AKP’nin inşaata dayalı birikim rejimi döneminde gerçekleşen imar afları ve TMMOB’un yetkilerinin daraltılması, hâkim olan denetimsizlik ve rant düzeni on binlerce insanımızın ölmesine yol açtı. Depremde ortaya çıkan dayanışma ve halkın öz örgütlülüğü nasıl bir ekonomi modeline dönüşürse biz bu yıkımdan halk olarak kendi özgücümüzle çıkabiliriz?
Bahadır Özgür: Önce, pek çok kimsenin tanık olduğu ve aktardığı bir gözlemle başlamak isterim. Deprem bölgesinin tamamını, çoğu köy de dahil, dolaştım. Ve ilk gördüğüm şey, son yıllarda ekmek-su gibi ihtiyacımız olduğunu daima dile getirdiğimiz dayanışmanın, somut bir güç haline geldiğinde neleri başarabildiğiydi. Halkın kimliği, inancı, düşüncesi, oy verdiği partisi ne olursa olsun, kendisine temas eden her türlü desteğin, empatinin, acıları beraber paylaşmanın kıymetini aklının bir kenarına not ettiğini düşünüyorum. Ama burada dayanışmayı somutlayan, onu bir güç haline getiren şeyin de örgütlülük olduğunu unutmamak lâzım. Ve bu sadece sendika, parti gibi dikey hiyerarşiye sahip, geniş tabanlı örgütlülükle de sınırlı değildi. Bir Anadolu kentinde, belki de çoğu kimsenin fark etmediği, mütevazı, kendi özgücüyle bir şeyler yapmaya çalışan, büyük oranda 10-15 kişiyi geçmeyen “meraklılara” yönelik etkinlikler düzenleyen bir kültür-sanat derneğinin dahi depremde nasıl devasa bir organizasyon üssüne dönüştüğüne yakından tanık oldum. Mesela, Gaziantep’teki Nar Kültür Merkezi, kentin neredeyse tek gönüllü ağını oluşturmuş, çevre il ve ilçelere kadar yardım taşımıştı. Suriyelilere ilk günlerde tek yardım ulaştıran kurum oydu. Böyle onlarca örnek var. Yani örgütlülüğün yatay, farklı alanlara yayılan, yerel biçimlerine ne çok ihtiyacımız olduğunu gördük. Siyaseti bu ağlar üzerine inşa etmek sanırım en temel problemimiz ve aynı zamanda yegâne çıkış yolumuz.
Şimdi soruya gelirsek… Tam da böyle bir örgütlenme çeşitliliği, alternatif bir ekonomik modelin de dayanak noktası bence. İnşaata dayalı ekonomi dediğimiz şey, sadece inşaatla sınırlı değildir. Ülkenin tüm kaynaklarının, politikalarının inşaat merkezli organize edilmesi demektir. Sağlık da, eğitim de, yatırımlar da, kentlerdeki yaşam alanlarının planlanması da inşaatın ihtiyaçlarının belirlediği bir evrenin parçası haline gelir. Diplomanın değersizleşmesiyle tarım arazilerinin tahribatı, yeraltı sularının tüketilmesiyle sağlığın şehir hastaneleri üzerinden piyasalaştırılması, parkların yok edilmesiyle hayvancılığın bitirilmesi, hızlı servet transferiyle yoksullaşmanın toplumun farklı kesimlerini de içine çekerek gelecek nesilleri de kapsayan bir mirasa dönüşmesi, aynı sürecin sonucu. Yani, inşaata dayalı ekonomi çok farklı alanlarda aynı yıkıma yol açtı. Haliyle emek mücadelesiyle ekoloji mücadelesi, eğitim hakkı ile tarım sorunu birleşti. Biz istesek de, istemesek de birleşti. Ve bunu AKP başardı!
Dolayısıyla, sorunlar da, o sorunları çözecek özneler de o kadar berrak ki, geriye onları bir araya getirebilecek, müzakere ettirebilecek, tartıştırıp çözüm yolları aramasını sağlayabilecek bir siyaset gerekiyor. Deprem dayanışması bu olanağın hiç de küçümsenmeyecek bir potansiyelle bu topraklarda olduğunu kanıtladı.
Küçücük bir köyde, yeraltı sularını ve tarım arazilerini tahrip eden maden yatırımının izini sürersek, İstanbul’daki bir AVM’ye, bir kamu ihalesine, Kocaeli’de sendikal hakkı gasp edilen işçilere, hatta bölgesel/küresel bir sermaye grubuna kadar uzandığını rahatlıkla görebiliyoruz. İşte siyasetin işlevini buraya kaydırmak gerektiğini düşünüyorum. Maddelerce sorunları sayarak parti programları oluşturmak, vaatler sıralamak, uzmanları toplayıp çözüm önerilerini raporlaştırmak vs. yetersiz, hatta toplumun gerçekliğinin dışına düşüyor artık.
Soruyu belki biraz tersten yanıtlamış oldum. Depremde ortaya çıkan dayanışmayı ve halkın özörgütlülük gücünü yeni bir siyasi temsil biçimine evirebilirsek, aradığımız alternatif ekonomi modeli de kendiliğinden yazılmaya başlayacaktır.
Mustafa Sönmez: 11 ilde yaşanan depremler şimdiden 50 binin üzerinde can ve milyarlarca dolarlık varlık kaybına yol açtı, 14 milyonluk bir nüfusta gelecek endişesi yarattı. Ama bitmiyor, topraklarının dörtte üçü deprem fayları üstünde olan Türkiye’de Çukurova ve Kuzey Kıbrıs depreminin hiç de uzakta olmadığı, daha vahimi İstanbul odaklı Marmara depreminin de yaklaşmakta olduğu yerbilimciler tarafından bildiriliyor.
İl bazında kalmayıp bölgeselleşen, dolayısıyla ülke nüfusunun ezici çoğunluğunu kapsayan bu deprem gerçeği ile yüzleşmek, depremlerin yarattığı bir iklimde yaşamanın yolunu bulmak zorundayız. Mevcut yerleşmelerin hepsi sorgulanmalı, yapı stoku gözden geçirilmeli, dolayısıyla ulusça deprem gerçeğine uygun bir ülkeyi yeniden inşa etmek durumundayız.
Bu zorunluluk, hiç vakit kaybetmeden önümüzdeki beş yılda “deprem odaklı” beş yıllık bir programı hayata geçirmeyi gerektiriyor. Bu programın iki önceliği olmalı. Birincisi, yaklaşık 14 milyon nüfusu kapsayan şubat depremleri mağduru bölgenin yeniden yaşanılır kılınması, ikincisi ise İstanbul odaklı Marmara depreminden görülebilecek zararları minimize edecek hazırlıklara girişilmesi.
Gülay Günlük Şenesen: İnşaat sektörü, özellikle de büyük ölçekli inşaat faaliyetleri, TOKİ ile birlikte Türkiye’de başat bir kamu politikası aracı oldu. Bu durum Türkiye’ye özgü değil, kriz dönemlerinde kamunun inşaat üzerinden istihdam, dolayısıyla ekonomide canlanma yaratmasının örnekleri ABD, İspanya ve İrlanda’da da görüldü.
