama buna dair bir fikir geliştiriyor. Kendine yönelmiş o bakış halini oluşturuyor; 16 cilt değil, 36 cilt de yazar. Her şeye yapıyor bunu…
Günah çıkarmak, her şeyden evvel kendini küçültmektir. Sizin karşınıza geçip benim bir yanlışımı açık etmem, kendine dair yaralayıcı bir hal, başkasının gözünde kendini ufaltma, bir şeyin başkası tarafından bilinmesine tahammül etmektir. Biz bir şeyi yapmaktan değil, yaptığımızın bilinmesinden korkarız hep. Müslüman duası, “yaptıklarını gece gibi ört”tür. “Beni bunları yapacak insan olmaktan çıkar”dan ziyade, “yaptığımı gece gibi ört”, yani “ayıbımı sakla”. Elbet günahın görüneninden de, gizlisinden de uzak kalma isteği de en mukim dualardandır, ama günahında şahitsiz olmak Müslümanlıkta af kapısı açacağı düşüncesi ile hep bir ferahlıktır. Biz başkasının da ayıbını örtmeye çalışırız ki, bizimki de açılmasın.
Şimdi burada adam günahını itiraf ederek kedini küçültüyor, kendini ortaya atıyor, ayıbıyla ortaya saçılıyor, ama bunu yapmak çok ağrına ve zoruna gittiği için bir sonraki hafta ya da ay geldiğinde, yeni itiraf ettiği günah biraz daha ufalmış oluyor. Yani, öbürü kadar büyük, yeni bir şey yapmamış oluyor. Bir sonraki gelişinde daha küçük oluyor. Bir sonrakinde daha küçük oluyor ve aslında, günah denilemeyecek ufak farkına varışları, insani cinlikleri ve hinlikleri, günah olarak ve kendi ayıbı olarak bir başkasına anlatacak duyarlılığa ve o keskin bakışa sahip oluyor. Mesela diyor ki, “sofradaydık, şaka yollu etin büyüğünü karımın yerine ben aldım tabağıma”. Bunu bir günah çıkarma sırasında anlatıyor. Mesela, “bilmemkim çamaşır asarken, sanki bir şey yapıyormuş gibi gidip kadına baktım, asıl amacım seyir seyrandı” diyor. Bunu yapacak hale gelmenin tabii ki aslında edebiyatın temeli olduğu ve Müslümanlıkta öyle bir kendinde ayıp aramak, bu derece keskin bakmak, böyle bir yaşam biçimi olmadığı için, insanlara bakış da, çok müstesna olarak gözlem yeteneği, dilsel yeteneği olan biri değilse, tasvirler zayıf, psikolojik derinlikler zayıf, kendini bilmek zayıf, bir şeyin nedenini niçinini anlamak zayıf. Çünkü böyle bir bakışa sahip değil.
Ama mesela bugünün psikiyatrlarına da Aziz Agustinus’u götürseniz direkt şizofren derler. Bugünün düsturu kendini sevmek, kendini beğenmek, hatta kendini şımartmak falan… Hayat Coca Cola tadında bir şey. Hiç kendini deşme, hiç kendini şöyle hallaç pamuğu gibi tozutma. Halbuki başka türlü nasıl olacak bu iş? İnsan da olunmaz, edebiyatçı falan zaten olunmaz, herhangi bir halden anlayan insan bile olunmaz…
İnsan kendini hallaç pamuğu gibi atarken, önceki oturumların birinde söylediğiniz gibi, mukavemet de lâzım herhalde.
Evet, mukavemet lâzım. Kendini kaldırır atarsın yoksa, geriye de bir şey kalmaz. Mukavemet, yaşayabilmenin, telef olmadan yaşayabilmenin ilk şartlarından biri. Ama bir şeyleri atarken ya da tozuturken, mevcudun sadece tozdan, dumandan olup olmadığını görmek farklı bir şey. Aynı örneğe dönecek olursak, Agustinus o itiraflarını yazarken, onları yazabilirken, bir yandan da şüphesiz ki onları yazabilen ve onların farkına varabilen bir insan olduğu için onları söyleyebilmeye, yazabilmeye tahammül ediyordu. Sadece küçülmüyordu, bir yandan da büyüyordu. Yani insan sadece onlardan ibaret olduğunu bilse, tozuttuğunun dışında boş çuvaldan başka bir şey kalmasa, buna tahammül etmek çok güç olur, zaten yapmaz da, yapamaz da. İnsan o kendine yönelmiş keskin bakış olma halini tabii ki bir şeyleri ayıklayabilme, daha iyi olabilme adına yapıyor. Neticede günah çıkaran da gittikçe daha küçük günahlarını söylemiyor mu bir anlamda? Ertesi hafta gidip daha çirkin bir şeyle çıkmıyor papazın karşısına. Günahlarını ufaltıyor, bunu sağlayabiliyor o ona. Mukavemet edebilmek, bir yandan da onun tedavisine sebep oluyor. Bir şeyleri ayıklarken ve bu mukavemet dediğimiz şeyi yaparken, bütün şüphelerle davranmak da gerekiyor tabii kendine ve başka şeylere.
