DÜN, BUGÜN, YARIN –II

Söyleşi: Serkan Seymen
27 Nisan 2021
SATIRBAŞLARI
Üç bölümlük “Kıbrıs: Dün, Bugün, Yarın” dizisinin ikinci bölümünde, 1960 Anlaşmaları’na, federasyon tartışmalarına, KKTC’nin kuruluşuna eğiliyoruz, siyaset bilimci, uluslararası ilişkiler uzmanı, Prof. Dr. Mehmet Hasgüler’i dinliyoruz.
Lefkoşa’daki bir gösteride, bir Kıbrıslı Rumun pankartı: “Birleşik, Federal Kıbrıs” (24 Nisan 2021, foto: Petros Karadjias)

Söyleşimizin birinci bölümünde, Britanya ve ABD’nin federasyon söylemlerinin gerçeği yansıtmadığından söz ettiniz. Bu beşli konferansın toplanacağı bilinirken son aylarda Türkiye sözcülerinim yanı sıra bazı Rum siyasilerden de “kadife ayrılık” ya da “anlaşmalı boşanma” gibi tabirlerle iki devletlilik konusunu dile getirenler oldu. Bunu nasıl yorumlamak lâzım?

Mehmet Hasgüler: Biz o konuya nereden başladık? Boris Johnson’ın açıklamalarından. Tarihin sorumluluğunu hep başkalarına atan tipik Kıbrıslı gibi görünmek istemem, ama İngilizlerin haberi olmadan kuş bile uçmaz buralarda. Bölünmüş Kıbrıs da İngilizlerin en önemli rolü üstlendiği başarılı bir emperyalist oyundur. Bugünlerde, dediğiniz gibi, Güney basınından, eski siyasetçilerden ve hatta mevcut bazı merkez sağ parti sözcülerinden bu tarz açıklamalar duyar olduk. Bu ne anlama geliyor olabilir? Doğu Akdeniz’deki bu güç yarışında birtakım gelişmeler olması, yeni bir denge kurulmasını beklemek normal şu an.

Mehmet Hasgüler

Edindiğim intiba şu: Her iki taraftan da durduk yere bu kadar iki devletlilik lafı çıkmaz. Bu özellikle İngilizler dahil olmadan Rum tarafının kendi başına yapacağı bir şey değil. O halde ya bunu tartıştırıp başka bir plana yönlendirme olacak ya da gerçekten plan bu. İki devlet konusu ciddi ciddi o masaya gelecek ve iş kopacak. Ciddi bir meseleyle karşı karşıyayız yani. 27-29 Nisan’daki uluslararası toplantı önemli, ama asıl önümüzdeki altı ay kritik bence. Şu an için gelecek hakkında büyük şeyler söylemek zor. Şu an iki devletlilik lafı ediliyor, ama Türkiye Cumhuriyeti’ni resmi tezi halen federasyondur. Yaşayarak göreceğiz, emperyalistler yeni planlar mı yapıyorlar, bölünmüş olmasında mı ısrarcı olacaklar, yoksa çıkarları birleşmeyi mi gerektirecek bu kez?

Fakat şu var, tekrar ediyorum: Kıbrıs’ta hem geçmişte hem de bugün olan biteni uluslararası gelişmelerden bağımsız bakarak anlayamazsınız. Brexit sonrasına bir hazırlığın sancıları da var ortada. Birleşik Krallık neden AB kulübünü terk etti? Çünkü AB içinde Fransa ve Almanya ile aynı konumda olmaktan sıkıldılar. Ulusal emperyalist çıkarlarına uygun geleneksel siyasetlerine dönmek istiyorlar.