Üretim kapasitesinin genişlemesine yönelik inşaat faaliyetleri (yol, köprü, fabrika) iktisatta yatırım olarak tanımlanır. Konut inşaatı ise üretken yatırım sayılmaz. Öte yandan, barınma ihtiyacının karşılanması ile konutun işgücünün yeniden üretimini sağladığını düşünmeliyiz. Büyük ölçekli toplu konut ya da sosyal konut yapımı barınma hakkının gerçekleşmesindeki eşitsizliklerin giderilmese de azaltılmasının aracı olabilir.
6 Mart’ta, basında yer aldığına göre, TOKİ başkanı Mayıs 2023’e kadar deprem bölgesinde 200 bin konutu ihale edeceklerini söyledi. Bu, kabaca 800 bin kişinin barınması demek. Süregelen ve planlanan TOKİ faaliyetlerinin finansman biçimleri ile kamunun ayrıcalıklı bir birikim rejimini sürdürdüğü açık. Ancak, bu birikim rejiminin üretim sektörleri ile bağlantılarını, dolayısıyla toplumsallaşmasını da göz önüne almak gerek.
TOKİ başkanının aynı demecinde “Bizim maliyetlerimizin piyasadan düşük olma şansı yok. Tünel kalıp sisteminde beton-demir miktarı daha fazla” ifadesi de yer aldı. İnşaatın temel girdilerinden beton çimento üretimini, demir de madencilik üretimini uyarır. Kabaca düşünürsek, inşaat faaliyeti ile yaratılan istihdamın yanısıra çimento, demir, madencilik üretiminde de istihdam uyarılıyor. İnşaat sektörünün toplam istihdam içindeki payı yüzde 7 dolayında, bu da yaklaşık iki milyon çalışan demek.
İnşaat sektörünü üretim zinciri açısından incelediğimizde, inşaat faaliyetlerinin bütün ekonomide yarattığı toplam istihdamın yüzde 60’ından fazlasının kendisinde, yüzde 25 kadarının ise ticaret, cam, çimento, madeni eşya sektörlerinde uyarıldığını buluyoruz. Ticaretin payının yüzde 11 dolayında olduğunu da belirtelim. Ticaret faaliyeti inşaat sektörüyle onun ana girdilerini üreten makine, ağaç ürünleri, kauçuk-plastik gibi sektörleri ve bunların ithalatını ilgilendiriyor, tabii bütün bu sektörleri de diğerleriyle ilişkilendiriyor. Üretim ağı içinde bu ve diğer sektörlerde de birikim uyarılıyor. TOKİ başkanının demeci bu birikimin piyasa ile şekillendiğini ortaya koyuyor.
Bu arka plan şunun için önemli: İnşaat odaklı kamu politikasının yansımaları topluma eşitsiz de olsa yayılmış durumda ve görünen o ki bu sürecek. Hem deprem bölgesinde hem de diğer kentsel alanlarda toprağın, servetin, gelirin bölüşüm yapısını dönüştürecek. Kısa dönemde, güvenli barınma hakkı talebine odaklanan bir dayanışmanın zincirleme etkileri olacaktır. Kamu kurumlarının liyakat, hesap verebilirlik, şeffaflık açıklarının telafisi için baskı oluşturulacak ve bilime dayalı uzmanlıkların belirleyiciliği öne çıkacaktır.
Dayanışma, mağduriyet durumlarından birlikte çıkış bağlamında kullanılmakta yaygınlıkla. Kısa dönemdeki dayanışmanın uzun dönemde mağduriyet yaratmayan ortaklaşmaya dönüşmesini ummak isterim. Bunun temelindeki bilinç de yurttaşların eşit sorumluluğu ve hakkı olmalıdır. Orta ve uzun dönem için demokratik planlama modelinin kurgulanmasının altyapısının böyle bir ortamda oluşmasını beklerim.
Her ekonomik krizde yoksullar daha da yoksullaşırken zenginler daha da zenginleşiyor. İçinde olduğumuz krizde de ekonomi göstergelerinde büyüme olmasına rağmen mutfaklarda yangın var. Emeğiyle geçinenler verilerde gösterilen büyümeden ne kadar pay alıyor? Günümüzdeki krizi nasıl tanımlarsınız? Bu krizden çıkış için muhalefete ne tür somut öneriler yaparsınız?
Bahadır Özgür: Bu soruyu hem sonraki sorularda tekrara düşmemek hem de söylediklerimin bütünü için bir çerçeve olması bakımından biraz ayrıntılı yanıtlayayayım.
Temel göstergelere bakıldığında, Türkiye ekonomik kriz yaşamıyor henüz. Peki ne yaşıyor? Bunun adını, hocamız Prof. Korkut Boratav başta olmak üzere, meseleye ana akım iktisadın penceresinden bakmayanlar net olarak koydu: Bölüşüm şoku. Yani, toplumsal birikimin paylaşımında yaşanan bir deprem. Bir örnek verelim: Türkiye son yıllarda dünyanın en hızlı büyüyen ülkelerinin başında geliyor. Mesela, pandemi yıllarında bile, 2020’de yüzde 1.8 ile büyüyen dört ülkeden biri, 2021’de ise yüzde 11.4 ile en çok büyüyen üçüncü ülke oldu.
Ancak, aynı dönemde, emek ile sermaye arasındaki bölüşümde korkunç bir uçurum görüyoruz. Emeğin payı 10 puandan fazla azaldı, sermayenin payı ise cumhuriyet tarihinde, savaş dönemleri de dahil, görülmemiş biçimde arttı. Eğer emek ile sermayenin büyümeden aldığı payları bir grafikte gösterirsek, tıpkı bir timsahın giderek açılan ağzına benzer bir manzara çıkar.
Depremde ortaya çıkan dayanışmayı ve halkın özörgütlülük gücünü yeni bir siyasi temsil biçimine evirebilirsek, aradığımız alternatif ekonomi modeli de kendiliğinden yazılmaya başlayacaktır. –Bahadır Özgür
Burada sadece Türkiye’ye özgü olan bir durumdan bahsetmiyoruz. Nitekim, UNCTAD’ın 2018 tarihli Ticaret ve Kalkınma Raporları, dünya ekonomisinde ücretli emeğin almakta olduğu payı 2000 en büyük tekelci şirketin reel kârlarıyla karşılaştırmış ve derinleşen uçurumu “crocodile capitalism” (timsah kapitalizmi) sözcükleriyle ifade etmişti. Yani, Türkiye’deki eğilim bir yanıyla dünyadaki eğilimle de paralel.