JORGE LUIS BORGES
Borges seviyorsunuz galiba.
Borges severim tabii ki. Nereden bildiniz?
Kitapta geçiyor.
Kitapta geçmeyen mi var? Borges tüm yazdığı hikâyeleri inanarak yazan, onların içinde yer alan, tam anlamı ile hayal içinde bir adam. Yaşadığı hayatta realiteye hiç tenezzül etmemiş. Ne güzel. Ne olsa, gözlerine ne olsa, hayatına, ülkesine ne olsa, o eski Norveççe bir mektubun sırrı ile kurduğu hikâyeden daha sahici ve önemli duymamış. O dehşetli kültürü edinmesinde entelektüel bir arzu yok, öne geçiş yok, daha çok ve erişebileceğini kaçırmama, bilmeyi ıskalamama isteği var. Duruşu ve bakışı, bastonu ve ona dayanışı, konuşmasındaki saflık ve tevazu, yaptığı işin içine girip o olmanın tam hali… Bin sene yaşasa hiç kılını kıpırdatmayıp o halinin devamında olacağı belli. Hikâyeleri benzersiz, hali benzersiz, ömür boyu insana gerçek bir eşlikçi.
KENDİNE RAZI OLMAK
Kitabınızda altını çizdiğimiz cümlelerden biri de “kendine razı olmak zor”.
Açalım mı diyorsunuz?
Birlikte düşünelim.
İnsanın kendiyle ilgili, yetişme çağında hepimizin bildiği gibi bazı vehimleri var. Bu vehimler de genellikle müspet. Halbuki vehim kelime anlamı ile bile menfîdir, ama genç, kelime anlamını bile kendine tersinden raptetmeye muktedir anlaşılan. İnsan alımlarının daha yüksek olduğunu zannediyor, daha yetenekli olduğunu zannediyor, daha becerikli olduğunu zannediyor, daha çok şeyi anlamaya, yapmaya, sezmeye, hayret etmeye muktedir olduğunu zannediyor. Aslında belki bunların hazırda ve kolayda olduklarını sanıyor. Ve bu vehimler insana o zaman kendisiyle ilgili bir güç veriyor, bir kanaat veriyor, geleceğe dair bir umut veriyor. Bir horozlanma veriyor, horoz olamamışları kışlama hali veriyor. Bundan dolayı genç kendi halindeki insanı bir şeye saymaz, hakir görür. Aklı başında insandan sıkılır da en zevzeğin yanında soluklanır, ona da bayılır. Kitapları, düşünceleri değil de, aforizmaları sever, baştacı eder. Büyük sıkıntı ve acıların yanında bile oflar. Aslında tam kulağının tozuna iki tane yerleştirmeliktir, ama kendi hali de aslen perişan olduğundan aklı eren tenezzül etmez. Onun da sırada olduğunu, hayatın herkese inmeye hazır büyük medrese sopasının vakti gelince ineceğini bilir…
İnsanın umudu ne olsa kendisi. Zaman geçince, yetişmenin ne kadar zor olduğunu, bir şeyleri elde etmenin, bir şeyleri anlamanın, bir şeyleri kendinde biriktirmenin, farklılaştırmanın, sezmenin, hatta başkalarının yaptığını anlamanın, hatta başkalarının yaptığından, olandan bitenden, tabiattan, hayattan hayrete düşmenin ne kadar zor olduğunu, bunun ender anlarda karşısına çıkan bir şey olduğunu ister istemez görüyor. Üstelik ne yapılır yapılsın pay diye bir şey var, olmayacak olanın dünyanın bütün katırlarını yaya bırakan inadı var. Sonra o vehimler gölgeleniyor ve bu noktada da kendine duyduğu güven, hayata karşı hissettiği umut biraz zedeleniyor, ufalıyor. Önündeki zamana baktığında, mevcuduyla ne yapabileceğine dair hissettikleri ister istemez kırılıyor. Kırılma derken, elbette neleri istediğine de bağlı bu.