İlginç olan bir diğer konu da Fransa’nın birden bire Doğu Akdeniz’de aktör olmaya soyunması. Birleşik Krallık’ın bir şekilde tarihi geçmişi var, Fransa nasıl aniden Yunanistan’ın yanında konumlandı? Yunanistan ve Rum tarafı Fransa’nın yanlarına gelmesinden bir müttefik daha bulduk diyerek çok mutlu görünüyorlar, ama bir aymazlık var gene işin içinde. Çünkü uluslararası dengeler gereği, Türkiye’nin yanına da birileri konumlanır böyle giderse. Bunu birileri Yunanistan’ı ya da Rumları, birileri de Türkleri çok sevdikleri için yapmıyorlar, yapmayacaklar. Uluslararası güçler birbirlerine karşı da denge kurmak isteyeceklerdir. Gözden kaçırmamak lâzım, birinci bölümde naklettiğiniz Anadolu Ajansı haberinde de geçiyordu, Brexit meselesinin ardından İngilizlerle yeni duruma uyum sağlamak için en hızlı ticari anlaşmalar Türkiye’yle yapıldı.

İngiliz siyaseti bölünmüş Kıbrıs’ı AB içine iteleyerek kendi açısından çok başarılı bir hamle yapmış görünüyor. Emperyalistlerin işine gelen iki kapılı bir Kıbrıs’tır her zaman, bir kapı kapanırsa diğer kapıdan girersin.

Şunu belirtmek gerek: Bu iki ülke Güney Kıbrıs’ın AB üyeliği konusunda en büyük iki destekçiydi. Bugün yaşananlara, Brexit kararına bakarsak, özellikle İngiliz siyaseti bölünmüş Kıbrıs’ı AB içine iteleyerek kendi açısından çok başarılı bir hamle yapmış görünüyor. Brexit kararı konuşulmaya başlanır başlanmaz İngilizler AB içindeki ilk ciddi krizlerini ve belki de gözdağı demek lâzım, İspanya ile Cebelitarık yüzünden yaşadılar. Biliyorsunuz, İspanya topraklarında egemen askeri üsleri var. Britanya toprağı sayılıyor. Benzer bir sorunu artık AB toprağı olan Kıbrıs’ta yaşarlarsa ve buradaki üslerinden çıkmaları istenirse diye tedbir almayı düşünmediklerini sanmam. “Eğer böyle bir şey gündeme gelirse biz de Kuzey’e geçeriz” diye düşündüklerine eminim. O yüzden diyorum emperyalistlerin işine gelen iki kapılı bir Kıbrıs’tır her zaman, bir kapı kapanırsa diğer kapıdan girersin. Söyleşimizin birinci bölümünde bahsetmiştim, Lefkoşa’daki İngiliz Yüksek Komiserliği binasını tekrar hatırlatırım!

1964’te Kıbrıs’ın meşru hükümeti olarak Rum tarafının tanınmasına yol açan 186 sayılı BM kararının çıkışında ve BM Barış Gücü’nün adaya gelmesinde de en çok bastıran ülkeydi Britanya. Çünkü üslerine giriş çıkışlar, asker, malzeme, silah sevkiyatı için bürokratik işlemlere, gümrük mevzuatına ihtiyaç vardı. Belirsizlik, merkezi bir otorite yoksunluğu başlarını ağrıtacaktı. Bunca yılın ardından o kadar başarılı bir siyasetleri var ki, Kıbrıslılar, ister Türk ister Rum, birbirleriyle kapışmaktan bir kez olsun durup da bu İngiliz üslerini ya da Barış Gücü’nün varlığını tartışmazlar. Kıbrıslılar Türk ya da Rum hiç düşünmezler bunları, hâlâ sorgulamazlar İngilizlerin oynadığı bu rolü. Neden Birleşik Krallık’ın hem Yunanistan hem Türkiye üzerinde Kıbrıs’ta, hem Güney’de hem de Kuzey’de yumuşak güce sahip olduğunu tartışmaya başlarsak her şeyi anlaşılır bir şekilde konuşmaya adım atmış oluruz aslında. Neden buradalar, neden üsleri var?