Elbette mesele kapitalizme yeni isimler bulmak değil. Mesele, sorunun kaynağını tespit edebilmek. Karl Marx, dünyayı kavrarken ve onu değiştirmek için harekete geçerken ilk yapılması gerekenin “şeyleri adıyla çağırmak” olduğunu söyler. O halde biz de gerçeği adıyla çağıralım: Türkiye bir kriz değil, toplumsal bir yıkım yaşıyor. Bunun temelinde toplumsal birikimlerin enflasyonla, faizle, özelleştirmeyle, gaspla, talanla vs. sermayeye transfer edilmesi yatıyor. Emeğin kölelik koşullarına tabi kılınmasıyla çevresel yıkımın aynı anda gerçekleşmesi bize çok şeyler anlatıyor. Sahnenin önünde sadece hırsızların, yolsuzluğa batmış siyasal bir zümrenin görünmesi aldatmasın. Şirketlerin ve bankaların ülke tarihinde görülmemiş kâr rakamlarına ulaştığına dikkat edelim.
Haliyle, ekonominin daralmadığı, aksine büyüdüğü, ama bunun paylaşımında eşi benzeri görülmemiş bir adaletsizliğin olduğu bir süreçte Türkiye. Dolayısıyla, bunu tersine çevirecek bir ekonomi politikası lâzım bize. Böyle bir politika kesinlikle emek eksenli olmak mecburiyetinde. Burada bir parantez açıp, “emek eksenli” dendiğinde, esasında toplumun bir kesiminin değil, büyük kısmının kastedildiğini söyleyelim. Çünkü Türkiye, geçmişine göre çok daha sınıfsal, emekçileşmiş bir ülke. Ne 2002’deki, ne 2010’daki, hatta ne de 2018’deki toplum var karşımızda artık.
Türkiye’nin sanayi politikaları şimdiye kadar büyük şirketlere ve ihracata ağırlık verdi. Ancak, günümüzün teknoloji koşullarında bu sektörler fazla istihdam yaratacak durumda değiller. Bu yüzden KOBİ’lere ve küçük işletmelerin verimlik artırmalarına yönelik bir dizi girişim gerekli. –Dani Rodrik
2009-2022 arasında, ücretli emekçilerin toplam nüfusa oranı yüzde 11’den yüzde 17’ye çıktı. İmalat sanayiinde çalışanların sayısı ikiye katlandı. Hizmet sektöründe yüzde 250’den fazla arttı. Ve bu süreçte çalışanların yüzde 50’sinden fazlası asgari ücrete, onun biraz altı veya üstü gelire tabi kılındı. Detaya girmeden şöyle bir kıyaslama yapalım: Nüfus artış hızının yüzde 1.1’lere indiği bir dönemde ücretli emekçi nüfusunun artış hızı ortalama yüzde 5.5’lere çıkıyorsa, orada büyük bir deprem yaşanıyor demektir.
Nüfusun büyük kısmı yoksullaştırılarak, yaşam koşulları tahrip edilerek, eğitimleri, diplomaları değersizleştirilerek, yasal, siyasi, kültürel zorbalığa tabi tutularak ucuz işgücü havuzuna itilmiş halde. Bu kadar kısa zamanda böylesine bir toplumsal dönüşümün yaratacağı ne kadar tahribat varsa yaşıyoruz işte. Emekçileri net biçimde siyasetinin öznesi yapmayan hiçbir politika gelecek vaat etmez. Pergelin sivri ucunu buraya koyalım öncelikle. Bu yapıldığında somut siyaseti örmek çok daha kolay olacaktır.
Dani Rodrik: Başarılı olduğu durumda, muhalefeti gerçekten zor bir süreç bekliyor. Bir yandan güvenilirliğini yitirmiş devlet kurumlarına (Merkez Bankası, Hazine, çesitli düzenleme kurumları gibi) inandırıcılıklarını tekrar kazandırmak gerekiyor. Öte yandan, ekonomik stratejiyi, tüketim ve dış borç yerine verimli üretim ve iç tasarruflar üzerine inşa etmek gerekiyor. Bunları yaparken de gelir dağılımını, işsizliği ve yoksulluğu gözetmek gerekecek. Bu zor bir geçiş dönemi olacak şüphesiz.
Mustafa Sönmez: İçinden geçmekte olduğumuz süreç tipik bir üretim krizi değil, ekonomi güya büyüyor. Ama bu yüzeysel bir sonuç. Zorlama bir büyüme ve sürdürülebilir değil. Bölüşüm ayağında esas sorun. Büyüme, yüksek bir enflasyon eşliğinde. Ve bu enflasyon ücretleri, maaşları, emekli, çiftçi, küçük esnaf gelirlerini de kemiriyor, buna karşılık kâr-rant-faiz geliri sahipleri semiriyor. Tarihi bir servet transferi yaşandı. Bölüşüm uçurumu yaşanıyor.
Buradan çıkış salt ekonomik önermelerle olmaz. Türkiye toplumsal bir çöküş halinde. Buradan çıkış da ekonomik, siyasi, kültürel, bütünsel bir silkeleniş ile mümkün. Bu noktaya politik İslâmın bir düzen değişikliği kalkışmasıyla geldik, çıkış da bu rotayı ters yüz etmekten geçiyor. Kısa vadede, asgari demokratik normlara sahip bir hukuk devletine dönüşüm gerçekleştirilmelidir.
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denen ucube yapıyı öngörülen güçlendirilmiş parlamenter sisteme, yargının görece bağımsız ve tarafsız olduğu bir yapıya dönüştürmek, ortaklaşılabilecek bir hedeftir. Bu dönüşüm, tek adam sisteminin yarattığı kayırmacı parti-devleti, öncelikle ekonomik rotayı da daha akılcı, istikrarlı büyüyen ve adil bölüşen, emeğe örgütlenme fırsatı tanıyan, temel ihtiyaçların kamucu politikalarla sağlandığı bir ekonomik dönüşüme açar. Yaklaşan seçimler böyle bir dönüşümde işbirliği yapabileecek bileşenler açısından tarihi bir uzlaşmayı gerçekleştirmek için bir fırsat sayılmalıdır.
Deprem gerçeğine uygun bir ülkeyi yeniden inşa etmek durumundayız. Bu zorunluluk “deprem odaklı” beş yıllık bir programı hayata geçirmeyi gerektiriyor. Bu programın iki önceliği olmalı. Birincisi, şubat depremleri mağduru bölgenin yeniden yaşanılır kılınması, ikincisi ise Marmara depremi hazırlıkları. –Mustafa Sönmez
Ekonomik krizin kuşkusuz hem küresel hem bölgesel hem de yerel nedenleri olduğu biliniyor. Bunları nasıl açıklıyorsunuz? Tek adam rejiminin krizin Türkiye’de bu kadar derin yaşanmasındaki sorumluluğu nedir?
Bahadır Özgür: AKP’nin güçlü bir siyasi hegemonya kurmasının altında uluslararası iktisadi ve siyasi konjonktürün payının olduğu malûm. Bu konjonktürün 2010’lardan sonra değiştiğini ve bunun da siyasete sert bir hesaplaşma olarak yansıdığını biliyoruz. Tam olarak bugün yaşadığımız iktisadi ve siyasi sürecin de bu yol ayrımından kaynaklandığını düşünüyorum. Bu, “Türkiye kapitalizmi nasıl yönetilecek?” sorunuydu.