Ben daha çok anlamanın, bilmenin mümkün olabileceğini düşünürdüm. Ve okuduklarımdan, elimden geçenlerden hep pek çok şeyi arkaya atmışım gibi bir duyguya kapılırdım. Bunun için de gereksiz, mânâsızca hızlanırdım. Soluk alamadığım halde soluksuz kalırdım. Sakin ve kendiyle olan insanları boş zannederdim. Ufak bir şeyi şefkatle tutup kaldıranı müstehzi izlerdim. Ben de az sopalık değilmişim. Mesela 18-20 yaşımdayken böyleysem, 30 yaşıma geldiğimde kimbilir nasıl olacak diye aklımdan geçirirdim. “Böyle”yi başka hiçbir şey göremeden kendime bakarak söylediğimi ikrara gerek yok sanırım. İnsanın anladıkları, hissettikleri, o ilkgençliğin verdiği hezeyanlarla, heyheylerle, cinnetlerle çeşitlilik o miktar katlanarak artmıyor ve farkına varılanlar, otuz yaşına gelindiğinde, benim o yaşımda sanıldığı kadar olmuyor. Üstelik biriktirmenin değil, kullanmanın ve olmanın asıl olduğu pat diye ortaya çıkıyor. Bunu fark etmek insanı kendi kendiyle ilgili bir kırıklığa, bir burukluğa itiyor. Sizde öyle olmadı mı?
Oldu tabii.
Bir şey yapmanın ne derece zor olduğuyla ilgili bir kırıklığa itiyor. Yapmak derken asla ve kat’a başarıyı, ortaya bir şey koymayı, efendim, kalıcılığı falan bile kastetmiyorum. Dünya kalıcı değil ki, insan, hatta eser kalıcı olsun, onlar umrumda değil. İnsan kendinden ve bu kadarcıklıktan utanıyor. Yine kendimden bahsedecek olursam: Şu hikâyeleri yazacak halde olmak, benim her şeyime mâloldu. Her şeyi verdim ve bunları aldım. Haddeden geçmiş gibi bütün suyumu sıkarcasına, 15 sene anlamanın, düşünmenin, kendini inzivaya çekmenin karşılığını bu kadarla alabildim. Bu kadar derken, küçümseyemiyorum, çünkü bana neye mâlolduğunu biliyorum. Hikâyede söz ettiğim “kendine razı olmak” da, şimdi diyelim ki çok müzik dinleniliyor, sanatla ilgileniliyor, bir yerlere kapanılıyor, dünyevi ve güncel şeylerden el çekiliyor, herkesin el attığına el atılmaz oluyor, o oluyor, bu oluyor… Ve bütün bunların neticesinde, çok büyük bir ihtimalle insan sadece bir şeylerden anlayan, duyarlı birisi haline geliyor. Çok bambaşka bir şey olmuyor. Bütün bunlar onun için yapılmış oluyor bir anlamda. Bütün bu herkes gibi olmayışın neticesi, hepi topu bu.
Bu bir mevki midir, makam mıdır, bir yükseliş midir, başka bir şey midir? Aslında evet. Gerçekten de evet. Onu da çeken bilir, onu da öyle olan bilir, gerçekten de öyledir. Karıncanın da elini sıkmak, tespih böceğinin de yuvarlanışına hayret etmek gerekir. Ölmesi ve ezilmesi an meselesi, ama hayatı müthiş bir gayretin içinde, açtığı tüneller, dehlizler, girdiği çıktığı yerler ve taşıdıkları karıncayı milyonlarcasından başka yapmıyor. O milyonlarcadan biri olabilmek için bunları yapıyor ve kendini bir şey yapmış da hissetmiyor. İnsan kendini değerlendirmede karınca ve diğer her şey gibi sade, memnun ve yolunda değil. Yani oluşa razı değil. Bir yapsa yaptığını fark eden on bakış arıyor, bulduğu anda da daha yapmaktan vazgeçiyor, seyirlik oluyor. Ama kendinden razı olmak, rıza göstermek, olanı beğenmek, sofrasını beğenmek, kendi içini açıp da şöyle bir “fena da değil” demek çok da kolay bir şey değil. Onu sarahatle diyebilmek için perişan olmuş olmak gerekir. Baştaki hayal o değildi, oturmak istenen sofra o değildi, yenmek istenen yemek o değildi. Gerçekten perişan olunmuş, dolayısı ile olmaya bir adım yaklaşılmışsa, zaten baştan istenen şeyler ham ve pek çiğ gelir, insan onları istediğine, aklından geçirdiğine şaşar. Kendine rıza göstermek, yapacağını değil, kendinden bekleneni sezebilmek ve ona yaklaşabilmekle mümkün. Yoksa sürekli bir tırmalanma ve kendini yeme ve bir türlü doymama kapıda, bacada, her yerde.