Rum tarafı bazı şeyleri gözden kaçırıyor ve bu yeni güç dengeleri arayışı ve kurulması hiçbirimiz için iyi sonuçlara gebe değil. Kıbrıslı Türkler ve Rumlar ve aynı zamanda anavatan konumundaki Türkiye ve Yunanistan’ın ortak egemenlik hakları konusunda bir türlü anlaşamadıkları için doğalgaz üzerindeki sahiplik hakları da aslında biraz kâğıt üzerinde kalabilir. Doğalgaz çıkarılıp işletilse de Kıbrıslılara yâr olmayacak bence. Boşuna kavga ediyoruz biz Kıbrıslılar. Küçücük bir adanın üzerinde kendi geçmişlerimizle yüzleşemeyip siyasi eşitliğin nasıl olacağını aynı ezber teranelerle tartışır gibi yapıyoruz. Bu bölgede güveni tesisi etmeden, bu güven ortamı çerçevesinde iki toplumu bir araya getirerek birtakım kararları demokratik bir mekanizmayla almayı beceremeyip, en azından ortak çıkarlarda bir araya gelmeyi başaramazsan o doğalgazı da sana bana yar etmezler.

İki kapılı Britanya Yüksek Komiserliği önünde, Suriye’deki savaşı ve “Kıbrıs’ın Suriye’deki savaş için kullanılmasını” protesto eden eylemciler. (14 Nisan 2018)

AB ile Birleşik Krallık arasında üsler konusunda böyle bir anlaşmazlığın yaşanabileceğinin işaretleri var mı?

Şimdi öyle bir şey olması ne kadar olası bilinmez, ama AB bugün Birleşik Krallık’a “Kıbrıs AB toprağı ve senin artık orada üslerinin olmaması gerekir” dese ne olur? Rumlar “gitmeyin” der hemen. Çünkü kalkıp Kuzey’e geçeceklerini bilirler. Birleşik Krallık’ın önümüzdeki dönemde Kıbrıs’ta bu tarz yeni hamleler yapması çok olası. Teorik olarak AB toprağı olmasına karşın denetim olarak AB dışında kalmış Kuzey ve yine AB dışında olan Türkiye ile anlaşarak Kuzey’e kayabilirler. Neden olmasın? Hiç belli olmaz onların işi! İspanya’da olduğu gibi, üsleriyle ilgili bir mesele çıkarsa Kuzey ile üs görüşmeleri başlar. Dünyanın bütün çatışmalarında halen baş aktördür onlar, böyle bir coğrafyada sahip oldukları bu üslerden vazgeçecek değiller. Ama acele yorumlar tehlikeli şu an. Çünkü bizim hem göremediğimiz hem de bilmemizin mümkün olmadığı planlar, görüşmeler, gelişmeler vardır ve tam olarak çözümlememiz mümkün değil. Ama Kuzey’de üs kurulacağı açıklansa şaşırmam. Çünkü şapkalarında her zaman çok sayıda tavşan hazır bekler onlarda.

Hem Birleşik Krallık hem Fransa AB’nin genişlemesi için bölünmüş bir Kıbrıs’ı neden birlik içine itelediler? AB bu şekilde Kıbrıs’ı daha kalıcı bir şekilde bölmüş oldu aslında. Gözden kaçan bir şey var Türkiye’de: Annan Planı kabul edilmedi, ama Kıbrıslı Türkler AB yurttaşı oldular. Normal olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ye girmesiyle Türkçenin de AB dili olarak kabul edilmesi gerekiyordu. O noktada çeviri masrafı bahane edilerek İngiltere ve Fransa’nın baskılarıyla Türkçe AB dili kabul edilmedi. Bu gözden kaçan mühim bir ayrıntı aslında.

Kıbrıs Cumhuriyeti resmi olarak çift dilli. Türkiye’de bu bilinmiyor pek. Avroya geçilmeden önce paraların üzerinde Türkçe vardı. Sokak, cadde levhaları; resmî kurumların tabelaları ya da pasaport ve kimliklerde halen Türkçe de var. Yani Türkçe’nin AB dili olması yasal bir zorunluluk değil miydi?