İnşaat sektörünün toplam istihdamdaki payı yüzde 7, bu da iki milyon çalışan demek. İnşaat odaklı kamu politikasının yansımaları topluma yayılmış durumda ve görünen o ki sürecek. Hem deprem bölgesinde hem diğer kentsel alanlarda toprağın, servetin, gelirin bölüşüm yapısını dönüştürecek. –Gülay Günlük Şenesen
Erdoğan net bir tercih yaptı. Ya Batı pazarlarına entegre büyük sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda hareket ederek faiz, kredi vs. politikasını değiştirecek ve bunun politik maliyetini de üstelenecekti, ya da geniş halk kesimlerine kredi genişlemesiyle sağladığı satın alma gücünü koruyacak, kamu kaynaklarıyla güçlendirdiği kendi sermaye ilişkilerini gözetecek ve siyaseti de buna göre şekillendirecekti. Doğal olarak ikincisini tercih etti.
Hızlı bir fragman geçelim: TÜSİAD’ın 2012’deki “Dünyada hava terse dönüyor. Bol para dönemi bitti. Buna uyum sağlamak lâzım” dediği raporu, 2014’te Mustafa Koç’un ve Sabancı CEO’su Haluk Dinçer’in Hürriyet’in manşetine çıkan röportajlarını, medyada büyük el değiştirme/el koyma süreciyle “havuzun kurulmasını” hatırlayalım. Gezi, Gülen Cemaati ile köprülerin atılıp MHP ile ittifakın yolunun açılması, çözüm süreci masasının devrilmesi ve darbe kalkışması… Ayrıca, Suriye ile Libya’daki vekalet savaşlarına müdahil olmayı da ekleyelim. Nihayetinde, siyasetin şiddet araçlarıyla yürütüldüğü bir dönemin başlaması ve başkanlık rejimine geçiş… Bir de kaynak ihtiyacı arttıkça kara para, uyuşturucu ticareti, mafyatik ilişkilerle iç içe geçmiş bürokratik/siyasi yapı.
Türkiye ekonomik kriz yaşamıyor. Bunun adı bölüşüm şoku. Türkiye son yıllarda dünyanın en hızlı büyüyen ülkelerinin başında. 2020’de yüzde 1.8 ile büyüyen dört ülkeden biri, 2021’de ise yüzde 11.4 ile en çok büyüyen üçüncü ülke. Aynı dönemde emeğin payı 10 puandan fazla azaldı, sermayenin payı cumhuriyet tarihinde görülmemiş biçimde arttı. –Bahadır Özgür
Bunların sonucunu sıcağı sıcağına yaşıyoruz. Dolayısıyla, AKP’nin tercihleri ve yönelimi Türkiye’nin sorunlarını daha da katlamıştır. Dış konjonktürün değişmesiyle artık sürdürülemez hale gelen 2002-2010 arası ekonomi politikaları, eğer büyük sermayenin istediği şekilde bir istikrar programıyla restore edilseydi, maliyet büyük oranda sadece işçi-emekçi kesimle sınırlı tutulacak, iktidar yanlısı sermayeye akan kaynak kısılacaktı.
Fakat bu da AKP’nin dayandığı tabanı erozyona uğratacaktı. Bunun politik maliyetini üstlenmek yerine AKP, kendi iktidarının ömrünü uzatacak çok daha keskin bir dönüş yaptı. Devleti ve imkânlarını yeni ortaklarıyla beraber tamamen tekelleştirdi. Ne var ki, Türkiye dış finansmana bağımlı bir ülkedir. Dışarıdan sermaye girişi olmadan ekonomik istikrarı da, siyasi istikrarı da sağlamak imkânsızdır. Geriye kalan yol iç kaynakları iktidarın tabanını oluşturanlara siyaset eliyle dağıtmak ve bunun yanında sermayenin kâr oranını korumak amacıyla da emek sömürüsünü yoğunlaştırmak. Yoksullaşmanın hem yatay hem de dikey olarak derinleşmesinin de, şu sıralar çok tartışılan orta sınıfın erimesinin de sebebi bu.
Dani Rodrik: Türkiye’de ekonomi krizinin temel nedeni en az 10-15 senedir izlenen günü kurtarma politikalarıdır. Bugün ekonomi tamamen çökmemişse, bu Rusya’dan ve Körfez ülkelerinden gelen kısa vadeli finansman sayesindedir. Hep dışarıdan gelen paraya bağımlı kalmıştır ülke. Zamanla bu politikanın maliyeti çığ gibi büyümüş, sonraki hükümetlere çok büyük yük bırakmıştır. Krizin sorumluluğu bu ekonomiyi yönetenlerdedir, ki bu da tek bir adamdır.
Mustafa Sönmez: Bugünün bunalımı sürpriz değil. Buraya gelineceği biliniyordu. AKP iktidar olduktan sonra devraldığı yapıyı hovardaca kullandı. 2001 krizi sonrası rektifiye edilmiş ekonomiyi iktidarını pekiştirmek, yeni seçimler kazanmak için popülist bir çizgide kullandı. Özelleştirmelerle, borçlanmalarla bol döviz kullandı, döviz kazanmayan inşaatçı bir birikim serüvenini tercih etti. Bu tercih seçmen getirdi, üst üste iktidar getirdi, ama denizin tükeneceği belliydi ve 2015 sonrası şemsiye ters döndü. Sonraki yıllar hep şemsiyeyi düzeltme çabasıyla geçti, ama rüzgâr yardım etmedi. Hem küresel hem bölgesel iklim Türkiye kapitalizmini sarstıkça sarstı ve tüm hukuk dışı icraatlara rağmen, dümen tutturulamadı. 2019’da yerel seçimler kaybedildi ve sonunda, 2022’de, devasa bir enflasyon kasırgası toplumsal bir sarsıntıyı da getirdi, hem de seçim arifesinde.
Buradan çıkış salt ekonomik önermelerle olmaz. Türkiye toplumsal bir çöküş halinde. Buradan çıkış da ekonomik, siyasi, kültürel, bütünsel bir silkelenişle mümkün. Bu noktaya politik İslâm’ın bir düzen değişikliği kalkışmasıyla geldik, çıkış da bu rotayı ters yüz etmekten geçiyor. Kısa vadede, asgari demokratik normlara sahip bir hukuk devletine dönüşüm gerçekleştirilmelidir. –Mustafa Sönmez
Ekonomik krizin Türkiye’nin hem ülke sathında hem de bölgede izlediği güvenlikçi-militarist politikalar ile ilişkisini nasıl görüyorsunuz? Barış yerine savaş tercihinin ekonomiye ve topluma maliyetini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bahadır Özgür: Ekonomi gazetecisi olarak askeri sanayiyi izlemeye çalışıyorum. Güvenlikçi-militarist politikaların ekonomi-politik temelini görmeden, Türkiye kapitalizmini, onun yönetim biçimlerini, siyasal yönelimlerini anlamanın pek mümkün olmadığını düşünüyorum.