KLASİK TÜRK MÜZİĞİ
Klasik Türk Müziği veya Türk Sanat Müziği diyoruz. Bu doğru bir tanım mı?
Türk Sanat Müziği, 1970’lerde çıkmış, bu müziğin vakarını ve ağırlığını azaltarak daha cumhuriyet sonrası bestecilerin şarkıları ve daha yeni seslerin yeni yorumları ile eskiye çok da benzemeyen bir tavır serdettikleri devirde aldığı addır. Yusuf Nalkesen Türk Sanat Müziği, Küçük Mehmet Ağa Klasik Türk Müziği’dir. Bekir Sıtkı Sezgin Klasik Türk Müziği, Emel Sayın Sanat Müziğidir. Aslında benzerliği bulmak güç.
Bugünün Türkiye’sinden çok daha geniş bir coğrafyada, birçok kültürün iç içe geçmesiyle ve zaman içinde süzüle süzüle gelmesiyle oluşan bir müzik söz konusu. Makamlara baktığımızda Acemaşiranı var, Kürdilihicazkârı var…
Tabii Bizans’tan, İran’dan, Araplardan, Orta Asya’dan gelen ve gelmiş, hazırda duran ahenklerden oluşmuş bir müzik bu. Itrî ile askeri müzikten ahenkli, melodik bir müziğe geçiş, III. Selim devri ile çok yüksek bir seviyeye yükseliyor. 19. asır baştan sona verimli, gümrah bir dönem. Sonu ve yüzyıl başı itibarı ile büyük usûllü eserler artık kalmıyor ve şarkı formuna geçiliyor. Cumhuriyet dönemine kadarki ve biraz daha sonrası da diyelim, Lemi Atlı, Rakım Erkutlu, Zeki Arif, Refik Fersan zarif ve güçlü bestekârlar. Saadettin Kaynak’a çok gelmeyelim.
Saadettin Kaynak’a niye gelmeyelim? “Poplaşma” Saadettin Kaynak’la mı başlamış?
Saadettin Kaynak çok yetenekli, melodik yapısı gayet güçlü, ama devrine biraz yenik bir adam. Devrinden büyük olan devrini devirir. Devrin övgüsüne talip olanlar –bu edebiyatta da böyle– sanıldığı gibi hırslı insanlar değil, ufuksuz insanlardır. Sanatçının devrini görmezden gelmesi, devrinden onu en iyi bilen olarak utanması gerekir ki, o devrin illetleri, maharet görünen yenilikleri, sıradanlıkları ona yapışmasın. Saadettin Kaynak film müzikleri yaptı, müziği yozlaştırdı, arabeskin atası, babası diye yerilir biraz. Gerçi şimdi değil, bu daha eskiden böyleydi. Şimdi artık Avni Anıl büyük bestekâr sayılır. Bir kapı açmak, oradan kimin gireceğini bilemediğiniz için, her zaman açanın sorumlu olabildiği bir hal de olmayabiliyor. Neticede sanat akımlarının kırk-elli senede bir evrildiği, eskisinin de devrildiği söylenir. Mesela cumhuriyet kurulduğu vakit, herkes artık tekkeden usanmış, zaviyeden usanmış, Mevlevihaneden usanmış, kudüm velvelesinden usanmış, o büyük usûllü çemberlerden, zencirlerden usanmış, dörtlü-beşli erkek topluluklarının söyleyiş usûllerinden usanmış, giyimlerinden, hallerinden, her şeylerinden
usanmışken, Miralay Hilmi Bey’in, İsmail Hakkı Bey’in, Mesud Cemil’in koroları pek güzel geliyor. Sonra korolar daha genişleyip çeşitleniyor. Kadınlar, erkekler sebil maşrapası gibi yan yana diziliyor. Fraklar giyiyorlar, göçe hazırlanan kırlangıç sürüleri gibi sahnede yer alıyorlar. Bir sürü saz yan yana diziliyor. Orkestranın bir şefi oluyor; baget, fırından evvel şefin elinde görülüyor. Böyle havalı bir şey. O zaman bu onlara çok yeni olduğu için bir güzellik, bir evrim gibi geliyor.