Evet öyle, ama AB İngiltere ve Fransa’nın bastırmasıyla, dediğim gibi, resmi belge ve yayınlarda gerekecek birkaç milyon avro çeviri parasını komik bir şekilde bahane ederek Türkçeyi dışladı. Bu basit bir mesele değil. Ciddi bir medeniyet çatışması. Kıbrıslı Türkler üzerinden Türkçe ve Türkiye dışlandı. Doğu-Batı çizgisi çekildi. İlginçtir ne anti-emperyalist laf kalabalığı seven ulusalcılar da her şeye Batı merkezli bakan liberaller de ağızlarını bile açmadı. Gündeme bile gelmedi bu konu.

Hem Birleşik Krallık hem Fransa AB’nin genişlemesi için bölünmüş bir Kıbrıs’ı neden birlik içine itelediler? AB Kıbrıs’ı daha kalıcı bir şekilde bölmüş oldu. Gözden kaçan bir şey var Türkiye’de: Annan Planı kabul edilmedi, ama Kıbrıslı Türkler AB yurttaşı oldu.

Bu tarihsel süreçte, 15 Kasım 1983 de kritik bir dönüm noktası. Malûm, KKTC’nin kuruluşu. 2020’de, her zamankinden daha gösterişli bir kutlama oldu. Dünyanın değiştiğini, eksenin Batı’dan Doğu’ya kaydığını savunanlar, KKTC’nin Rusya tarafından tanınabileceğini iddia ediyor. Bu ihtimal dahilinde mi?

Öyle bir şey olursa karşı çıkacak değiliz, ama büyük bir hayal gibi geliyor bana. Öncelikle şu soruya cevap arasak daha iyi olur: Bugüne dek tanınmayı hiç istedik mi acaba? Rusya tanısa iyi olur da, niye yapsın bunu? Bunları söyleyenler iyi niyetli konuşuyorlar muhakkak. Rusya sempatizanı oldukları, Rusya’ya bir şekilde pozitif baktıkları için bir tür “wishful thinking” işine giriyorlar herhalde. Daha fazla niyet okuyuculuğu yapmayalım şimdi.

Biraz önce, 1974’ün ardından Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadından çekildiğinden bahsettik. Bilindiği üzere, AB’de olduğu gibi, NATO’ya üye olabilmeniz için tüm üye ülkelerin kabul oyu vermesi gerekir. Yani Yunanistan’ın tekrar NATO’ya dönebilmesi Türkiye’nin veto etmemesi sayesinde oldu. Ne zaman? 1980’de. İktidarda kim vardı? 12 Eylül askeri yönetimi. Hatta 12 Eylül darbesinin ardından askeri yönetimin ilk icraatıdır bu. Kenan Evren’in iktidara geldiğinde yaptığı ilk iş!

Ne demiştik, uluslararası siyasette, özellikle Ortadoğu’da yaşanan gelişmeleri göz önüne almadan Kıbrıs’ı anlamaya çalışırsanız yanılırsınız. Aslında Kıbrıs sorunu 1974’ün ardından belki birkaç yıl içinde çözülebilirdi. Ama 1979’da iki önemli gelişme var. Sovyetler’in Afganistan’ı işgali ve İran’da İslâm Devrimi. Özellikle İran’ın Batı denklemi açısından devreden çıkması Türkiye’yi İsrail’le birlikte yeniden konumlandırmayı gerektirdi.

12 Eylül, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına geri dönmesi ve Türkiye’nin değişen uluslararası kapitalist anlayışa uydurulması amacıyla 24 Ocak Kararları’nın uygulamaya konmasını sağlanmasının yanında en çok bu işe yaradı. Ve bu konumlandırmanın karşılığı olarak KKTC’nin ilanına, ABD başta olmak üzere, Batı çok ses çıkarmadı. Birleşmiş Milletler (BM) ağır kararlar aldı, ama o kararlar KKTC’ye karşıydı. Ambargo ve izolasyon Kıbrıslı Türklere uygulandı Türkiye’ye değil.