Öncelikle bazı rakamlar vereyim. AKP döneminde askeri sanayide nasıl bir değişim olduğunu çok daha net görebiliriz: 2002’de sektörde doğrudan faaliyet gösteren şirket sayısı sadece 52’ydi. Bugün 2000’i buluyor. 2017-2020 arasındaki askeri harcamalar 19 milyar dolar. 2001’de 8 milyar dolardı. Bütçeden iç güvenlik de dahil ayrılan miktar 193 milyar lira. 2002’de askeri proje sayısı 66’ydı. Bugün 793. Bu projeler için devletin imzaladığı sözleşme tutarı 2002’de 5.4 milyar dolardı. 2023’te 70 milyar dolar.
Bir kıyas yaparsak, bugün çok tartışılan kamu-özel işbirliği projelerinde havalimanları 74, otoyollar 25,8 milyar dolar sözleşme bedeline sahip. Yani, askeri sanayideki sözleşmeler ikinci sırada. Vergilerden kesilen paylar da çok artırıldı. Gelir Vergisi’nde askeri sanayi için kullanılan fona ayrılan pay eskiden yüzde 3.5’ti. AKP 2017’de bunu yüzde 6’ya çıkardı. Ayrıca Motorlu Taşıtlar Vergisi’nden yüzde 20, Veraset ve İntikal Vergisi’nden de yüzde 25 pay kesilmeye başlandı.
Bir Somali atasözü şöyle: “Savaş ve Açlık. Barış ve Süt.” Bu atasözü barış iktisatçılarının yayınlarının başında yer alıyor, barış ortamının refah getirisini özetliyor. 2000’li yıllarda barış ortamı olsaydı Dünya Gayrı Safi Hasılası’nın yüzde 9, Türkiye’de Doğu ve Güneydoğu bölgesinin GSYH’sının yüzde 7 daha yüksek olacağına ilişkin bulgular var. –Günay Günlük Şenesen
2016’dan sonra bazı özel askeri sanayi şirketlerinin büyüme verilerini de aktarayım: Profen Savunma yüzde 2494, Fora Grup yüzde 547, Aselsan Hassas Optik yüzde 494. Böyle onlarca şirket bulunuyor. Bu arada Aselsan, yüzde 51 kamu payıyla, özellikle Anadolu’da, KOBİ’leri bir araya getirerek oluşturduğu özel yapılarla beraber, milyonlarca dolar kamu kaynağı aktararak şirketler kurdu. Aselsan’ın tedarikçi sayısı 14 bin 277. Bir yılda verdiği sipariş tutarı 1.6 milyar dolar. Yüzlerce şirketi barındıran sekiz büyük savunma sanayi bölgesi inşa edildi. Bütün bunlara Koç, Anadolu Grubu, Nurol gibi büyük sanayi sermayesinin askeri üretimindeki sıçramayı da ekleyelim.
Bu verileri art arda sıralamamın sebebi, askeri sanayinin AKP döneminde nasıl bir değişim geçirdiğini gösterebilmek. Genelde işin sadece siyasal kısmına odaklanılıyor. Oysa, Türkiye’nin 2000’li yılları aynı zamanda askeri sanayinin de özelleştirildiği ve köklü bir militarist yeniden yapılanma sürecinin başlatıldığı yıllardır. Buraya akıtılan kamu kaynağının miktarı “devlet sırrı” nedeniyle tam olarak hesaplanamıyor, ama eldeki açık veriler dahi ekonominin en büyük payının askeri sanayiye ayrıldığını gösteriyor.
Hayli detaylı tartışılması gereken bu değişimin kısaca başka yönlerine dair birkaç not da düşelim. Pek çok emekli asker özel şirketlerde çalışıyor. Kamu ihalelerinde aktif rol oynuyor. Askeri bürokrasi ile özel şirketler arasındaki bu ilişki belki eskiden de kısmen vardı, ama artık çok daha genişlemiş halde. İkinci bir not da bölgesel savaşların oluşturduğu yeni pazarların aynı zamanda illegal silah ticaretini de büyütmesi. Nitekim, son yıllarda ortaya çıkan mafya-siyaset-ticaret bağlantılarında silah ticareti özel bir yer tutuyor. Ve en nihayetinde şunu özellikle vurgulamak lâzım: Askeri sanayinin pazarı bellidir. Savaş, çatışma olduğu müddetçe askeri üretim de büyür.
Dani Rodrik: Bir ekonomist olarak ulusal güvenlik konusunda yorum yapmam pek doğru olmaz. Ama ümidim Türkiye’nin iç sorunlarına militarist çözümler yerine kapsayıcı çözümler getirilmesi ve etnik kökeni ne olursa olsun Türkiye’de yaşayan her insan grubunun huzurlu ve eşitlikçi bir ortamda yan yana yaşayabilmesidir.
Mustafa Sönmez: Bütçe kullanımında elbette asker-polis harcamalarının önemli bir yeri var. Ama faiz harcamaları bunların önüne geçmiş durumda. Faize, bir de döviz tırmanışına takoz olsun diye getirilen döviz getirisi garantili Kur Korumalı Mevduat’ın faturası eklendi ve faizle bu bedel, tüm bütçenin yüzde 17’sini kemiriyor. İleride payları daha da artacak. Asker-polis harcamaları yerine eğitim, sağlık bütçelerinin genişletilmesi daha yerinde olurdu. Özellikle askeri harcamaları sadece bütçeden okumamak gerek, bütçe dışı kamufle harcamalar da önemli boyutta. Ve ülkenin sosyal harcamalarına gitmesi gereken kaynaklarının çarçur edildiğini gösteriyor.
Gülay Günlük Şenesen: “Korkudan azade olmak” temel insan hakkıdır. Özel ve kamusal alanda güvenli hissetmek ile güvenli olmak her zaman örtüşmeyebiliyor. Kamusal alanın güvenlikleştirilmesi güvensizlik ortamı hissini pekiştirebiliyor, demokratik ve barışçıl ortamı tehdit edebiliyor.
Güvenlikçi politikalar için giderek daha fazla kamu kaynağı kullanılıyor. Bu kaynaklar arasında doğrudan ve dolaylı vergiler olduğu gibi, kamu kaynaklarının özelleştirme gelirleri var. Özelleştirme ve borçlanma üretken yatırımlara yönelmediğinde gelecek kuşakların refah düzeyleri üzerinde tehdit oluşturuyor. “Korkudan azade” olmanın yanısıra “yoksunluktan azade” olma da temel insan hakkının ortamı.
Bir Somali atasözü şöyle: “Savaş ve Açlık. Barış ve Süt.” Bu atasözü barış iktisatçılarının yayınlarının başında yer alıyor, barış ortamının refah getirisini özetliyor. Aynı zamanda her türlü çatışma ve savaşın fırsat maliyetlerine dikkat çekiyor. Örneğin, 2000’li yıllarda barış ortamı olsaydı Dünya Gayrı Safi Hasılası’nın yüzde 9, Türkiye’de Doğu ve Güneydoğu bölgesinin Gayri Safi Yurtiçi Hasılası’nın yüzde 7 kadar daha yüksek olacağına ilişkin bulgular var.