Ama 1970’lere, ‘80’lere geldiğimizde bakılıyor ki Nevzat Atlığ’ın korosu çıkıyor, bu sefer de Türk müziği koroyla icra edilmez, Türk müziği çokseslidir, o öyledir, bu böyledir, niye ritm saz yok, niye bu yok, bu kadar saz bunu çalar mı, Türk müziği oda müziği şeklindedir, mikrofonsuz icra edilir, beş-altı sazı geçmemelidir, cumhur icralar en fazla altı-yedi kişiden olmalıdır, kadın sesi olmamalıdır vs. diye başka ve asla dönen bir hal sergiliyor. Çünkü bunu diyen nesil o bıkanlardan değil. Eskiyi görüp ikrah edenlerden, yaka silkenlerden değil. Şimdi de bu halden bıkılıyor. Sonra bundan bıkılacak. Ama Saadettin Kaynak devrinde iken devrine hafif bir adamdı, şimdi klasizme uyduğu söylenemez, yolundan gidiyoruz diyenler o yolu tarif bile edemez, eserleri şimdiye göre iyi, şimdi diye bir şey zaten yok. Nasıl desem, Saadettin Kaynak keşke o yeteneği, hafızlığı, sesi, melodisi ile yaşadığı o dekadans dönemini daha iyi sezebilse ve daha muhkem bir yer inşa edebilse imiş.
LACAN
İlk oturumumuzda “Akçaburgazlı Yekta”dan söz ettiniz…
Başka türlü, benzeri olmayan bir şiir.
Orhan Koçak’la Turgut Uyar üzerine yaptığımız söyleşide, o şiirle Lacan’ın tezleri arasındaki paralelliği, Uyar’ın onu Lacan daha ünlü tezlerini ortaya atmadan önce yazdığını konuşmuştuk. Lacan’la var mıdır aranız?
Benim yetişme çağımda bunlar şart gibiydi. Okudum da ne oldu, gerçekten bilmiyorum. Bazen de böyle şeyleri okumayanları görünce anlıyorsunuz. Gizli bir iz gibi. Konuşmanın başında da değinmiştik, zaman ve yer değişse de mevcudu dillendiren, buna güç yetiren insan her yerde vardır diye. Bu, felsefeye karşı şu örnekte olduğu gibi şiir bile olabiliyor.
Lacan’ın önemi, önümüze koyduğu hakikatler görmezden gelinir gibi değil, ama varoluşçu psikanaliz bize daha yakın ve cezbeli geliyor. Size nasıl geliyor?
Varoluşçu psikanaliz insanı didikliyor, edebi bir tarafı da var. Dolayısıyla felsefesinde de insan Heidegger’e, Nietzsche’ye, Kierkegaard’a, hatta Ali Şeriati’ye meyletmek durumunda kalıyor. Kendi ile ilgili ipucu arayan kapıya dayanıyor. Bence iyi ve yüksek edebiyat varoluşçu felsefeyi de içine aldığında varoluşçu psikanalizin aldığı yoldan fazlasını hem de zarafetle ve misli ile alır da, aldım bile demez. Lacan’ın tıknefesçe söylediğini akıtan onlarca çeşme var. İnsan onu okurkenki gayreti ile ister istemez bir mesafe alıp bir düşünceye varıyor. Çekerken çekerken elbet bir şey tutuyor, fal da baksa o kadarını yakalar.
Bir+Bir, sayı 19, Eylül 2012
1. bölüm: Peter Gabriel’in feryadı, Nahid Sırrı’nın neyi
3. bölüm: El veled-i sırrı ebih
4. bölüm: İnsan kendi kendinin hayal kırıklığıdır