KKTC üzerinden anti-Amerikancılık yapanları üzmek istemem, ama ABD BM kararlarında çoğu zaman kritik noktalarda çekimser kalarak Türkiye’nin üzerine gitmedi. KKTC’nin ilanında tek bir kaybeden vardı: Kıbrıslı Türkler. Kıbrıslı Türkler daha da fazla Türkiye’ye bağımlı hale getirildi. Türkiye kapısı o tarihten sonra daha da kritik ve ehemmiyetli bir hale geldi ve Kıbrıslı Türklerin kendi kendilerine yetebilme şansı tamamen ortadan kalktı. Milliyetçi bir hareket olarak sunuldu, ama ne kadar milliyetçi olduğunu sonraki gelişmelere bakarak şimdi değerlendirebiliriz.

Bugün şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: O dönem Türkiye’de iş başında olan askeri idare ve devlet büyük bir hata yapmıştır. Ne dünyaya bağımsızlık kararıyla ilgili herhangi bir mesaj verebildiler ne de Kıbrıs Türklerinin Rumlarla eşit olacağı imajını dünyaya yansıtabildiler. KKTC’nin aslında Türkiye’nin bir vilayeti olduğu görüntüsünü sadece o askeri idareyle değil, sonrasındaki siyasal iktidarlarla da haddinden fazla verdiler. Türkiye devleti ve Kuzey Kıbrıs egemenleri daima yarı felçli bir siyasal anlayışa sahip oldular. Bu yarı felçli hal Güney’in AB seçeneğine sarılmasına ve onlar AB seçeneğine sarılırken Türkiye’nin de 1960 anlaşmalarıyla kazandığı haklarını bile stratejik bir şekilde savunamamasına yol açtı.

Klerides ve Denktaş

Son seçimler sırasında KKTC’nin kuruluşunu Özal’ın hanesine bir başarı olarak kaydeden yazarlar ve yorumcular da oldu…

Ne alâkası var? Az önce 12 Eylül yönetiminin ilk icraatının Yunanistan’ın NATO’ya dönüşünü onaylamak olduğunu söylemiştik. Yönetimi sivillere, yani Özal hükümetine devretmeden önceki son yaptıkları iş de KKTC’nin ilanıdır. Seçimler 6 Kasım 1983’te yapıldı, 24 Kasım’da askerler yönetimi devretme kararını açıkladı, Özal’ın Başbakan olarak göreve gelmesi 13 Aralık. KKTC’nin ilanıysa 15 Kasım 1983. Emekli Büyükelçi Ercüment Yavuzalp’in anılarında vardır, Özal’ın kendisine “Bu KKTC işini gelir gelmez kucağımda buldum, Batı’yla aramda durduk yere bir mesele oldu” dediğini anlatır.

1981’de henüz 1975’te ilan edilen Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD) varken hem Meclis hem de Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılmıştı. 12 Eylül paşalarından Nurettin Ersin kamp kurmuştu burada. Muhalefet açıktan tehdit edilmişti. Ona rağmen çoğunluğu sağladılar, ama hükümet yine de muhalefete verilmemişti. Kriz aylar sürmüştü. Aynı seçimde Cumhurbaşkanlığı için Denktaş’ın karşına çıkan Ziya Rızkı vardı, ki sol bir gelenekten gelen biri de değildi, ama seçim gecesi Ziya Rızkı’nın kutlama konvoyları yola çıkmaya hazırlanırken seçimi Denktaş’ın kazandığı açıklanmıştı.

KTFD Anayasası’na göre, bir kişi en fazla iki dönem başkanlık yapabiliyordu ve Denktaş 1986 seçimlerinde aday olamayacaktı. Hem Denktaş’ın hem Evren’in bu konuda söyledikleri vardır, “Kıbrıs’ta sol güçleniyor, tedbir almamız lâzım” diye. Bunu Amerikalılara hitaben söylerler. KTFD Anayasası’nı Meclis kararıyla değiştirmek o siyasi atmosferde kolay değildi. O yüzden sil baştan yapıp yeni anayasa yazmanın ve Denktaş’a ömür boyu başkanlığın önünü açmanın tek yolunun KKTC’yi ilan etmek olduğu yolunda yorum yapanlar var, ki çok da akla aykırı değil. Bütün bunları Soğuk Savaş koşullarında düşünürsek taşlar yerine oturur.