Kuşkusuz bu gösterge can kaybı, göç, istikrarsızlık gibi toplumsal boyutlardan yoksun, ama üretim ve tüketim olanaklarının barış ortamında artırılacağına işaret ediyor. Zira huzurlu bir gelecek öngörüsü kaynakların refah odaklı kullanılmasının önünü açıyor.
Barış iktisatçılarının araştırmalarında çok katmanlı olan barış ortamının birbiriyle etkileşimli belirleyicileri olarak büyüme, düşük işsizlik ve enflasyon oranları, adil gelir dağılımı, güçlü kurumlar, temel özgürlüklerin güvencesi, demokratik yönetim, gelişkin eğitim ve sağlık hizmetleri ile komşularla iyi ilişkiler öne çıkıyor.
2022 Küresel Barış Endeksi göstergelerine göre, dünya sıralamasında Türkiye iç ve dış çatışma ortamı açısından Pakistan ve Irak, toplumsal güvenlik açısından Burkina Faso ve Kamerun ile benzer düzeyde son sıralarda yer alıyor. Militarizasyon düzeyi açısından ise Türkiye’nin yeri Kongo ve Belarus ile ortalarda. Barış ortamından yoksunluğun, yani güvenlikçi uygulamaların ve şiddetin sonuçlarının iktisadi maliyeti Türkiye için 2021 yılında Gayrı Safi Yurtiçi Hasılası’nın yüzde 6’sı olarak bulundu. 2021’de, Türkiye eğitime (yüzde 4,8) ve sağlığa (yüzde 4,9) yani toplumsal refah kalemlerine bundan daha az kaynak ayırmış durumda.
Bu durum tek bir yıla özgü olmadığına göre, yoksunluklar katlanarak derinleşmiştir. Yukarıda belirttiğim barış ortamının belirleyicileri açısından da Türkiye’nin karnesi çok zayıftır. Dolayısıyla, mevcut ve gelecek kuşakların acil ihtiyacı barışın öncelenmesidir.
BDDK verilerine göre, bankacılık sektörü tüm zamanların en kârlı dönemini yaşıyor. Bankaların toplam net kârı 2022’de yüzde 366 artışla 433,5 milyar liraya çıktı. Devlet tahvillerinin getirisindeki artış ise yüzde 400’leri aşıyor. Ücret artışı enflasyonun altında kalmış herkes bu politikaların kaybedenidir. –Bahadır Özgür
Kriz karşısında Erdoğan rejiminin uygulamaya koyduğu politikaların tutarlı bir bütünlüğü olduğunu düşünüyor musunuz? Bu politikaların sebeplerini, saiklerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve sonuç olarak hangi toplum kesimleri kazanıyor, hangi toplum kesimleri kaybediyor?
Bahadır Özgür: Bu politikalardan kimlerin kazançlı çıktığına baktığınız zaman bir tutarlılığı var elbette. Kamu kaynakları ve imkânlarından sistematik biçimde sadece iktidara yakın sermaye grupları yararlanıyor. Faiz, vb. politikalardan ise net biçimde rantiye kârlı çıkıyor. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) verilerine göre, bankacılık sektörü tüm zamanların en kârlı dönemini yaşıyor. Bankaların toplam net kârı 2022 yılının tamamında yüzde 366 artışla 433.5 milyar liraya çıktı. Faiz geliri içinde enflasyona dayalı devlet tahvillerinin getirisindeki artış ise yüzde 400’leri aşıyor. Ücret artışı enflasyonun altında kalmış herkes bu politikaların kaybedenidir.
Dani Rodrik: Erdoğan rejiminin ekonomi yönetimi anlayışı temelden yanlıştır. Türkiye’nin makro sorunları kronik tasarruf-tüketim-yatırım dengesizliklerinden ve bunların dış ödemeler dengesine yansımasından kaynaklanmaktadır. Bu gerçeklerle yüzleşmek yerine, Erdoğan rejimi enflasyonu körükleyen suni bir faiz indirimi politikası izlemiş, Türkiye’nin geleceğini daha da büyük tehlikelerle karşı karşıya bırakmıştır. Bu politikayı izleyebilmek için de ekonomi yönetimini merkezileştirmiş, tek elden kendi üstüne almıştır. Türkiye’de tek adam rejimi siyasette oldugu kadar ekonomide de geçerli artık.
Mustafa Sönmez: Erdoğan rejimi, özellikle tek adam ucube sistemini oturtmak telaşıyla ekonomide çok yanlış yaptı ve her yanlışı bir başka yanlışla örtmeye kalktı. Bu anlamda tutarlı bir modeli, icraatı vardır denemez. Günü kurtarmak, seçmeni kaçırmamak üstüne kurulu perakendeci ve tutarsızlıklarla örülü bir çizgi söz konusu. Ekonominin yeniden üretimini sağlamak üzere alınan perakendeci önlemler sonuçta faiz ve rant gelirlerine zirve yaptırıken ücret, maaş, emekli gelirlerinde reel getiri kaybı yarattı. Toplumda sıfır geliri olan açık ve gizli işsiz kitleyi daha da yoksullaştırdı, devasa bir servet transferi özellikle 2022 yılında yaşandı.
Gençlerin işsizliğini ve üniversite diplomalı işsizler ordusu olgusunu ve bunun toplumsal etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? İlk elde ne tür çözümler üretilebilir? Yeni teknolojiler özellikle gençliğin istihdamının artırılmasında belirleyici bir rol oynayabilir mi?
Bahadır Özgür: Türkiye ilk kez bu düzeyde genç işsizliği ve diplomalı işsizlikle karşı karşıya. Bu yeni bir olgu. En önemli sebebi ise eğitim ile refah arasındaki korelasyonun tamamen bozulması. Türkiye’de servet sahibi olmayan ailelerin yegâne geleceği eğitime bağlıydı. AKP bu imkânı neredeyse tamamen ortadan kaldırdı. Genç ve diplomalı işsizliğin asgari düzeye indirilmesi bile kolay bir iş değil. Çünkü mesele sadece iş bulmak değil. Ucuz emek olmaya razı olanlar için iş var, ancak sorun bunca yıl yatırım yapılmış vasıfların getirdiği bir yaşam düzeyine de kavuşturabilecek bir iş elde etmek.
Teknoloji cazip bir kavram. Peki kolay mı? Türkiye ekonomisinin yüzde 90’ı düşük teknolojiye dayalı. Yakın zamanda ekonomide mucizevi bir teknolojik atılım gerçekleşmeyecekse, sorunu çözmek için başka türlü düşünmek mecburiyetindeyiz. Kamu devreye girmek zorunda. O kadar çok üniversite açıldı ki, buna uygun bir bölgesel planlamaya dahi gidilmesi gerekiyor. Belki çoğu kimseye basit gelebilir, ancak bir örnek verelim: Karadeniz’de çay ve fındık üretimi, Çaykur ve Fiskobirlik üzerinden yeniden organize edilmeli. Buralara bağlı işletmeler yeniden planlanıp faaliyete geçmeli. İşletmelerin ihtiyaç duyduğu işgücü bölgeden karşılanmalı. Yöneticisinden mühendisine, planlamacısından muhasebecisine, bilgi işlem dairesine vs. tüm kadrolar bölgedeki üniversitelerde eğitim almış gençlerden oluşturulmalı.
Bu sadece kaba bir örnek elbette. Eğer gençler sadece piyasa ekonomisinin rekabetçi, acımasız ve kâr odaklı anlayışına bırakılırsa, bu elemeden şanslı bir azınlık dışında kimse geçemez. Bize demokratik, şeffaf, katılımcı, bölgesel eşitsizlikleri, çevreyi dikkate alan, tek kıstası kamu yararı olan yeni bir planlama anlayışı lâzım.
Dani Rodrik: İşgücüne yeni katılanlara ve gençlere verimli istihdam olanakları sağlayabilmek düzlüğe çıkabilmenin önemli bir parçası olacak. Eğitim sisteminde ve sanayi politikalarında önemli değişiklikler gerekli. Bir yandan meslek eğitimi sistemini daha etkinleştirmek gerekiyor. Öte yandan, sanayi politikalarına yeni bir yön gerekli. Türkiye’nin sanayi politikaları şimdiye kadar büyük şirketlere ve ihracata ağırlık verdi. Ancak, günümüzün teknoloji koşullarında bu sektörler fazla istihdam yaratacak durumda değiller. Bu yüzden KOBİ’lere ve küçük işletmelerin verimlik artırmalarına yönelik bir dizi girişim gerekli.
Mustafa Sönmez: Genç işsizliği kanayan bir yara. Görünürde iş arayan 15-24 yaş grubunda yüzde 18’e yakın bir işsizlik var, bu oran genç kadınlarda yüzde 24’e yaklaşıyor. İstihdam yaratıcı bir büyüme patikasına geçilebilirse, çalışmak isteyen genç nüfusu da istihdam etmenin yolları açılır. Ama gençleri öncelikle işe muhtaç durumdan kurtarmak, önce sağlıklı bir eğitim almalarını sağlamak gerek. Bunun yolu da okullaşmalarını artırmak, eğitimin kalitesini yükseltmek, vasıflı emek gücü haline gelince, seçimlerini yapmalarına olanak tanımak.
Diplomalı işsizler bir başka kanayan yara. Diploma yanıltıcı. Eğitim kalitesi öyle düşürüldü ki, yüksek okul bitirilse de vasıf yerlerde sürünüyor. Eğitimi kaliteli hale getirecek yeni programlara ihtiyaç var. İnsan gücü Türkiye’nin önemli bir avantajı, ama bireyleri hem politik hem diğer anlamlarda sorgulayan, araştıran, motive insanlar haline getirmek gerek ve bu, ciddi programlarla yapılmak durumunda. Bu konuda atılacak olumlu adımlar yurt dışına göçmüş eğitimli, nitelikli işgücünü de yeniden ülkeye çekecektir.
15-24 yaş grubunda yüzde 18’e yakın işsizlik var, bu oran genç kadınlarda yüzde 24’e yaklaşıyor. Diplomalı işsizler bir başka kanayan yara. Diploma yanıltıcı. Eğitim kalitesi öyle düşürüldü ki, yüksek okul bitirilse de vasıf yerlerde sürünüyor. Eğitimi kaliteli hale getirecek yeni programlara ihtiyaç var. –Mustafa Sönmez
Krizin yükünü halkın omuzlarından almak için nasıl bir politika izlenmeli? Krizin yarattığı adaletsizliklere karşı gelir adaletini nasıl sağlayabiliriz? Gelir dağılımı adaletini düzeltici bir perspektifle, emeğin lehine bir enflasyonla mücadele programı mümkün değil mi? Son yıllarda çokça tartışılan “temel yurttaşlık geliri”ne nasıl bakıyorsunuz?
Bahadır Özgür: Elbette emeğin lehine bir enflasyonla mücadele programı mümkün ve bunu sadece biz tartışmıyoruz. Tüm dünyada böyle bir arayış var. ABD’de enflasyona esas olarak şirketlerin “süper kârları”nın sebep olduğu tartışılıyor örneğin. Temel hizmetlerin ve malların tamamen piyasa anlayışına terk edilmesinin kitlesel yoksulluğu büyüttüğü belirtiliyor. Servet vergisinin artırılması, aşırı kârların vergilendirilmesi gibi öneriler pek çok ülkede gündemde. Temel yurttaşlık geliri de bu açıdan çok önemli. Lakin gelinen aşamada konut, su, elektrik, ısınma vb. birer ihtiyaç değil, hayatta kalmanın asgari koşulları artık. Temel gelirle beraber bunlar da giderilirse yoksulluğun yayılması önlenebilir ancak.
Burada mesele dönüp dolaşıp kamu kaynağının sahibinin kim olduğunda düğümleniyor. Çok sık dile getirilen sosyal devletin esası vergi ve onun kullanımıydı. Devlet temel mal ve hizmetleri ücretsiz vermiyordu. Emekçi kesimlerden topladığı vergiyle bu ihtiyaçları gideriyordu. Yani halk, kendi kendini finanse ediyordu. Sosyal devletin prensibi budur. Yoksa çokça yardım yapmak, yardım mekanizmasını genişletmek değildir.
Öyleyse, bizim ilk bakacağımız yer verginin kimden, nasıl toplandığı ve nasıl harcandığı. Vergi geliri içinde dolaylı vergilerin yüzde 60’ları aştığı, toplanan vergilerin büyük kısmının borç faizi ödemelerine gittiği, sermayeye teşvik olarak verildiği, sermayeden alınması gereken verginin yine teşvik adı altında örtülü kâr olarak tekrar sermayeye aktarıldığı bir düzende sosyal devlet işlemez. Bu ancak “sadaka dağıtan devlet” olur. Dolayısıyla, emek yanlısı politikanın temeli, vergi düzenini değiştirmekten geçiyor.
Dani Rodrik: Gelir dağılımında kalıcı bir iyileşme ancak verimli istihdam olanaklarını az gelişmiş bölgelere ve ülkenin tabanına yayabilmekle mümkün olabilir. Ana sorunumuz üretim ve istihdam kaynaklıdır. Sosyal transferler, yeniden dağıtım ve temel yurttaşlık geliri bu amaca bir destek sunabilir, ama çözümün kendisi değildir.
Mustafa Sönmez: Adaletli bölüşüm için öncelikle ücretli kesimin sendika, toplu sözleşme, grev hakkını fiili olarak kullanılır hale getirmek şart. Demokratik sendikalar hem bölüşümü iyileştirmeye hem de demokratik bir yönetimin sacayağı olmaya imkân verecektir.
Bölüşüm bütçe üstünden de düzeltilebilir. Asgari ücretin düzeyini yükseltmek kadar maaş ve emekli aylıklarını, diğer muhtaç kesimleri bütçe kaynaklarıyla korumak, sosyal koruma oranını yükseltecektir. Bu oran, Türkiye’de OECD ortalamasının yarısıdır ve milli gelirin yüzde 10’udur. Başta faiz, asker-polis harcamalarından keserek sosyal koruma payı artırılırsa önemli bir yol alınır. Temel vatandaşlık geliri bu adımlardan çok sonra gündeme gelebilecek bir önlem olarak düşünülebilir.