Ortadoğu’da yaşanan gelişmeleri göz önüne almadan Kıbrıs’ı anlamaya çalışırsanız yanılırsınız. Kıbrıs sorunu 1974’ün ardından birkaç yıl içinde çözülebilirdi. Ama 1979’da iki önemli gelişme var. SSCB’nin Afganistan’ı işgali ve İran’da İslâm Devrimi. Özellikle İran’ın Batı denklemi açısından devreden çıkması Türkiye’yi İsrail’le birlikte yeniden konumlandırmayı gerektirdi.

“1960 Anlaşmaları”ndan söz ettiniz. İstanbul belediye seçimlerinde Ekrem İmamoğlu’nun Beylikdüzü ilçesindeki belediye başkanlığı döneminde, “1960 Anlaşmaları”nın anısına yaptırdığı Kıbrıs anıtı da tartışma konusu oldu. Biraz da “Pontus kökenli” olduğu propagandasına malzeme sağlamak için “Makarios’un heykelini dikti” dendi. O heykeli nasıl yorumluyorsunuz?

Fotoğraflara baktım o zaman. Beylikdüzü’ndeki “Makarios heykeli” denen o anıtta 1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti kurulurken Makarios ve Dr. Fazıl Küçük’ün kuruluş anlaşmasına imza atma sahnesi canlandırılmış. Okumadıkları, bilmedikleri için farkında değiller, sadece muhafazakârlar değil, karşılarındaki Atatürkçüler de. O imza sahnesi Türkiye Cumhuriyeti açısından diplomatik bir zaferdir. Daha beş yıl öncesinde bile “Bizim Kıbrıs sorunumuz yok” derken kurulan yeni cumhuriyetin ortağı olunmuştur. Bu en başta o çok saygı duydukları Menderes hükümetinin büyük başarısı. Özellikle de Fatin Rüştü Zorlu’nun. Türkiye için Lozan ne ise o sahne de Kıbrıslı Türkler açısından odur.

Türkiye’nin Lozan’la kurduğu hayati dengeyi Kıbrıs açısından kuramıyorlar. Ama ilginçtir, en başta da “Lozancılar” beceremiyor bunu. Lozan bir barış mutabakatı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş belgesi. Lozan dengesinin devamıdır Kıbrıs Cumhuriyeti. Tartışılmaya çalışılsa da Türkiye’nin yüzde 80’i Lozan’a sahip çıkar, Lozan’ı üç aşağı beş yukarı bilir. 1960 Anlaşmaları da Kıbrıs’ın Lozan’ıdır ve hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Ahkâm kesiyorlar.

Batı Trakya’daki Türkler ya da İstanbul’daki Rumlar ile ilgili bir konu olduğunda Lozan’a başvuruluyor. Burada niye 1960’a başvurmuyoruz? O da adalıların Lozan’ı. Heykeli yapılan o sahneyi unutturmak isteyen en başta Rum egemenleridir oysa ki. Türkiye’nin 1960 Anlaşmaları’nı bu kadar gündemine almamasına en çok onlar seviniyor. Ama bunları değerlendirmek için akılcı diplomasi, analitik düşünce lâzım.

Beylikdüzü’nde, Ekrem İmamoğlu’nun belediye başkanlığı döneminde yapılan Kıbrıs Anıtı. 19 Mayıs 2017’de açılan anıt,  23 Mayıs’ta İstanbul Ülkü Ocakları’ndan bir grup tarafından tahrip edildi. Anıtta canlandırılan sahne 19 Şubat 1959’da KIbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş anlaşmalarının imzalanması. Gerçek imza töreninden farklı olarak Makarios ve Dr. Fazıl Küçük anıtta yan yana getirilmiş, ayrıca gerçek imza töreninde olmayan Rauf Denktaş “masayı yumruklarken” tasvir edilmişti. Türkiye ve Kıbrıs basınında “büyük zafer” olarak verilen 1959’daki imza törenini “büyük hezimet” olarak gören Yunanistan’daki muhalefetin sert tepkisi sebebiyle Yunan parlamentosunda kavga çıkmıştı.

Fatin Rüştü’nün dostluk da kurduğu, çok güvendiği Türkiye hariciyesinin yüzakı denilebilecek bir isim daha vardır o görüşmelerde: Mahmut Dikerdem. Sol fikirlere sahip bir entelektüel olduğu için tek parti döneminde dışlanmış, ilginç bir şekilde Demokrat Parti iktidarında Zorlu sayesinde kıymet verilmiş, 1960 darbesinin ardından tekrar kızağa çekilmiş, 1970’lerin sonlarındaki Milliyetçi Cephe hükümetleri tarafından iyiden iyiye ötelenmiş bir diplomat.

Bilmeyenler için söyleyeyim, Barış Derneği kurucularından olduğu için 12 Eylül yönetimi tarafından da yargılanmıştır. Dikerdem’in daha 1976’da yayınlanmış bir gazete yazısı vardır. Başlığı “Kıbrıs Çıkmazı”. Yazıda da “Temmuz 1974’te yapılan Kıbrıs müdahalesinden sonra Ecevit hükümetinin istifa ederek siyasal bir çözüm bulunmadan işin askıda bırakılmasının Türkiye’yi dünya kamuoyunda haksız duruma düşürdüğünü ve ‘işgalci devlet’ gibi bir algıyla bakılmasına yol açtığını, Kıbrıs’ta siyasal çözümün üslerden arınmış, bağımsız ve federal bir devlet tezine yönelik olmasını” beyan eder. Türkiye’nin o sırada halen görevde olan deneyimli bir diplomatı olarak yazıyor bunu. Hem de hangi gazetede biliyor musunuz? Bugün “Kıbrıs Avrasya’nın anahtarıdır” gibi yazıların havada uçuştuğu Cumhuriyet gazetesinde.

Zorlu ve Dikerdem ikilisi Londra Konferansı’nda 28 sayfalık uluslararası hukukla desteklenmiş argümanlarını içeren bir belgeyle savunurlar Türkiye’nin tezlerini. Yunan ve İngiliz diplomatlar hayretler içinde kalırlar. Hatta toplantı sonrası yapılan özel sohbette Britanya Dışişleri Bakanı Harold McMillan, “Bu kadar etkileyici ve güçlü bir savunma yaparak bizi çaresiz bıraktınız” diyerek tebrik etmek zorunda kalır.

KTFD Anayasası’na göre, en fazla iki dönem başkanlık yapılabiliyordu, Denktaş 1986’da aday olamayacaktı. Denktaş’ın, Evren’in bu konuda söyledikleri vardır, “Kıbrıs’ta sol güçleniyor, tedbir almamız lâzım” diye. Bunu Amerikalılara hitaben söylerler. Denktaş’a başkanlığın önünü açmanın tek yolunun KKTC’nin ilanı olduğu yolunda yorum yapanlar var, ki çok da akla aykırı değil.

Nasıldı o “etkileyici ve güçlü” savunma?

Örneğin, 4 Aralık 1958’de BM’de yapılan Kıbrıs konulu bir toplantıda Fatin Rüştü Zorlu’nun yaptığı konuşmaların notlarına, argümanlarına bakarsanız, bugün o akıldan ne kadar uzak olduğumuza şaşırırsınız. Yunan Dışişleri Bakanı Averof’un tüm hamlelerini hiç öyle hamasi büyüklenmelere girmeden, tamamen akılcı ve somut karşı hamlelerle etkisiz kılar Fatin Rüştü. Mesela, Hindistan temsilcisi Krisha Menon, Yunan tezlerini destekler bir şekilde bir konuşma yapar, Zorlu ise o kadar hazırlıklıdır ki her şeye, hiç beklenmedik bir şekilde Yunan parlamentosundaki bazı oturumlarda Yunan vekillerin Menon hakkında yaptığı konuşmaları çıkarıp okur. Menon, şimdi uzun bir konu detayına girmeyeyim ama Bağlantısızlar hareketi gereği Makarios’la olan bağlarından dolayı Bağlantısızlar’ın felsefesine uygun olarak Kıbrıs’ın self-determinasyon hakkına sahip çıkmaktadır. Yunan parlamentosunda ise açık açık “Bu adamlar bağımsızlığı destekliyor, bizim amacımızsa Enosis, Hindistan’ın bu tavrı bizim lehimize değil, bize zarar veriyor” diye tartışıyorlar Zorlu’nun okuduğu tutanaklarda.