2022 Küresel Barış Endeksi’ne göre, Türkiye iç ve dış çatışma açısından Pakistan ve Irak, toplumsal güvenlik açısından Burkina Faso ve Kamerun ile son sıralarda. Militarizasyon düzeyi açısından ise Türkiye’nin yeri Kongo ve Belarus ile ortalarda. Güvenlikçi uygulamaların iktisadi maliyeti Türkiye için 2021’de GSYH’nın yüzde 6’sı olarak bulundu. –Günay Günlük Şenesen
Halkı krizin etkisine karşı korumak için günümüzde iklim krizini de gündemine almış bir sosyal güvenlik sistemi gerektiğini düşünüyorum. Bunu gerçekleştirmek için uygulanabilir model önerileriniz var mı? Bu konuda muhalefete ne tür somut öneriler yaparsınız?
Bahadır Özgür: İnsanın canını acıtan bir konu bu. Çünkü doğa tahribatı geri çevrilemez bir sorun. Ama yüzeysel bilgimle bu soruya yanıt vermem doğru olmaz. Dünyada da, Türkiye’de de bu konuda ciddi bir birikimin, çalışmaların olduğunu düşünüyorum. Onlara kulak vermek bile büyük bir adım olur.
Mustafa Sönmez: İklim krizi öncelikle tarımı vurarak gıda güvensizliği yaratıyor. Tarım politikalarıyla birlikte, enerji politikalarını, ona bağlı olarak ulaşım, sanayi politikalarını dikkate alan yaklaşımlara ihtiyaç var. Enerjide yenilenebilir kaynaklara önem veren, ama ondan önce tasarrufu, daha az enerji kullanımını önemseyen politikalar öncelik taşımalı, ulaşım otomobilleşmeye değil, toplu ekonomik ulaşım tercihine dayanmalı, sanayide ithal enerji kullanan üretimler azaltılmalı, tarımsal üretimi ve hayvancılığı doğayla barışık ve yerel kaynaklara dayanan bir perspektifle artırmanın ve tüketiciye daha az maliyetle ulaştırmanın yolları bulunmalı. Bütün bunlar kâr ve birikim odaklı değil, insan ve toplum odaklı bir bakış açısını hayatın tüm alanlarına hâkim kılmayı, bunun için kamucu politikaları öne çıkarmayı gerektiriyor.
Emek üzerinde kurulan cinsiyetçi tahakküme dinci ideolojinin getirdiği yeni tahakküm biçimleri de eklendi. Bu açıdan cinsiyet eşitliği mücadelesi, emek ve demokrasi mücadelesinin merkezidir. Bu olmadan hiçbirimizin bırakın özgürleşmeyi, biraz olsun rahatlaması, refaha ermesi bile mümkün değil. –Bahadır Özgür
Neoliberal sistem bir yandan maksimum kazanç hedefiyle emek dahil tüm kaynakların sınırsız sömürüsüne de çanak tutuyor. Kadınların eşit işe eşit ücret talepleri veya çalışma yaşamında cinsiyet temelli ayırımcılığa ilişkin neler söylersiniz? Türkiye’de siyasal dinciliğin ideolojik yaklaşımı sonucu giderek daha fazla şiddete, ayrımcılığa, sömürüye maruz kalan kadınların durumu demokrasi, eşitlik, adalet, ekonomi kavramları bağlamında gelir dağılımında adaletsizliği, yoksullaşmayı, sosyal sorunları nasıl etkiliyor? Bu başlıkta ne önerirsiniz?
Bahadır Özgür: Emek sömürüsü cinsiyetçi iş bölümüne dayanır. Bu eşitsizlik ne kadar artarsa, sömürü koşulları da o derece ağırlaşır. Kadın emeği zaten başlı başına emeğin yeniden üretimi sürecinde ücretsiz emek olarak işlev görüyor. Yani, düşük ücret politikasının temeli ev içi kadın emeğinin yoğunluğuyla ilişkili.
İkincisi, üretim sürecine katılan kadın emeği de aynı işlevi görüyor. Kadınlar hemen her iş kolunda daha az ücret alan, ilk işten atılan, hakları en fazla gasp edilenler. Kısaca, genel ücret düzeyini düşürmek için kadının hem ücretli hem ücretsiz emeği stratejik konumda. Bu yüzden emek mücadelesinde, cinsiyet eşitliği mücadelesi olmadan sömürü koşullarının hafiflemesi, ücret düzeylerinin artırılması, hak gasplarının durdurulması zor.
Emek üzerinde kurulan bu cinsiyetçi tahakküme dinci ideolojinin getirdiği yeni tahakküm biçimleri eklendi. Sömürü ve şiddet aynı anda ilerliyor. Bu açıdan cinsiyet eşitliği mücadelesi, esasında emek ve demokrasi mücadelesinin merkezidir. Bu olmadan hiçbirimizin bırakın kurtulmayı, özgürleşmeyi, biraz olsun rahatlaması, refaha ermesi bile mümkün değil.
Mustafa Sönmez: Hem eğitime hem işe erişim konusunda kadının geride bırakıldığı, dinci rejimin bunu bilinçli bir politika haline getirdiği bir dönem yaşadık. Buna rağmen kadınlar eğitime de, işe de ulaşma konusunda direndiler ve belli bir alan açtılar. Ama yine de ancak eğitimli kadınlar kaliteli işlere erişebiliyor, eğitimsiz ya da az eğitimli kadınlara ancak vasıfsız ve düşük ücretli, erkeklerin artığı işler lâyık görülüyor. Bu durum ancak eşitlikçi bir anlayışla çözüm bulabilir. Tüm toplumsal yapılarda cinsiyet ayrımcılığına karşı çıkan, kadına yer yer pozitif ayrımcılık uygulayan politikaları eğitimden iş hayatına tüm sosyal düzemlerde ilke edinmek, ayrımcılıktan kaynaklanan sorunları da aşmaya yardımcı olacaktır.
1. bölüm: Başka bir ekonomi kurmak (Bengi Akbulut, Ümit Akçay, Ali Alper Alemdar)
2. bölüm: Toplumsal ücret ve kamu destekli toplumsal sektör (Alp Altınörs, Güldem Atabay)
3. bölüm: Radikal bir onarım programı gerekiyor (Korkut Boratav, İlhan Döğüş, Ali Rıza Güngen)
4. bölüm: Kaybeden tüm kesimleri birleştirmek (Uğur Gürses, Ahmet İnsel, M. Murat Kubilay)
5. bölüm: Mor, yeşil, kırmızı program (Özlem Onaran, Özgür Orhangazi, İzzettin Önder)
7. bölüm: Olgular radikalleştiğinde çözümler de radikalleşmelidir (Mehmet Türkay, Galip Yalman, Yelda Yücel)