Sonrasında, Averof BM Genel Kurulu’na hitaben Lawrence Durrel’ın Acı Limonlar kitabından bölümler okur. Okuduğu satırlar Kıbrıs’ta çoğunluğun Rumlar olduğu, hâkim kültürün Rum kültürü olduğu, belli bir sayıda Türkün de hiç sorunsuz olarak, mutlulukla o kültürün içinde yaşadığı, Kıbrıs’ın Akdeniz’in güzelliklerini tasvir eden romantik bölümlerdir.

Ardından, Zorlu kürsüye gelir ve “Madem ki yazarların eserlerinden cümleler okumak faydalı görülüyor, müsaadenizle ben de başka bir yazardan, birkaç cümle okuyayım” der ve Shakespeare’in Kıbrıs’ta geçen oyunu Othello’nun birinci perdesinin üçüncü sahnesindeki diyalogları okur. Orada Venedikliler, Kıbrıs’ın Türkler için ne kadar önemli olduğunu ne kadar eski tarihlerden beri Kıbrıs’la ilişkileri olduğunu konuşmaktadır.

Mahmut Dikerdem’in 1976’da yayınlanmış bir gazete yazısı vardır. “Kıbrıs’ta siyasal çözümün üslerden arınmış, bağımsız ve federal bir devlet tezine yönelik olmasını” beyan eder. Türkiye’nin o sırada görevde olan bir diplomatı olarak yazıyor bunu.

Toplantıda hava tamamen Zorlu’nun lehinedir, BM tarafların kendi aralarında bu konuyu çözmesi gerektiğine ikna olmuştur ve ara verilir. Averof’un 1980’lerin ortalarında, emekli bir siyasetçi olarak verdiği bir mülakat vardır. Orada o günleri de anlatır. Kendisinin ifadesiyle, ara verilince koridora çıkar, bir köşeye oturur. Morali çok bozuktur. “Zorlu kazanmıştı, ben kaybetmiştim” diye anlatıyor. “Şimdi Atina’da basının, bakanlar kurulunun, parlamentonun önünde nasıl anlatacağım bu yenilgiyi” diye kara kara düşünmektedir. Bir bakar ki, karşıdan Zorlu ona doğru geliyor. Yine kendi ifadesiyle, içinden “kalkıp bir tokat atsam şuna” diye düşünür. Fakat Zorlu yanına gelir, 40 yıllık ahbap gibi gülümseyerek omuzuna dokunur ve “Yahu biz başkalarının önünde tartışıyoruz kendi meselemizi, gel şu işi aramızda halledelim” der. Averof şöyle anlatıyor: “O güleryüzüyle ayak üstü beni Enosis’in rafa kalktığına, Rumların ve Türklerin ortak bağımsız cumhuriyetini kuracağımıza ikna ediverdi.

Buradan şuna varmak istiyorum: Siz kendinize yeni tezler bulabilir, hatta yeni bir tarih yazımına da girişebilirsiniz, bugün yapıldığı gibi. Ama tamamen yepyeni bir tarih yazacaksanız bile hiç değilse yine de kendi içinde tutarlı ve daha da önemlisi Zorlu ve Dikerdem ikilisinin yaptığı gibi uluslararası hukukun içinde tasarlamalısınız onu. Zorlu gibi analitik düşünebilen, akılcı diplomasi yürüten, Averof’un yıllar sonra bile unutamadığı bir gülümsemeyle yumuşak gücünü kurabilen bir tarzdan bugün çok uzağız. Şimdi o çok takdir edildiği söylenen Zorlu bugün Türkiye hariciyesinde olsa muhtemelen “monşer” diye küçümsenirdi. (gülüyor)

^